- 650 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Berber Salonu
"Merhum Bülen Özkaya Kardeşimizi Rahmetle anıyorum."
İnsanların en büyük sorunlarından biri de saçlarıdır. Her ay, mutlaka berberine uğramayan bir kimse yoktur.
Ben, saçlarımı kestirmek için ay sonlarında mutlaka Berber Tevfik’e giderim.
Tevfik’in Berber Salonu, Gazimağusa’da Karpas Yolu üzerinde, Canatan’ın yanında, İlkay Genç’in tam karşısındadır. Salon, yol üzerinde olduğu için orası daima müşterilerle dolar, taşar.
Tevfik ile uzun yıllar ahbaplığımız var. Benden yaşça büyük. Bu yüzden kendisine hep “Ağabey” diye hitap ederim. O da her dükkâna vardığımda beni dostça karşılar. Güler yüzünü hiç eksik etmez benden. Yalnızca bana mı? Oraya gelen her kişiye aynı şekilde davranır. İçtendir. Samimidir. Misafirlerine çay, kahve içirmeden oradan yollamaz.
Yanında çalışanlarla çok iyi geçinir. Onlara patrondan, ziyade bir arkadaş gibi davranır. Bunlardan biri de Bülent’tir.
Bülent de dost yanlısı, candan bir arkadaştır. Beni gördüğü zaman takılmadan edemez. Maç hastasıdır. Zaten bu memlekette maç hastası olmayan kim var? Bülent, benim Galatasaraylı olduğumu bilir. Kendisi de koyu, fanatik bir Fenerbahçelidir. Bir araya geldiğimizde başka bir şey konuşmayız.
Yine böyle bir gün. Aylardan Ekim. Maaşımı çekmiş ve aylık tıraşımı olmak için salona gitmiştim.
Arabayı, hemen dükkânın önüne park ettim. İndim. Yürüdüm. Kapıdan içeri girdim. Salon, her zamanki gibi müşterilerle dolu. Okullar yeni açıldığından içeride genellikle üniversiteli öğrenciler vardı. Tıraş olmak için sıra bekliyorlardı. Bekleyenler, ellerine gazete almışlar vakit geçiriyorlardı.
Tevfik de, Bülent de iş başındaydılar. Makas ve tarakları ellerinde, koltukta oturan gençlerin isteklerine göre saçlarını kesiyorlardı. Selam vererek bir koltuğa oturdum. Her ikisi de içten bir şekilde “Hoş geldin hocam.” dediler.
İçerisi, sade, denecek bir şekilde düzenlenmişti. Göze ilk çarpan şey, yanlardaki koltuklar ve önündeki sehpa idi.
Sehpanın üzeri gazete ve dergilerle dolu. Bunların bazıları günlük, bazıları eski. Kapının hemen sol tarafına küçük bir televizyon konulmuş. İsteyen televizyon seyrediyordu. Ön kısımda, duvara asılmış iki büyük dev ayna vardı. Aynaların hemen üstünde Galatasaray posteri ve yanında da bir Fenerbahçe posteri duruyordu. Diğer duvarları ise çeşitli manzara resimleri süslemişti. Koltukların yanlarına da saksılarda çiçekler yerleştirilmişti. Bu çiçeklerin görüntüsü salona bahar havası veriyordu. Mis gibi kokular yayılıyordu içeriye.
Ustalarla futbol üzerine derin bir sohbete başladık. “Galatasaray, bu yıl da şampiyon.” diyordum. Bülent atılıyor: “Hadi hocam, Fener’in bu seneki zayıflığından faydalanıyorsunuz. Gene de bu kadar erken konuşmayın. Top yuvarlaktır. Ne olacağı belli olmaz.” diyor.
Ben:
-Vallahi Bülent’im, atı alan Üsküdar’ı geçti. Artık bize Avrupa da küçük gelmeye başladı. Sene sonunda Avrupa şampiyonu olur, sonra dünya şampiyonluğuna kadar gideriz. Uzay şampiyonluğu falan varsa onu da alırız, diyorum.
