IHINCIK
IHINCIK
Yaz sıcakları Çukurova’nın o verimli topraklarında çoktan hakimiyetini kurmuştu. Köyün sakinleri sıcaklara aldırış etmeden tarla işlerini tamamlamak, o yılki ürünlerini elde etmek için sabahın erken saatlerinde uyanırlar ve tarlanın yolunu tutarlardı.
Yaz mevsimi bu köyde yaşayanlar için bir ıstırabın, bıkmışlığın habercisiydi çünkü nisan ayından itibaren birbiriyle iki sevgili olan nem ve sıcaklar, sevişmelerini eylül sonlarına kadar bitiremezdi. Nem ve sıcağın bu aşkı köyde yaşayanlara günlük iki şalvar iki de gömlek değiştittirirdi.
Sabah, köyde kapıları erken çalardı. Halk yaz aylarında saat dört gibi uyanır, beş olmadan tarlada karıklar arasındaki yerlerini alırlardı. Erken saatte işbaşı yapmanın iki nedeni vardı: Birincisi ve en önemlisi Çukurova’nın cehennemden farksız olan sıcaklarının öldürücü etkisinden korunmak, ikincisi işleri erken bitirip ev işleriyle ilgilenmekti.
Köy, Torosların eteğinde bulunmasına rağmen Toroslardaki serin hava, bu köye yaz aylarında cimri davranır ve serinletici etkide bulunacak bir rüzgarı bile burada yaşayan insanlara çok görürdü. Köylüler sıcaklardan bir nebze olsun kurtulmak için evlerinin çevrelerine yaptıkları çardaklarda yaz aylarını çıkarırlardı. İnsanlar sıcağın işkencesini biraz hafifletmek için gün boyu dışarıda oturur, dışarıda yer, dışarıda uyurlardı.
Köylülerin en büyük eğlencesi öğle sohbetleridir. Akşam vakitlerinde insanlar yorgun argın, eve döndükleri için herkes yemekten sonra yataklarına girmeyi tercih ediyordu. Onun için sohbetler öğle yemeklerinden sonra çaylar yudumlanırken yapılırdı. Burada, sıcaklar sadece toprağı kavurmuyor, insanların derilerini de simsiyah yapıyordu. Aslında bu havanın olumlu tarafı da yok değildi: İklim Çukurova’yı ısıtmakla kalmıyor, buradaki insanlarında içini ısıtıyordu. Yöre insanı sıcaklığını belki de güneşten aldığı için köylülerin sohbeti daha bir doyurucu olurdu.
Köyde kadın, kız, çocuk ayrımı yapılmaksızın herkes tarlaya gider ve orada akşamı ederdi. Her gün iki-üç kilometre uzaktaki tarlaya sabahın ilk ışıkları yeryüzünü okşamadan varırlar, son ışıkları da yeryüzündeki tacizini bitirdikten sonra evlerine dönerlerdi.
Yalnız bir kişi tarla işlerine koşturmaz, işe gidenleri de biraz memnun bir tavırla uzaktan izlerdi. Dededen kalma dürbününü yanından hiç eksik etmeyen Ahmet emmiden başkası değildi bu. Ahmet emmi, orta boylu, beyaz tenli, sakızı kıskandıracak kadar beyaz ve gür saçlı, her anını espri yapmakla geçiren elli beş yaşlarında biriydi. Öğle sohbetlerinin vazgeçilmez adamı olan Ahmet emmi, gelen herkesin karnını bir şekilde doyurur, onun hoşuna gideceği lafları verir ve onu memnun bir şekilde göndermeyi bilirdi. Herkes onun bu cömertliğine, güzel sohbetine hayran olduğu için hemen her öğle, evinde bir misafir bulunurdu. Tütün kesesini kara şalvarının cebinden çıkarıp, kağıdı tütüne sarıp, o özene bezene sardığı tütünü bir kibritle yaktıktan sonra “Bir gün …” diye başladığı sözlerin lezzetini çıkarmayı da o sözleri dinleyenlere bırakırdı. Ahmet emminin elli beş yıllık ömrü boyunca terk edemediği tek zevki vardı: Tütün içmek. Bu alışkanlığı bir kez olsun bırakmaya bile yeltenmedi. Tütünü hayatı boyunca edindiği tek sadık dost olarak nitelendirirdi. Aslında bu dostu yüzünden çevre evlerden tarlaya gidenleri yataktan izlemek zorunda kalmıştı. Çünkü biricik dostu, Ahmet emminin damarlarını tıkamıştı ve geçen ay ayak bileğinden sonrasını kangrene hediye etmişti. Şimdi ise ameliyat yeri mikrop kapmasın diye sargılı bir halde, geniş bahçede, bir sedirin üzerinde tarlaya giden köylüleri izliyordu.
