- 864 Okunma
- 8 Yorum
- 3 Beğeni
Kur’an müslümanlığı mı cahil cesareti mi?
Zaman zaman emanet aldığım kitapları ‘vaktinde iade edememe’ problemi yaşıyorum. Kütüphanecilerimiz de, sağolsunlar, belki iki yüzün üstünde kitabı sağ-salim iade etmiş olmama rağmen, gözümün yaşına bakmıyorlar. Her defasında ’gecikmişliğimin’ altını çiziyorlar. Bir keresinde artık dayanamadım: "Kitabı çok geciktirmişsiniz" diyen görevliye "Sadece dört gün!" diye sitemli bir cevap verdim. "Çooook!" dedi. Ben de kendisine ’çok’un göreceli bir şey olduğunu hatırlattım. Cevabı şöyle oldu: "Beyefendi, kütüphaneci benim, dört gün çok!"
Geometride, hem de daha yolun başındayken, aldığımız bir derstir: Bir doğru çizebilmek için en azından iki nokta gerekir. Farklı konumda iki nokta. Tek noktadan bir doğru oluşturamazsınız. O doğrunun nereden başlayacağını bilseniz de ne yöne doğru gideceğini kestiremezsiniz. İlk nokta potansiyeldir. Sonsuz tane doğru geçebilir. Herhangi bir yöne giden herhangi bir doğrunun parçası olabilir o nokta. Bu ‘olabilecekler’ potansiyeli, sizi, onun hakkında kesin bir yargıda bulunamaz hale getirir. Herşey izafileşir. Bu nedenle bir noktadan doğru oluşturamazsınız. Doğru çizebilmeniz için nereye doğru gittiğini/gideceğini gösteren ikinci bir noktaya ihtiyacınız olur.
Bediüzzaman, 11. Lem’a’nın 3. Nükte’sinde, sünnet-i seniyyenin ’mânevî bir fırtına içinde’ gördüğü fonksiyondan bahsediyor: "Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. (...) Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok. Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır. Ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum."
Peki sünnet-i seniyye bunu nasıl başarıyor? “Allahu’l-a’lem!” kaydıyla kanaatimi yazayım: Bunu hayatın içinde bize hediye ettiği ’ikinci noktalar’ sayesinde başarıyor. Yani Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın ilk müfessir, ilk muallim ve ilk uygulayıcı olarak ortaya koyduğu anlatım, aynı zamanda yaşama serpiştirilmiş ikinci noktalar... Ve biz (ayetleri de hakikatin metinsel noktaları olarak kabul edersek) Kur’an’dan hayatlarımıza doğruları sünnet-i seniyye sayesinde çizebiliyoruz. Yoksa, tek noktadan bir doğru çizerken yaşadığımız şaşkınlık gibi, nereye gideceğini/gideceğimizi kestiremiyoruz. Mürşidim gibi diyoruz: "Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var."
Sünnet-i seniyyenin otoritesi olmadığı zaman Kur’an ve hayat arasındaki insanî bağ kopuyor. Bu, mü’mini, gündelik yaşamında ’seçeneklerin baskısı’ altında bırakırken; Kur’an’ı da lafız cambazlarının ellerinde korumasız hale getiriyor: "Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok."
Tahrif önce yorum üzerinden olur. Geçmiş ümmetler kendi kudsî metinlerini bu yolla tahrif etmeye başladılar. Sünnetin Kur’an’ın bir kalkanı olması tam da bu noktada. İlginçtir, başka hiçbir ümmet de, ümmet-i Muhammed aleyhissalatuvesselam gibi peygamberinin sünnetini/dersini hıfzetmedi. Bu demektir ki: Kur’an’da beyan buyrulan korunma, sadece lafızların korunması değildir, aynı zamanda o lafızlarla kastedilen manaların da korunmasıdır. Ki bu koruma da bir açıdan sünnetin hıfzıyla olmuştur. Elhamdülillah. Yani Hafîz-i Zülcelal sahabeyi, tabiîni ve tebe-i tabiîni bu hayra vesile yapmıştır. Allah hepsinden razı olsun.
