- 451 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
Gün Doğumu
Henüz yol yapımının tamamlanmamış, dolayısıyla köy servisi dediğimiz minibüslerin çalışmaya başlamadığı yıllardı. Ana yolda otobüsten iner on iki kilometrelik yokuşu yürüyerek çıkardınız. Bazen özel araba sahiplerinin rast gelmesi şansınız olurdu. Ama işinizi şansa bırakamaz dura dinlenerek de olsa ancak taşıyabileceğiniz kadar eşya alırdınız yanınıza. İhtiyaçlarımızı en gereklisinden başlayarak gidip geldikçe bir bir temin etme durumundaydık.
Köye gittiğimiz ilk yıl yanımıza bir yorgan bir yastık almışız mesela, elbise vb. özel eşyalarımız yanında. Masa saati öncelikli ihtiyaç görülmemiş, Kol saati ise ya yok, ya da düzgün çalışmıyor. Ramazanda sahur vaktini belirlemek tamamen annemin tecrübe ve yeteneğine kalıyor. Pencereden dışarı kafasını çıkarıp etrafa bakınır, havayı yoklayıp, tahminde bulunurdu. Duruma göre mesela yetiştirebileceğine kani olursa hamur yoğurur, yufka pişirir bizde sıcak sıcak üzerlerine yağ sürer, yanına Allah ne verdiyse onunla sahur yapardık. Annem yufka yapmayı yeğlerdi çünkü mayasız yapılır ve onun deyimiyle ‘usukar’ denen bu yöntemle yapılan ekmek midede kolay hazım olunmadığı için uzun süre tok hissederdiniz. Şayet yeterli zaman kalmadığını düşünürse, duruma göre hemen hazırda ne varsa bir iki lokma bir şeyler atıştırılır, akşamdan kalanlar yenilir veya sadece su içilirdi. O vakitler iki ezan okunur, biri imsakin bittiğini haber verir, diğeri namaz vaktini ilan ederdi. Geç kaldığınız da ilk ezanda hala yiyip içmeye devam ediyor olabilirdiniz. Burası size bırakılan ihtiyat alanıydı.
Köyde zaman ölçümü gereken pek çok şey alel usul yapılırdı. Mesela bazı mahallelerde sulama suyunun paylaşımı ezan vaktine göre belirlenmişti. Öğleden ikindiye, ikindiden akşama kadar gibi… Rahmetli eniştem de köyde imam. Bir defasında kaylule uykusuna derin dalmış. Uyandığında, geç kaldım zannederek, saate bakmaksızın fırlamış camiye. İkindi ezanını vaktinden bayağı önce okumuştu. Biz farkına varmış ne oluyor acaba, yanılan biz miyiz diye kendimizi test ederken, işin iç yüzünü sonradan öğrenmiştik. Tevafuken o sırada su sulayan bir teyzemin nöbetinin de vaktinden önce el değişmesine neden olmuş, sıralarını bekleyenler ezan okundu diye suyu kesivermişlerdi. Üstelik o mahallede iki haftada bir gelirdi sulama sırası.
Su nöbeti için geceler de bölünürdü ama nasıl yapılırdı hiç bilememiştim. Bir kez annem ve teyzemler birlikte su sulamak için geceyi aynı mahallede geçirmiş, dedemden kalan evin yerine dayım tarafından yapılmış yeni yerde gecelemiştik. Ne ara sulandı ne vakit sona erdi anlamadım. Herkes ıslak bir şekilde gelmiş ve üstlerini biraz değiştirerek biraz kurutarak yatağa girmişlerdi. Benim payıma da “Sana yat dedik şurada, zorun neydi kalktın geldin?” diye azar düşmüştü. Oysa ne kadar ilginçti benim için. Muhtemelen yine imsak vaktiydi döndüğümüzde. Uykunun en tatlı vaktidir çünkü. Rüzgâr kesilir, basınç artar, rutubetle birlikte serinlik çöker.
Gece vaktin tayinin de ay ve yıldızların konumu da önemlidir. Hilal ayın ilk günleri gündüz daha güneş batmadan ikindi vakti içinde doğar kısa bir müddet görünür. İkinci ve hatta üçüncü günler de güneş ışınları ile karışır hilalin nuru. Onu görmek için güneş ışıklarına tahammül edebilmeniz gerekir. Her geçen gün kütlesel olarak büyürken, süre olarak da uzar ayın görünürlüğü. Dolunay oluncaya kadar gecenin ilk yarısında yayar güneşten aldığı ışınları, küçüldükçe gecenin ikinci yarısına taşır nurunu. Bir de çoban yıldızı, kutup yıldızı, sabah yıldızı… Onların konumları da anlaşılan sadece çölde yol bulmaya değil, belirdikleri saate göre zamanı tayinde de size kılavuz olmaktadır. Annem bunlardan bir şekilde çıkarımlarda bulunurdu. Biz ise ne yazık ki köyde ki pek çok deyime, tecrübeye yabancı olduğumuz, alışmakta zorlandığımız gibi bu tür bilgiler de okullarda öğretilmeyen hurafelerden gibi gelir pek öğrenmeye niyet etmezdik doğrusu.
