- 718 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Yaşanası Şehir
Yaşanası Şehir
Bir yapboz gibi şehirleri oluşturan birçok unsur var. Bir parçası eksik olursa resmin bütünü bozulur. Çok güzel bir resim olsa da o tek parçanın eksikliği illaki aranır. Şehirdeki bir aksaklık genele sirayet eder ve ahengi aynı bu şekilde bozar. En basit haliyle dünya seyrüseferinde gezeleyen insanoğlunun barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarının karşılandığı, sosyalleştiği büyük yerleşim alanlarıdır şehirler. Daha ileri boyutta medeniyetlerin ana merkezleridir. Ayrıca dünyaya sığabilmenin bir çözümüdür. Tabiatın içinde maddi bir inşanın yanında insanoğlunun gereksinmeleri içerisinde barındıran, huzur vermesi arzulanan, manevi yönü de olan büyük yerleşkelerdir. Ayrıca iklimin, dinin, ticaretin, denizlere, suya yakınlığın etkileriyle de şehirler inşa olur. Ahenk ve nizam üzerine olan şehirler tarihin derinliklerinden günümüze taşınan yaşam alanlarıdır. ‘Kadim Şehir’ tanımlamasının içini dolduran şehirler gibi özel alanları da vardır bir yerlerde.
Tarihiyle, kültürüyle, mimarisiyle aynileşmemiş, aksine kendi kimliğini yakalamış, arzulanan şehirlerdir bunlar. Kokusu, sesi ve rengi ile farkındalığını göstermiş şehirler. Şehir hayatında kazanılan, sunulan geniş imkânlarla beraber müdavimlerinin eğitildiği, amiyane tabirle ıslah edildiği yaşam alanlarıdır. Şehirlinin karşılıklı etkileşimleriyle edindiği kültürü, medeniyeti ortak bir potada harç edip paylaştığı değerler bütünü. Toplumu oluşturan en temel unsurlardan biri olan şehirli bireyin arzu edilen bir medeni seviyede, hayat standardında olması arzulanır. Ayrıca İbn-i Haldun; ‘Rızık nüfusa değil, nüfus rızka tabidir’ bakış açısı olması gereken bir olgu olarak bize ses veriyor.
Şehirlerin sürekli değişen demografik yapısı, anıların, yaşanmışlıkların üzerinden silindir gibi geçiyor maalesef. Nasıl ki beden ve kalp insanın eviyse, ülkelerin, insanlığın büyük evleri de şehirlerdir. Şehirler insanoğlu gibidir. İnsanı hem taşır hemde saklar. Kimilerinin özlemidir. Kimilerinin ise kurtulmaya çalıştığı yaşam alanı. Jean Paul gibi söyleyecek olursak; ‘iki şehir arasındayız. Biri bilmiyor bizi, öteki artık tanımıyor’ türünden yaşanılan bir ikilem kimilerine göre.
İbn-i Haldun, Mukaddime’de en küçük toplumsal birim olarak aileden, devletleşmiş toplumlara kadar insan birlikteliklerinin bir arada bulunma hâlini, dayanışma (asabiyet) kavramıyla açıklar. Toplumsallığı sosyolojik bir kavram olarak gören ve asabiyetin büyük ya da küçük toplumsal birimdeki üyelerini birbirine yaklaştıran, bu ülkeye ‘biz’ bilinci veren dolayısı ile toplumu mümkün kılan bir ilke olarak görür. Bu, günümüz şehirlinin arzulayacağı bir değer olmalıdır.
Göçebelikten yerleşik hayata geçişle beraber inşa olan şehirler, medeniyet (ümrân), coğrafi şartlar, sosyal hayat, iktisat, üretim, yönetim gibi onlarca olguyu içerisinde barındıran bir birliktelik hüviyetinde. Şehirleşme ile gelişen ümrân ilmi, devlet, siyaset, iktidar gibi birçok örgütlenme ortaya çıkarmıştır. Her devlette farklılıklar gözükse de devlet yapılanması, işlerin düzeni, kanun, yasa ile şekillenerek hayatiyetini sürdürmekte. Bundandır ki sosyoloji bilimine daha çok görev düşmesi.
Şehirleri, ülkeleri, imparatorlukları inşa eden ruh kadar bunların yıkılması, gerilemesi ve dahi yok olması da bir gerçekliktir. Devletler de zamanı gelince ölümü tadıp hitâma ererler. Devletlerin ve şehirlerin yıkılmasında, yok olmasında bunun için mücadeleler, felaketler ve savaşlar şeklinde birçok etken vardır. Bu olasılıklardan birini İbn-i Haldun şu şekilde ele alır. ‘Coğrafi şartlardan dolayı göçebe bir toplum, şehir veya kasabalarda yaşayanlara üstünlük sağlayarak onların yurtlarını ellerinden alması tabiîdir. Bedevîlerin başarıları ve bir araya toplanmaları, birlik ruhundan kaynaklanır’ Bu durumu günümüze uyarlayacak olursak bu hâl ve şartlarda şehirlerin el değiştirmesi mümkün olmaktadır. Kimliklerinde, kültürlerinde değişimlerle beraber devamlılık görülebilmektedir. Çiçero’ya sormuşlar; ‘Roma imparatorluğu nasıl yıkıldı?’ ‘Bilgisizdik ve çok konuşuyorduk’ diye cevap verir. Bu bağlamda şehirler, insan gibi canlı bir künyedir. Kısa veya uzun ömrünü tamamlamaktadırlar. Yıkılsa da yakılsa da gerisin geri değişime uğrayarak yeniden inşa olur ve yeni bir ruhla, kimlikle hayatiyetini sürdürebilir ya da tarihin derinliklerinde bir höyük başında yerini alır.