Bugün kurban gibi, namaz gibi, hac gibi amelleri sırf Kur’an üzerinden(!) anlamaya çalışanların nasıl haltlar yediklerini görüyoruz/okuyoruz. Hak mezheplere, güya çıkardıkları ihtilaf için, laf atarken; aslında her densiz bireyi bir mezhep imamının asla olamayacağı kadar cüretkâr kılıyorlar. Yani ahmakların duvarlarını kaldırıyorlar. Aptallara yol açıyorlar. Cahilleri din hakkında hüküm verir yapıyorlar. Bunun bedeli ise, iddia ettikleri gibi ittifak değil, neredeyse birey sayısı kadar yepyeni dinlerin inşası oluyor. Bu inşanın buluşacağı yer de elbette İslam değil ancak ‘panteizm’ veya ‘deizm’ görünüyor.
Kütüphaneci büyük bir hikmetin ucunu gösteriyor bize: Kelimelerin ne anlama geldiğini kim belirleyecek? Kimin ’çok’u geçerli olacak? Otorite spesifikliği giderir. Kur’an’ı anlamada otorite kim olacak? Kelam-ı ilahî tekbir metin olarak aramızda duruyor. Doğru. Fakat metnin ne anlama geldiği noktasında netliği kim sağlayacak? İkinci noktayı kim belirleyecek? Kimin yorumunu kabul edeceğiz? Kardeşlerim, dikkat edin, bu "Kur’an Müslümanlığı" hareketi aslında bir "Kur’an’ı spesifikleştirme" hareketidir. Bunlar, hak için değil, ikinci noktayı sünnet-i seniyyenin elinden almak için hadislere saldırıyorlar. Maksat Kur’an’ı netleştirmek değil bulandırmak. İçinden sonsuz sayıda doğru geçebilir tek nokta haline getirmek. Sonra o doğruların nereye gideceğini de elbette kendileri belirleyecek. İkinci noktayı hevalarına çektiği yere koyacaklar. Şimdi, %90’da ittifak etmiş, %10’u yine bize rahmeten ihtilaflı dört hak mezhebimiz var. Kaleden sağlam duvarlarımız var. Fakat, Allah korusun, din bu ‘yeni nesil müçtehidlerin’ eline geçse, insan sayısı kadar dinimiz olacak. %10’da dahi ittifak etmeyen şaşkınlar göreceğiz.
Cenab-ı Hak cümle müslümanları bu ahirzaman fitnesinin şerrinden korusun. Ayaklarımızı ehl-i sünnet ve’l-cemaatin istikametli çizgisinden ayırmasın. Fırka-i naciyenin gölgesinden başka gölgeye sığındırmasın. Âmin.
YORUMLAR
Merhaba Yazar
Çok uzun yazdım yazdım sildim konu çok hassas ve çok yerli yerinde
aldığım notlar ve derleme kitabımdan bir kısımla katılmak isterim yazıya müsaadenizle;
Vemâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn / “Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik” (21/Enbiyâ Sûresi-107. ayet)
Hükmü ilâhisi, Resûlullah’ın yüce şânını gösteriyor,O’nun güzel isimlerine, emirlerine, O’nun halili ve habibinin sünnetine tutunup şefaatine layık olabilmekten başka, söylenecek hiçbir şey kalmıyor.
Ve mâ erselnâke illâ kâffeten lin nâsi beşîren ve nezîren ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn./ Seni de ancak bütün insanları içeren bir elçilikle rahmetimizin müjdecisi, azabımızın habercisi olarak gönderdik, başka değil, Fakat insanların çoğu bilmezler. (34/Sebe Sûresi – 28. ayet)
Lekad kâne lekum fî resûlillâhi usvetun hasenetun limen kâne yercûllâhe vel yevmel âhıre ve zekerallâhe kesîrâ./ Yemin ederim ki, muhakkak ki size, Allah'a ve son güne ümit besleyip de Allah'ı çokça ananlar için Allah'ın Resûlünde pek güzel bir örnek vardır. (33/Ahzâb Sûresi- 21. ayet)
Yâ eyyuhen nebiyyu innâ erselnâke şâhiden ve mubeşşiren ve nezîrâ./ Ey Nebî (Peygamber), Muhakkak ki Biz, seni şahit, müjdeleyici ve nezir (uyarıcı) olarak gönderdik. (33/Ahzâb Sûresi- 45. ayet)
Bize düşen ise, bize Kendini tanıttığı nispette O'nu tanımak.
Abdiyyet sırrına ermek, Allah kulu olmaktan daha üstün bir derece olmadığını anlamak.