Bülent:
-Aç tavuk rüyasında darı görürmüş hocam, diye alayvari konuşuyor.
Berber Tevfik:
-Belli olmaz. Galatasaray bu sene çok iyi futbol oynuyor. Takım rayına oturdu. Disiplinli de. Neden olmasın? diye söze karıştı.
Bülent sustu. Sözü fazla uzatmadı. İşine devam etti.
Onlar, hem çalışıyor; hem de bizlerle ilgileniyorlardı. İşlerinde çok titizdiler. Dikkat ve sabır isteyen bir meslekleri vardı.
Tıraşı biten müşteri, aynada kendine şöyle bir bakıyor, güzel olduğunu görünce kalkıyordu. Sırada kim varsa, koltuğa, o geçiyordu. Bu çark, akşama kadar böyle dönüyordu. Onlar için çok yorucu geçiyordu günler. Durmak, dinlenmek yoktu onlara.
Yanlarında bir de küçük bir çırak vardı. O, yerde biriken saç artıklarını temizliyordu. Bir elinde süpürge, bir elinde kürek, bütün salonu defalarca süpürüyor, pislikleri alıyordu. Bu çocuk, ayak işleriyle birlikte çay kahve de yapıyordu. Tabii ki o da ustalarını izleye izleye ilerde çok iyi bir berber olacaktı.
Müşteriler azalmıştı. Sıra bana geliyordu. Önümde sadece iki öğrenci vardı. Kendimi yavaş yavaş hazırlamaya başladım. Bu sırada kapı açıldı. İçeriye bir bayan girdi.
Çok şık giyinmiş bir bayandı bu. Üzerindeki elbisenin çok pahalı olduğu zarif oluşundan belli oluyordu. Öyle ki zengin bir bayandı.
Siyah bir takım elbise giymişti. Etek, ceket. Ceketin sol yanı tüyle süslenmişti. Elbiseye uygun bir de gösterişli şapka takmıştı kadın. Şapka da son derece süslüydü.
Kadın, İstanbul ağzı ile:
-İyi günler efendim. Oğlumu tıraş ettirecektim. Mümkün mü acaba? diye sordu.
Tevfik:
-Tabii efendim. İçeri buyurun. Geçin oturun, dedi.
Kadın içeri girdi. Gösterilen koltuğa oturdu. Tevfik:
- Hoş geldiniz. Yalnız iki müşterim var. Biraz bekleyebilir misiniz?
Kadın:
- Aaa! İşimiz var. Daha okula gideceğiz. Bekleyemem. Bu gençlerden biri sırasını veremez mi acaba?
Tevfik:
-Gençlerimiz herhalde anlayış gösterirler, dedi.
Döndü. Şöyle bir gençlere baktı. Gençler, oralı dahi olmadı. Sanki “Bizim de işimiz var” der gibiydiler.
Baktım, olacak gibi değil:
-Benim sıramı alabilirsiniz, dedim.
Tevfik:
-Hocamın sırası gelmek üzere. Hemen bu arkadaştan sonra, dedi.
Kadın bana:
-Teşekkür ederim beyefendi, dedi.
Oğlu orta boylu, beyaz yüzlü, zayıf bir çocuktu. O da geçip boş bir sandalyeye oturdu. Gazetelere göz atmaya başladı.
Kadın, çantasından bir sigara çıkardı. Yaktı. İçmeğe başladı. Sağa sola bakındı:
-Dükkânınız da pek küçükmüş, dedi.
Tevfik:
- Öyle. Ama idare ediyoruz efendim, diye yanıtladı kadını.
Kadın bir ara sustu. Tevfik:
-Çay-kahve alır mısınız? diye sordu.
Kadın:
- Çay rica edeyim, dedi, tavşankanı olsun.
Tevfik:
- Oğlum, hemen bir çay yap, dedi.
Çocuk hemen yan odaya geçti. Bir-iki dakika sonra elinde bir bardak çayla geldi. Kadına uzattı. Kadın, çaydan bir yudum aldı. Yan tarafa bıraktı.
