- 1299 Okunma
- 8 Yorum
- 4 Beğeni
SIRADAN ŞEYLER
“Hişt! Hadi ama uyan artık!”
Ses ne kadar uzaktan geliyor öyle.
Ben dört kadınla birlikte caminin avlusunda yufka açıyorum. Yanıma bir sürü çocuk gelip gidiyor. Hepsini çok seviyorum. Kimin bunlar diye soruyorum arada. Kimse çocukların kimin olduğunu bilmiyor. Kurutulmuş yufkalardan bir dağ var hemen yanımda. Rüzgar esiyor ve ben dağın devrileceğinden korkuyorum. Yanmış un kokusu burnumda. Ocağın başındaki kadının kaşları çatık. Bilerek yakıyor unu. Kini var. Eski bir eşikte oturan ihtiyar, maniler söylüyor bizden yana. Hem o oyalanıyor, hem bize de cümbüş oluyor. Arabalar gelip geçiyor yanımızdan. Her seferinde, karşıdaki binanın bodrum penceresinin önündeki tenekelerde dikili sardunyaların acı kokusu esiyor bize. Ve yufka dağı sallanıyor. Her şey çok ağır. Hamleye kalkan oklavalar ve oklavalara yapışan hamurun canhıraş sesi. Anne kız gibiler. Oklava ile hamur. “Lütfen vurma” diye annesinin eteklerine yapışan bir çocuk kadar çaresiz hamur. Belki bir tek dünyanın bu tarafında vardır böyle çaresizlikler. Öteki tarafın çocuklarına bunu anlatsam dehşetle büyür gözbebekleri. Oysa merhamet en çok bu tarafın annelerine yakışırdı.-
Kadın kalkıyor ocağın başından. Payına düşen kurutulmuş yufkaları bohça ediyor. Eşikteki ihtiyar oracıkta uyuyakalmış. Tespihi düşmüş elinden. İki köpek tespihi kaptıkları gibi aşağı mahalleye doğru uzuyorlar. Akşam oldu şimdi. Kadın da aşağı mahalleye doğru seğirtiyor. Etrafta kimsecikler yok. Taş kaldırımda tıkırdayan takunyalarının sesinden ürküyor. Daha mavimsi bile olmadı sokak. Henüz aydınlık sayılır ama o ürküyor. Onu takip ediyorum. Kollarım dirseklerime kadar una bulanmış. Burnumda o yanık kokusu. Bir bahçenin kapısını usulca açıyor kadın. Hayalet gibi süzülüyor içeri. Avludaki çalı yığınının üzerindeki çamaşırları topluyor birer birer. Öteki elinde hala yufka bohçası. Bir anda mavimsiliği atlayıp, kara donunu giyiyor gece. Şimdi kadın evin içinde. Ben de. Nasıl oluyorsa işte.
Sofanın kapısında dikiliyorum. Kadın yerde. Ayağına bağladığı iple, döşeğin ayak dibindeki tahta beşiği sallıyor. Öteki ayağı, üzerindeki adamın elinde. Ve adamın diğer kocaman eli kadının boğazında. Her şey garip bir ahenk içinde. Sallanan beşik, kadının üzerindeki adam. Beşik ters yana devrildiğinde adam geri çekiliyor. Beşik kadından yana devrildiğinde adam kadının üzerine kapanıyor. Pencere hepsinin arkasında. bir parça Allah gibi; her şeyi görüyor. Kadının yüzü bir karanlık, bir aydınlık. Beşiğin başındaki tahta halkalar şıkır şıkır…Sonra kadının öteki ayağını kenara bırakıyor adam. Eli hala kadının boğazında. Boşta kalan diğer eliyle süt dolu memeyi kavrıyor. İşte o zaman bağırıyor kadın ve beton zemini yumrukluyor. -Yere aşağı bir yıldırım iniyor o an. Beton kırılıyor, toprak ayrılıyor. Kökler ve taşlar ve fosiller kenara çekiliyorlar. Yıldırım hiçbirine dokunmadan cehennemin merkezine iniyor. Ateşe. Ateş coşuyor. Böyle böyle büyüyor cehennem.- Beşiği daha hızlı sallıyor kadın. Daha hızlı, daha hızlı. Boğazdan gelen hırıltılar. Süt kokusu sofada. Halkalar şıkır şıkır. Süt dolu meme mosmor, adamın kocaman elinde. Ben öylece duruyorum kapı eşiğinde. Zınk diye duruyor kadının beşik sallayan bacağı. Kaskatı, upuzun. Adamın iniltileri iğrenç, kaygan bir sıvı gibi akıyor karanlığa. Beşik bir iki yalpalıyor, sonra o da duruyor. Adam da duruyor. Süt de duruyor. İçimden bir şarkı geçiyor. Lanet içimden ansızın bir şarkı geçiyor ve o şarkıda bir kadın yok.