"Abdiyyet sırrı" ki, Hazreti Rasûlullah Aleyhi’s-Selâm, Abdiyyet Sırrı sonucu olarak kendisinde olan Risâlet Sırrı’nın çok üstündeki bir kemâlâta sahip.
Muhyiddin-i Arabî hazretleri, "Bildim ki, Abdiyyet mertebesinden daha üstün hiç bir mertebe yoktur." der. Burada kastedilen Abdiyyet; ilâhi Esmâ’nın gereklerini yerine getirmek sûretiyle, kulluğu îfâdır.
Sadece kul olma şerefiyle şükrederek kulluğu yerine getirebilme güzelliği ve bundan nasibini alabilme saadetidir bu.
Hazreti Ali (radiyallahü anh)’nin dediği gibi; “Bir bölük halk sevap için Allah’a kulluk eder; bu kulluk tacirlerin kulluğudur. Bir bölük de Allah’a korkudan kulluk eder; bu da kölelerin kulluğudur. Bir bölükse, Allah’a şükrederek kullukta bulunur; işte hür kişilerin kulluğu budur’’.
Âlemlere rahmet olan sevgilinin bile O’nun önce kulu sonra resulü olduğunu bilince;
O’nun kulluğunun ne büyük bir şeref olduğunu akıl daha iyi anlıyor.
Her şey söylenmiş aslında sadece idrak edebilmek düşüyor bizlere.
O’nun esmâsına tutunmaktan,
Sevgilisinin (O’nun izniyle) şefaatiyle şereflenmekten,
Ve şükretmekten daha güzel başka bir şey geriye kalmıyor.
Eyvallah var olun
saygı ve esenlik dileklerimle
Aşkar...
GAMLI GÜLZÂR
Her harfi için binlerce teşekkür.
Selam ve dua ile...
Matruşka misali iç içeyiz de kulağımız gözümüze perdelik ediyor. Okumak gözün İşitmek sözün ilmidir. Boşunamı derler söz uçar yazı kalır. Gözden giren ilim kulaktan giren irin olur. Allah Azze ve Celle. Kulun Yer yüzüne gelmesini, anne ve baba diye iki kula tevdi etmiş Sonra amcalar dayılar mahalleli Sokaklar eğitmen öğretmen Giren girene. Bu arada sadece "Peygamber ve Sünnete" gereksiz olarak niteleyen kuşa bakın tutumunun ardından. Allah diyin gerisini bırakın" diyende kusur aramak neden gelmez aklımıza. Allah diyelim tamam da Ne diyeceğimizi bize öğreten Peygamber. Yoksa herkese vahi geliyor da bir bana mı geldi peygamber. Diye de düşünüyorum bazen bazen.
"""Bugün kurban gibi, namaz gibi, hac gibi amelleri sırf Kur’an üzerinden(!) anlamaya çalışanların nasıl haltlar yediklerini görüyoruz/okuyoruz.""""
Burayı görünceye kadar sabretdim ve Hakikaten sabreden zarar etmezmiş. Elhamdülillah
Ve kardeşim Allah razı olsun sizden. Sanki son on onbeş yıldır duymak istediğim cümleyi duymuş gibiyim. Mevlam okurunu bol anlayanını ziyade etsin yazınızın ve Bitmesin hiç, Ümmet için çabanız. (Amin)
Eğer bir tarikata veya ne bileyim böyle biatınız varsa benim dediğimi anlamanız mümkün değil,Eski zamanda kaynak azdı,bilgiler kişilerin ezberindeydi ve bunları yani bildikletini anlatmak zorundalardı,çünkü islamiyet son din.
Şu anda o kadar çok kaynak var ki,öğren ve samimi olarak Rabbine yaklaş,Hangimiz doğru yapıyor bunu Allah dan başkasıda yargılayamaz ,saygılar efenim
belkibirharfimben
Demircioğlu
Psikoloji biliminde "bilinçaltı iletişim" diye bir kavram vardır. Karakter özellikleri kişiden kişiye; hissettirmeden, kişi farkında dahi olmadan geçer. Mizacımız fıtrattan gelir, karakterimiz ise genellikle ve büyük ölçüde anne babamızdan bilinçaltı iletişim yoluyla aldıklarımızdır. Mizaç ve karakterimiz birleşerek kişiliğimizi oluşturur, kim olduğumuzu belirler. Anne babamızın kişilik yapılarından bize geçenler her zaman olumlu özellikler olmayabilir. Bu yapı Allah yolunda yürümek için genellikle yeterli olmaz.