Vakit tayiniyle bu kadar haşır neşir olarak büyüyen bizler birkaç yıl önce bunca saat, akıllı telefon radyo, tv. ve internetin ulaşılır olduğu bir zaman da yine imsak vakti ile ilgili kafa karışıklığı yaşadık. Yıl 2015, Ramazan ayı. Televizyonda birileri imsak vaktini tartışmaya açmış, bizimkiler de adamın söylediklerine ikna olmuşlardı. Kardeşim bir şeye kani olmuşsa tartışmanın gereksizliği tecrübe ile sabittir. Köye gitmeden önce tartışmayı duymuş ama kulak asmamıştım. Bilirim her yıl gereksiz bir gündem oluşturur insanların zihnini bulandırmaya çalışırlar. Bu seferde msak ve oruca başlama vakti neredeyse bir saate yakın uzatılmıştı.
Her neyse… Sahura çağırıyorum bizimkileri… İlk bir iki gün kalktılar, çocuklar da kalksın yesin diye biraz gayet edildi filan… Çocuklar uyanamayınca anne babaları da uykunun çekiciliğine mağlup olmaya başladılar. Vakit daha var diye telaşe de etmiyorlar. Hiç olmazsa çocuklara su vereyim diye başlarına dikiliyorum. Daha sonra kapının önünde veranda gibi bir bölüm var kardeşimin yaptığı orada oturup, lambaları kapatıp ezanı bekliyorum, annem gibi havayı , sessizliği ve serinliği koklayarak.
Bizim köy iki dağ arasında, vadide kurulmuş. 1500 metrenin üzerinde rakıma sahip. Vadide olması sebebiyle dört bir yanı kaplayan dağlar, gündüz içlerine hapsettikleri ısıyı gece yayarak sebze ve meyve yetişmesini mümkün kılmaktadırlar. Sırtımızı yasladığımız Pancar Dağı’nın rakımı galiba 2000 metrenin üstünde. Oturduğum yerde karşıma nispeten daha küçük olan ve bizim Urut dediğimiz tepe geliyor. Güneş Pancar Dağı’nın arkasından doğar, ilk ışınlarının Urut’un tepesine yayar saat ilerledikçe oradan aşağıya doğru iner, köye düşer. Akşamüzeri de gölge aynı seyri izleyerek Urut’un başından aşağıya doğru ilerler, köyü geçerek, Pancar dağına doğru tırmanıp zirvesine vurmaktayken kaybolur. Yıllarca bu yolculuğu izlemişizdir.
Sekiz yıllık eğitimin de katkısıyla boşalan köy yazın biraz hareketlense de dağınık yerleşim düzenine sahip olduğu için evler birbirine uzak ve ışıkları ateş böceği gibi görünüyor. Bizim lambalar da sönünce karanlığı solduran hiç bir şey kalmıyor yıldızlardan başka. Heryer simsiyah. Dağ ile gökyüzüde birbirinden fark edilmiyor. Verandada oturmuş beklerken ezanı, imamın Allah u Ekber demesi ile birlikte karşıdan o karanlık gece de, üstünden beliren aydınlıkla beraber bizim Urut’un silueti ortaya çıkıverdi. Karanlık gece çünkü ayın ilk günleri ve sabah tarafı ay ışığından eser yok. Ertesi gün tekrar, bir sonraki gün tekrar aynı şekilde ezan başladığında karanlık sıyrılıp tepe fark edilir oluyor. Tıpkı Ayet-i Kerime’de ifade edildiği gibi adeta siyah iplik beyaz iplikten ayrılıyor. Kardeşim abdeste inmişti, seslendim, “-Gel, otur”. “-Ne oldu?” “Bekle”. Zaten ezan vaktiydi. İmam “Allahu Ekber” dedi. Bak dedim. Dikkat et. Gördün mü? “-Hıı… Evet. Tamam.” Nokta. Tartışma orada sona erdi. Gerçi pek tartışmamıştık da. Ama sayesinde ben de gözlerimin şehadetiyle bu olay dikkatimi çekmiş, tanık olmuştum.
Bazı deyimler vardır bizim oralarda, söyleyenin sözünü pekiştirmek için kullanılan. “Sesimi duyan, sözümü işiten şunu yapsın/ yapmasın” diye uyarı için olanı vardır mesela. Veya yazı yazılır havaya, duvar veya yer kast edilerek. “Aha buraya yazdım” diye de altı çizilir. Bilinir sözün uçup, yazının kalıcı bir delil olacağı, sarf edilen kelamın doğruluğuna. Bu satırlar da varsın havaya yazılmış olsun, söz olup uçup gitmesin diyedir gözlerimizin şahitliği.