Geri geri gidiyorum geldiğim yere doğru. Yufka açtığımız avluya. Yerime oturuyorum. Yufka dağının yamacına. Su dökünmeye giden kocakarıdan başka kimse kıpırdamamış yerinden. Yalnız, ocağın başında bu sefer annem var. Oklavaya sarılı yufkayı kızgın saçın üzerine sererken bana bakıyor. “Gebermeyesice” diyor “Yine nerelerdeydin?” Bir kere gözlerimi kırpıyorum. “Annesinin bir tanesi, nerelerdeydin?” Bir kere daha gözlerimi kırpıyorum. “Allah ahrebebeytek! Allah ahrebebeytek!” Parmağını Ölmezler Evine doğru uzatıyor. “Hayır anne, hayır! Allah senin evini yıktı. Bak benim evime, şu güzel eve bak!” Arkamı dönüp parmağımla işaret ettiğim yere bakıyorum. O koca binanın yerinde uçsuz bucaksız bir mezar var. “Nasıl olur” diyorum. Annem yaşmağını yüzüne çekiyor. “Artık senin Allah katında geçerli bir nikahın yok.” Son yufkayı saçın üzerine sererken, yine o iğrenç ağlamasını yapıyor. Öteki kadınlara bakıyorum. Hepsi koca birer dere taşına dönüşmüşler. Durduğumuz yer de caminin avlusu değil artık. İkimiz diz dize kumun üzerine oturmuşuz. Ellerimiz göğsümüzde bağlı. Öylece bakıyoruz birbirimizin gözlerine. Güneş pırıl pırıl tepemizde. Aniden gülümsüyor. “Annesinin bir tanesi” diyor. “Nerelerdeydin. Bütün sabah seni aradım.” Sonra başımı göğsüne bastırıyor. Gözlerim karınca gözü gibi, kocaman, korkunç ve belirsiz bakışlı. Gözlerimdeki yarım dairenin kadrajına giren her şeyi görebiliyorum. Bir kilometre ötemizde, kumu girdap girdap oymuş garip böcekler var.
Babam elinde bir sepetle geliyor yanımıza. Ağzında sönmek üzere olan uzun Samsun. Sepetin içinden çıkarttığı ekmeği ikiye bölüp bize uzatıyor. Sonra tekrar sepete daldırıyor elini. Avucu genişliğinde kara bir taş çıkartıyor içinden. Gülümseyerek bakıyor bize. “Buyrun, afiyet olsun” diyor. İlk o ısırıyor elindekini. Ağzından kanlar sızıyor. -Babam hep açtı. Gece yarısı tencere kapaklarının usulca açılıp kapanmasını duyardım. Dolaptaki dört tencerenin kapağı açılır, hemencik kapanırdı. İşte bu ses, yani bu tencere kapağı sesi tarifsiz bir acıdır. Babam tencerelerin boş olduğunu görünce, sessizce merdivenleri çıkar, çatı katındaki sedirine kıvrılırdı. Ağlardım, uyurdum. Annem odasının penceresinde sigarasını tüttürüyor olurdu o sıra. Zaman aç açına geçip giderdi bizim evin sofasından. – Ekmeğini iştahla ısıran anneme nefretle bakıyorum. “Bana bunu yapma, öyle düşman gibi bakma” diye homurdanıyor lokmasını çiğnerken. Öyle çirkin, öyle çirkin…
“Hadi kendine gel. Allah rızası için be yavrum! Bana bunu yapma!
Karanlık perde perde dağılıyor. Yine de net görüyor değilim. Omuzlarımdan kavrayan iki koca el beni hoyratça sarsıyor. Bu kaçıncı böyle. Artık neredeyse kendiliğimden uyanıp, pencereden sızan ışığa yüzümü döndüğüm gün hiç yok.
YORUMLAR
Hoş geldin gülüm...hoş geldin...senin sıradan dediğin şeylerin birçoģu sırtımızdaki kambur aslında...kaya gibi oturmuş kalbimize ağır ağır taşlar...ne nefes aldırıyor, ne de yerinden kımıldıyorlar...vasiyetimizdir: mezarımızı bu taşlarla örsünler!..
Bu hayatta en tehlikeli duygunun merhamet olduğu söyleniyordu bir yerde...doğrudur, bir insanı en zayıf, en savunmasız merhametinden kıskıvrak yakalarsınız çünkü...en elverişsiz, kötü şartlarda bile bu zaafınıza yenik düşersiniz...merhamet!...acıların gelişigüzel üst üste yığıldığı ve kapağı açılmamak üzere kilitlenen o derin kuyu...
Demir ateşe girmeden çelik olmuyorsa biz neyiz o zaman Aynur?
"Bu hayatta kendinden başkası olamıyorsun" diyor bir replik...oysa bizi karınca gibi ezip geçen yığınla düşünce var aklımızda...bizi bizden götürüp, sağa sola savuran...yunmuş, yıkanmış; kazması ve küreği elinde kuyusunu kazan sözcükler...
sevgiyle yürektesin gülüm...