Rabbe daha fazla yaklaşmak için sadece kitaba, kitaplara değil müsait bir kişiliğe de sahip olmak gerekir. Buna en uygun kişilik yapısı ise Efendimizin (SAV) kişiliğidir. O, bu çağda yaşamadığına göre kişilik yapısını; fikir, duygu, inanç, söylem ve davranış alışkanlıklarını ancak sünnetinden ve Peygamberin kişiliğini hayatına tatbike çalışan rol modellerden - az söz, çok hâl- ile öğrenebiliriz.
Hüznümün Hüznü
Allah ile arana kul koyduğun an zaten şirk unsurları başlar.Kişilere biat etmek,onların izinden gitmek,hatta eskilerin otaritesini din diye kabul edip din e sokmak zaten cahilliklerin en büyüğü.
Kuran tamamı ile bir rehber,orada yazan ayetler bize insan gibi yaşamamızı ve geçmişteki hataları bizlerin yapmamasını anlatıyor.Zaten eğer akıllıca düşünürsek normal yaşamımuzdada kanunlar bunu emrediyor.Kuran da ufak bir işareti atlamak o kelimenin anlamını tamamen değiştirebiliyor,örtünme ayetindeki (hımar) gibi,ne oluyor biri alim kesiliyor ve haa bu böyle olmalı diyerek insanlara zulmediyor.
Kuran meallerinde çeviri tam net değil,tefsirlerde biraz daha geniş anlamla anlatılıyor ,oysa batın anlamına gelince orada gerçek ten Kuranın ne kadar mükemmel olduğunu anlıyoruz.
Biz müslümanlar olarak en büyük gafletimiz hazırcı olmamız,araştırma,inceleme ,öğrenme gibi kaygımız yok,yalancı hadisleri din kabul edip hurafelerden bir sığnak ve anlamadan herşeyi kabul eder olmuşuz.
Esas olan bedenimizi ve ruhumuzu bütün kirlerden uzak tutmak,öldüğümüzde doğduğumuz gün ki kadar temiz ve masum olabilmek.İnsanımız arapça yazıyı öpüp yükseğe kaldırır,arapça maç anlatan sipikeri dinleyen yaşlı insanların aminn demesi,hatta Nisa suresini dinleyen dedenin tepinerek ağlaması.
Araştırmadığımız sürece hep zarardayız,Allah bizleri akıl sahiplerinden eylesin,imanımızı korusun
Abdest vücutta ki negatif enerjiyi pozitife çevirmek içindir .Namaz vücudun ihtiyacı olan hareket içindir burada abdestli namaz kılınıyor çünkü negatiften arınmış olarak namaz kılmak ruhun beslenmesi için bir nevi mazottur.Oruç hem bedenin biraz dinlenmesi,sindşrim sisteminin,hem de ruhun huzuru yaşamasıdır.Yani aç kalarak oruç tuttum demek manadan uzak bir davranış.
İslam dini o kadar güzel bir din ki tam anlamı ile uygulansa kimse evinin kapısını kitlemek zorunda kalmaz.
Allah akıl sahiplerini korusun.
Bu dünyada ne hazırladı isek ahiretimiz o dur.Gerçek müslüman lar hepp gizli köşelerden insanlar için dua ederler.Çünkü dünyanın görünen yüzü ve görünmeyen yüzü tamamen farklıdır,
Saygılar selâmlar.
belkibirharfimben
Hüznümün Hüznü
belkibirharfimben
( Geçmiş ümmetler kendi kudsî metinlerini bu yolla tahrif etmeye başladılar. Sünnetin Kur’an’ın bir kalkanı olması tam da bu noktada. )
Buhari, 600 bin hadis arasından ayıklayarak 16 yılda ancak hadis yazabilmişti. 6 bin ayetin olduğu Kur'ana biat dururken sadece peygamberden 250 yıl sonra 600 bin hadisin peyda olmasına hiç şaşırmadınız mı? Rakam korkutucudur.
Sünnet Kur'anın değil; Kur'an, ümmet-i Muhammed'in imanının ve sünnetin kalkanıdır. Size İslam'da hiçbir yeri olmamasına ve hatta dayanağı bile olmayan sünnet adı altında ifa edilen binlerce şey sayabilirim.