Güneş tam tepede Leyla’nın güzelliğine bürünmüş, önüne çıkan herkesi Mecnun sanıp yakıp geçiyordu. Bu saatlerde değil çalışanlar, gölgede dinlenenler bile vücutlarından akan terlere hakim olamıyordu. Sadece yaprakları oynatmaya gücü yeten bir rüzgar, serinletme etkisinden çok uzaklaşmış, güneşin yalanlarına kanarak o da güneşin savurduğu sıcağı yeryüzündekilere dağıtmakla görevlendirilmişti. Ahmet emmi hem sıcaklara hem de tarlada çalışanlara sövüp duruyordu. Çünkü evdekilerin hiçbiri tarladaki işleri kendine danışmamış, hepsi tüm işi kendi akıllarınca yapmanın peşindeydi. Küfürlerinin zirve yaptığı bir anda arka taraftan gelen bir hışırtı dikkatini dağıttı.
- Geçmiş olsun Ahmet Agam!
Ahmet emmi, kafasını sesin geldiği yöne doğru çevirince kendisine doğru sırıtarak gelen bir kadın gördü ve ancak:
- Oooo!
Diyebildi. Ağzından sadece bu söz çıktı çünkü gelen kişiyi tanıyamamıştı. Kadıncağız bu durumu anlamış olmalı ki:
- Ne o, tanıyamadın herhalım? Hacı Sami’nin gızı, Şükrü’nün avradı Sakine’yim.
Sakine’nin bu zamansız gelişine aslında Ahmet emmi biraz şaşırmış ve bir anlam da verememişti. Çünkü günün bu saatlerinde köy evlerinin hemen hepsi bomboştur. Ev halkının tamamı tarlaya çalışmaya giderdi.
Sakine, kırk yaşlarındaydı. Siyah, kıvır kıvır olan o güzel saçlarını aynı renkte olan bir yağlıkla özensizce örtmüştü. Saçlarının bazı kıvrımları yüzüne dökülüyor, bu da ona ayrı bir güzellik katıyordu. Belki de bunun farkında olduğu için saçlarını bilerek düzeltmiyordu. Üzerinde parlak kırmızı ve sadece gezmeye giderken giydiği dar bir gömlek vardı. Gömleğin içinde, gömleğin düğmelerini koparmaya çalışan iki koca göğüs yatıyordu. Altında ise siyah renkli üzerinde küçük gül desenleri olan bir şalvar…
Ahmet emminin gözleri Sakine’nin gömleğinin düğmelerini kırarak serbest kalmak isteyen iki göğüse takıldı. Terden sırılsıklam olan gömlek o koca göğüsleri daha da belirgin hale getirmişti. Ahmet emmi gözünün önüne böyle bir tabloyu çizdiği için belki de ilk defa havadaki sıcağa bu kadar sevinmişti. Biraz aceleci bir tavırla:
- Gel Sakine, gel.
Ahmet emmi biraz toparlandı ve Sakine’ye oturacak yer gösterdi. Bahçeye sandalye koymadıkları için Ahmet emmi oturduğu sedirin bir ucunu Sakine’nin oturması için açtı. Sakine de biraz utangaç, Ahmet emminin oturduğu sedirin kenarına sığmaya çalıştı. Sakine’nin geldiğinden beri onun yüzünde değişmeyen tek şey anlamsız, tuhaf bir tebessümdü. Ahmet emmi bir yandan bu tuhaf tebessümün sırrını çözmeye çalışırken diğer yandan da Sakine’yi daha iyi görebilmek için kendi açısını da değiştirdi.
- Şükrü napıyo, nasıl?
- Aman, boynu altında galsın, her işi başıma yıkdı, gendi de gayfiye getti.
- Bak sen şuna ya, ben onun gulağını çekerim, dur sen. Tarliye ne ekdi bu sene?
-Valla ilkin buyday ekdi, sonra bir ara fısdık ekmiye düşündü, sonra da garpuz ekiciydi amma mazot yükselince…
Sakine konuşuyor ama Ahmet emmi Sakine’nin kurduğu cümlenin bir tanesini dinlemiyordu. Ahmet emminin gözleri Sakine’nin o kocaman memelerindeydi. Sakine’nin nefes almasıyla kalkıp inen göğüsleriyle Ahmet emminin de başı aynı ritimde kalkıp iniyordu.
Sıcak, her metrede kendisini gösterirken Ahmet emminin içinde ayrı bir ateşin sıcaklığı vardı. Vücudundan terler akıyordu ama bunu hiç umursamıyordu. Onun gördüğü ve vücudunu etkileyen tek şey Sakine ve onun göğüsleriydi.