Biraz sonra, kadın, yabancılığını üzerinden atmış olacaktı ki konuşmaya başladı. Önce havadan sudan bahsetti. Sonra çektiği zorlukları anlattı. Anlattı, anlattı…
Konuşma, bitmek nedir bilmiyordu. Laflar arka arkaya sıralanıyordu. Hep şikayet, şikayet…:
-Aman efendim! Nasıl memleketiniz var böyle? Ne aşında tat var; ne tuzunda. Suyu ne biçim öyle? Su mu içiyoruz, kireç mi belli değil. Çarşınız, pazarınız ne öyle? Pahalılık almış yürümüş. İstanbul bile bu kadar pahalı değil. Ucuz hiç bir şey yok. Restaurantlarınız soygun yeri. Eğlenecek, gezecek, görecek bir yeriniz yok. Ulaşım sorununu halletmemişsiniz. Herkes taksiye binmeye mecbur mu? Hani toplu taşımacılık? Arabası olmayanlar ne yapıyor? Hepsinden geçtik. O sıcaklara ne demeli? Geldiğimden beri su balığı oldum. Terleyip duruyoruz. Sıcaklar felaket. İnsanı kavuruyor. Serinlik yok. Elektrikleriniz durmadan kesiliyor. Allah’ınızı severseniz nasıl yaşıyorsunuz burada?
Kadının çenesi düşmüştü. Konuştukça konuşuyordu:
- Yok efendim. Buralarda sosyal aktivite yok.
Oğlum nasıl vakit geçirecek? Tiyatro yok. Sinema
yok. Eğlence yerleri az. Kesinlikle burada yapamaz. O, anasının kuzusu. Yurt hayatına alışık değil. Kiralar da aşırı derecede yüksek. Çok pahalı. Ev tutup ben de yanında kalmak istiyorum; ama burada yaşanmaz ki. Kesinlikle ben burada yaşayamam…
Herkes kadını dinliyordu. Adeta bizleri esir
almıştı. Kendinden başka konuşan yoktu.
Artık patlamak üzereyim. “Hanımefendi,
memnun değilseniz, çocuğunuzu burada okutmaya mecbur değilsiniz” diyeceğim. Arkasından da nelerin geleceğini tahmin ediyorum. Çünkü sinirli biriyim. Bu yüzden olaya pek de karışmak istemiyorum. Bereket Tevfik imdadıma yetişiyor:
- Buyurun efendim. Sıra oğlunuzda, diyor.
Kadın, ancak susabiliyor. Kendi kendime “ bir şey demeyeceğim, karışmayacağım” diye telkinlerde bulunuyorum.
Genç öğrenci koltuğa oturdu. Tevfik O’na
Önlüğünü giydirdi. :
- Nasıl olmasını istersiniz? diye sordu.
Genç arkadaş, daha ağzını açmadan annesi atıldı:
- Şöyle adam gibi tıraş yapın. Yan ve arkalar
iyice kısalsın. Ön taraf, çok az bir şekilde uzun kalabilir. Hani, subaylarda olur ya. Öyle bir şey.
Genç:
- Ama anne, ben Amerikan istiyordum, diye
itirazda bulundu.
Kadın:
- Ne Amerikanıymış? O da neymiş bakalım?
Soytarı gibi olacağına adam gibi ol. Kesinlikle itiraz istemiyorum, dedi. Berbere dönüp, siz ne dersiniz?
Berber:
- Vallahi ben bilemem. Siz nasıl arzu
buyurursanız öyle yaparım. Ama tıraşı genç arkadaş olacağına göre, O’nun zevkine bıraksak.
Kadın:
- Başlarım onun zevkine! Siz benim dediğimi
yapın, dedi.
Tevfik seslenmedi. Makası ve tarağı eline alarak sanatını konuşturmaya başladı. Kadının tavrı hoşuna gitmemişti. Bu yüzden daha da dikkatli olmaya özen gösterdi. Zira, kadın biraz dengesizdi. Ne yapacağı, ne söyleyeceği belli değildi.