İnsanlarda hep bir ideal şehir tasavvuru ve tahâyyülü vardır. Şehir ve şehirli arasında bir bütünlük ve idealize bir etkileşim hep aranır. Şehirleri tabiattan koparmadan, iç içe yaşama tılsımlarını işlevli kılma gayretleri azda olsa olagelmiştir. Çimento, kum ve taşın birleşimiyle şehrin kimliğinin ve ruhunun oluşturulamayacağını herkes bilir. Sadece paranın kölesi olan betonarme anlayışını ve sanatsızlık kabalığını söyleye söyleye yanlışı kanıksama hatasına düşmemek gerekiyor belki de. Haris bir inşaatçı veya emlakçının insafına kalmamak gerekmez mi? Son yıllarda toplu sitelere verilen isimlerin hep tabiatı çağrıştırması, bir satış stratejisinin yanında beklentilere çare gibi sunulan aldatmacanın trajikomik bir örneği. Maalesef büyümeye devam eden şehirler, çözülmesi gereken sorunlarıyla beraber yoluna devam ediyor.
Şehir kimliği, yaşanılan şehri tanıma ile başlar. Şehirliler arasında, müşterek bir mefkûrenin tesis edilmesi illaki beklenir. Şehrin kimliğini ve ruhunu taşıyan eserlere odaklanıp özgün olanı yaşatma ve inşa etme çabası olmalıdır. Şehir siluetini muhafaza etme ve silueti zenginleştirme çabası arzu edilir. Tarih boyu uygulanan ‘Şehir Planı’ denen olgunun ve ‘Sakin Şehir’ arayışlarını bu tılsımlardan sadece birkaçı olarak görebiliriz. Şehirlerin kimliğinin oluşmasında önemli bir yer tutan kültür ve tarih metodolojisine şehir sakinlerinin, aydınlarının malik olmaları beklenir. En azından yaşanılan şehrin tarihi, kültürü, çarşısı, folkloru gibi özellikleri bilmek, yaşanılan şehri içselleştirmek gerekmez mi?
Şehirlerdeki beklentiler farklı farklıdır. Kimisi sakinlikte kendini bulurken kimisi kalabalıkları bir motivasyon aracı olarak görebilir. İlhan Berk’in, ‘Budapeşte’nin sokakları yok. Büyük bir cadde gibi. Hele hiç çıkmaz sokağa rastlamadığım için üzülüyorum. Şehirler çıkmaz sokaksız nasıl sevilir’ değerlendirmesindeki sevme şekli farklı bir örnek mesela. Kültür ve sanatla iç içe, medeni, adil, hayvanları ve çevreyi gözeten ideal şehirlinin yanında, İsmet Özel’in ‘Şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin pahalı zevklerinin insanı, ucuz cesaretlerin’ doğru eleştirisi bir gerçeklik olarak önümüzde duruyor maalesef. Şehirlerin sağlıksız gelişmeye, hormonal büyümeye karşı merhum Aliya İzzetbegoviç’in de eleştirisi var. ‘Şehirler büyüdükçe, gökyüzü daralmaktadır’
Şehre göçen köylü, taşralı insanın kültürünü şehre taşıması da bir vakıadır. Hemşericilik olgusunun da şehirlere kattığı artı değerler muhakkak vardır ama köy kültürü bulunduğu yer de yani köyde daha çok kıymetlidir. Köylerden göçle beraber kalabalıklaşan şehirlerin köyleşmesinden ziyade adaptasyon, şehre uyum illaki aranmalıdır.
Şehir ve şehirliği imgelediğim ‘Kapital’ şiirimin bir bölümünde şöyle seslenmiştim; ‘Şehir; taşraları birleştirmekle şehir mi kurulur?/ şehirleri sıksan onlarca taşra doğurur/… ‘Şehirli; denize gidemiyoruz madem/ ondandır hepimizin baş tacı gökyüzü’
Şehirleri, yaşayan müdavimleriyle, mimarisiyle, estetikliğiyle, mutlu huzurlu kılmanın yol ve yöntemleri aranmalıdır. Tarih içerisinde hoş bir seda olarak kalma şiarı olmalıdır. Gerek barınma gerekse de besin zincirindeki aksaklıklar ve yetersizlikler, trafik, pahalılık, geçim darlığı gibi sorunlar çözüm bekliyor. Şehirlerdeki ‘beton ve kültürel kirlenme’ sorunsalına karşı ciddi şekilde eğilmek gerekiyor. Mimaride, şehrin değerlerinde geleneksel olanla çağdaş olanı estetik süzgeçten geçirip güzelleştirmek ve bütün bunları felsefe boyutuyla ele almak doğrusu olacaktır. Şehirlerdeki uyulması gereken kurallar dahi şehir kültürünün başat kıstaslarından olmalıdır. Şehirlinin hâl ve tavırlarını efendileştirip ve her daim erinci arayan olma amacını -ortak değerler üzerinden- edinmek gerekiyor. Dünyayı güzelleştirmek gibi bir yük varken sırtımızda sorumluluktan kaçamayız. Şehirleri beton yığınlarına peşkeş çekme hastalığımızdan kurtulmak gibi bir çabayla işe başlayabiliriz.
İlkay Coşkun
Şehir Defteri Dergisi
Sayı 4, Kış 2021
YORUMLAR
Harika bir yazı...dolu dolu şehrayin dokunuşları vardı.Neye ekik neye tamam demeyi öğrendiğimiz kalabalıklar...Maddi kazançlar için yitirdiğimiz onca değerler mezarlığı şehirler...yıllar önce böylesi bir sancı da ben çekmiş "Siz Hiç şehir Oldunuz mu?" isimli bir yazı kaleme almıştım.Ne de çok aynı şeyler hakkında dertlenmisiz.Saygılar ve dahi tebrikler