Sakine:
- Sen nasılsın şindi?
Ahmet emmi tarif edemeyeceği bir rüyaya dalmıştı ve ayrı bir semada yüzüyordu. Onun bu rüyasını Sakine’nin aynı sorusu böldü:
- Sen nasılsın şindi?
Ahmet emmi:
- Hı?
Bir müddet bekleyen Ahmet emmi vaktin ne kadar geçtiğini, Sakine’nin ne kadar konuştuğunu anlayamadı.
- Ha, ya işte ben de bir parçiyem, nasıl olak…
Aslında Ahmet emmi konuşmak istemiyor, direkt olarak Sakine’nin elini tutmak istiyordu. Bu istek de Ahmet emminin içindeki alevi daha da yakıcı hale getiriyordu. Bu alev de tüm bedenini sarıyor ve onu çıldırma noktasına getiriyordu. Kadının her nefes alışı Ahmet emmi için bir davetiye, her damla teri de içindeki ateşi daha da alevlendiren bir damla benzindi. Ahmet emmi artık çileden çıkmıştı. İşin sonu neye varırsa varsın bu kadına dokunmalıydı. Onun için muhabbetin rotasını da kendi belirlediği bir istikamete çevirmeliydi. Boğazını temizledikten sonra:
- Ya, bizim garı da yaşına başına bakmaz, her boka goşturur. Sanki gendi her işi dört dörtlük yapabiliyo.
Sakine:
- Hele ne var ımış Hacer abılamda. Ne güzel avrat işde. Her bir ev işden alıyo.
- Hah, her bir ev işinden anlıyo amma gadınlık işinde tökezliyo.
Ahmet emmi dümeni istediği tarafa kırmanın coşkusuyla bir cigara sarmak için elini cebine attı. Yıllardır yaptığı aynı muntazam hareketleri yine büyük bir beceriyle yaptı ve cigarasını sardı. Kibritinin çıkardığı alev içindeki yangınla mukayese bile edilemezdi. Bu ara gözleri yine kadının göğüslerine takıldı. Şimdi Sakine’nin gömleğinin yerinde olup o koskocaman vücudu sarmak için neler vermezdi. Ya da Sakine’nin boynundan göğüs arasına sakin sakin akan bir damla ter olmak için… Cigarasından çektiği her bir duman sadece ciğerlerinde dolaşmıyor damarlarının en uç noktalarına bile gidiyordu. Konuya iyice girme niyetinde olduğu için ağzından çıkan cümle şu oldu:
- Sen herifinen nasılsın, görevini yapabiliyo mu?
- Aman, Ahmet Aga, bizimkinin ne zaman canı çekerse işte o zaman herif oluyor; canı istemezse de anca bir püsü (kedi).
Ahmet emmi suya bir olta atmıştı ama oltaya bu kadar çabuk ve büyük bir balığın düşeceğini asla tahmin etmemişti. Hayatı boyunca bir cigarayı bitirmeden atmamıştı ama bu lafı duyunca cigaradan bir nefes daha çekmeyi bile gerek görmeden cigarayi iki parmağının arasına alıp uzağa fırlattı. Çok önemli bir soruna ışık tutmak veya ciddi bir devlet meselesini çözmek istermiş gibi sert bir tonla Sakine’ye sordu:
- Bak hele, siz o işi hangi sıklıkla yapıyonuz?
Ahmet emmi artık yüzsüzlüğün son noktasına çokta tırmanmış, olup bitenleri, olacakları tahmin etmeye başlıyordu bile.
- Amaaan! Dedim ya bizimkinin canı ne zaman isterse. Siz ne sıklıkla yapıyonuz?
Kadının bu son sözü artık Ahmet emminin zaferinin bir marşı gibi geldi kendine. “Bu gadar düzgün ve gulağa hoş gelen bir cümleyi Garacaoğlan bile uyduramazdı.” diye geçirdi içinden. Birden ciddileşip kaşlarını çatıp kadının gözlerine bakarak:
- Valla garı bana barnaanın ucuynan deysin, yeter. Ondan sonrasını bana bırakır. Yani gumandayı bana verir anliyecen.
Kadın siyah yağlığının göğsüne düşen uçlarından birini tuttu. Bu uçları çatlak dudaklarının arasında gezdirirken işaret parmağını öne çıkarıp Ahmet emminin koluna değdirir ve
- Ihıncıık! O zaman, der.
YORUMLAR
Öykünüz güzeldi ama çok fazla anlaşılamama ve anlatım bozukluğuna düşme kaygısı çekmişsiniz. Bu biraz da okurun zekasına güvenememekten kaynaklanır. Daha çok öykü ve roman okumak sorunu çözecektir.
Tebrik ederim. Saygılarımla.