Tarak ve makas Tevfik’in ellerinde dans ediyordu. Gencin ensesini arada bir fırça ile temizliyordu. Bazen makas ile tarağı birbirine vuruyor, dudaklarıyla da üflüyordu. Makasın sesi güzel bir nağme gibi geliyordu kulağa. “Şakır şakır, şakır şakır” arada bir de “çat”…
Kadın oturduğu yerden kalktı. Oğlunun
ensesine bakarak:
- Şuralar olmadı. Biraz daha alınsın, dedi.
Berber seslenmeden dediğini yaptı kadının:
- Favoriler aynı hizada olmalı. Şurası, biraz uzun
duruyor. Biraz alın, eşit olsun.
Dedikleri bir bir yapıldı kadının. Berber, sustukça kadın, ona müdahale ediyordu. Genç, karşı geliyor, kendi dediği gibi olsun istiyordu. Kadın, oralı bile olmuyordu. Berbere:
- Siz, benim dediğimi yapın. Zamane gençleri.
Ne istediklerini pek bilmezler, diyordu.
Uzun bir uğraştan sonra tıraş işi bitti. Öyle ki artık salondaki müşterilerden kimse konuşmuyordu. Merakla kadınla oğlunu izliyorlardı.
Genç, koltuktan kalktı. Annesi, bir sağından, bir
solundan süzdü:
- Eh idare eder, dedi.
Elini çantasına attı. Küçük çantasının içinden bir miktar para çıkardı. Borcunu ödedi:
- İyi akşamlar, dedikten sonra da oğluyla birlikte
çıkıp gittiler.
Berber Tevfik:
-Hocam, buyur seni alalım, dedi.
Yerimden kalktım. Koltuğa oturdum. Tevfik’e:
-Allah sana ne sabır vermiş be ağabey. Kadının
çenesine nasıl dayandın, anlamadım, dedim.
Tevfik:
-Ne yapalım hocam? Ekmek parası. Bunun gibi
niceleriyle karşılaşıyoruz. Ama ilk defa bir bayanı böyle gördüm. İdare etmek zorundayız, dedi.
- Böyleleri de varmış demek, dedim. Yahu
koskocaman oğlan. Liseyi bitirmiş, üniversiteye gidiyor. Kendi kararını, kendisi veremiyor mu? Anne-babanın güdümünden ne zaman kurtulacak? Hayata ne zaman atılacak? Ne zaman olgunlaşacak? Ne zaman pişecek? Kendine olan özgüvenini ne zaman kazanacak?
Berber Tevfik:
-Ne diyebilirim hocam? Her koyun kendi
bacağından asılır, derler.
Ben:
- Hayat, çiğ insanı yer, yutar. Hayatta
tutunabilmek için pişmek gerekir. Olgunlaşmak gerekir. İşte ne güzel fırsat. Çocuk üniversiteyi kazanmış. Buralara kadar gelmiş. Anadan uzak. Babadan uzak. Memleketten uzak, yeni bir hayat. Anaya, babaya özlem duyacak. Vatan hasreti çekecek. Yeni yeni arkadaşlar edinecek. İyiyi, kötüyü öğrenecek.
Arkadaşlığın, dostluğun ne olduğunu anlayacak. En önemlisi kendi kendine yetmesini öğrenecek. İşte o zaman olgunlaşacak. Hayatın ne olduğunu anlayacak, dedim. Yazık. Böyle olursa çok yazık olacak çocuğa.
Hak veriyordu Tevfik. Elden de bir şey gelmiyordu işte.
Tıraşım bitti:
- Saatler olsun hocam, dedi Tevfik.
- Ağabey eline sağlık, dedim.
Bülent de:
- Saatler olsun hocam, gene bekleriz, dedi.
Teşekkür ederek, kalktım koltuktan. Küçük çırak, elindeki fırçayla üzerimi temizledi. Cebimden para çıkardım. Çocuğa bahşiş verdim. Borcumu ödeyerek salondan dışarı çıktım.
Arabaya binip doğruca evin yolunu tuttum. Doğrusu, genç delikanlıyı ve annesini bir müddet aklımdan çıkaramadım.
3 Mart 2000
Gazimağusa
"MESELE BAŞKA" Kitabı’ndan