Dini belli başlı noktalara indirgemiş ve ötesindeki ayetleri Şeyh'lerine, anne ve babalarına göre yaşayanlara, Allah şöyle seslenir;
-Onlara deki, hiç akıl etmezler mi? Ya öncekiler yanlış yol üzereyseler?
Bir başka ayette;
-Onlar diyecekler ki, biz onlara bizi sana daha kolay getirsinler diye uyduk. Allah kalbinizden geçenden haberdardır. ( kendinizi kandırmayın! )
Müteşabih ayetlere gelince;
-Allah'u tealâ; size apaçık delillerle geldik, der.
Söz konusu anlaşılması zor, bir elin parmağını geçmeyecek ayetleri insanları dinden saptırmak üzere kullananları lanetler. Ve ayrıca hidayet vermeyeceği kullarını da bu ayetlerin saptıracağını söyler.
Anlaşılmaz bir kitap diye hitap etmeniz, tahrif olmasa da eylem dışı bir kitap haline getirir.
Kur'anda nasıl icra edileceği açıklanmayan dediğimiz, 3 bilemedin 5 şey için tüm kitabı sünnet üzerinden yorumlamak bence düşünülmelidir. Kur'an, sünnet üzerinden anlaşılmaz; Sünnet, Kur'an üzerinden anlaşılır.
Yazınıza bir reddiye gibi duruyor. Yanılmayın, lütfen! Kur'anı başka kitap ve uygulamaların arkasına alan tavra reddiyedir.
Sünnet hiçbir şekilde Kur'ana ters düşemez! Kur'an sünnete değil...
Bu perspektiften bakarsanız, bireylerin ilk anlaması gereken şey
fıkıh, tasavvuf vs. insan örüntüsü yazılar değil, İlah'i kudretin sözleridir.
Biz buna eğitim camia'sında tümden gelim deriz. Bunu yaptıktan sonra uygulamaya bakmalıdır. Kur'an, Allah'ın garantörlüğü altındadır, yoksa Allah'ın sözüne inancımız yok mu?
Zira Allah'u tealâ;
-Onu koruyacağım, demiş ise kim tahrif edebilir?
( Yorumlayanlar mı? Ve Kur'ana bakmadan onlara biat edenler mi? Çok haklısınız, o yüzden her birey kendi din'i bütünlüğü ve iman sahihliği için ilk önce o'na bakmalı, o'nu anlamaya çalışmalıdır. Sözde sünnetle yoğrulmuş bazı yorumlarla hareket etmek tehlikelidir. Tahrif edilmiş olabilirler. Burada bir hikaye anlatmak isterdim. ama okurları yormayalım.)
İnsan kelam ve kalemi bu kudrete sahiptir diyebilir misiniz? Sünnet'i günümüze taşıyanlar bozmamıştır, diyebiliyor musunuz? yanılmayın ve insanları Kur'ân anlamak ağır bir meseledire inandırmayın. Zekat'ın nasıl verileceğini okuyup anlamıyorsa "ahmaktır" ve ona din farz değildir. Tembellik edip, duydukları ile yetinenlere gelince;
yine Allah;
-Kim'in gözleri kitabı kutsala kör, kimin kulağı sağırsa cehennemliktir, der.
Okuma yazma bilen ve inanıyorum diyen okumamışsa, kıldığı namazı bir daha bu ayet üzerinden düşünsün...! Ve kimse ilk emrin "OKU!" olduğunu aklından çıkarmasın.
Sonra kim nasıl yorumlamışa bakalım. 600 bin hadis belki şuan 6 milyardır ama Kur'an tek harf değişmeden orada duruyor!
Bu sünneti reddiye demek değildir her sünnet, Kur'ana uygun olmayabilir ikazıdır. Biz biliyoruz ki Allah sözünü tutar ve tek harfi dahi değişmez. Sünnet için söz vermedi...
Yazınız da katıldığım unsurlarda var elbette;
Kimse kendi keyfi çıkarları doğrultusunda Kur'an'ı yorumlayamaz. Yorumlamamalı!
Allah, inananları Kur'anın ışığı dışında bir parlaklıkla aldatmasın inşallah!
Cevap şansı verdiğiniz güzel yazınız için teşekkür ederim. Eminim ki benim söylediklerime katılıyorsunuz. Sizin yazınızda da neyi kastettiğiniz açıktır. Sadece bir parantez açmak istedim.
Saygılarımla
belkibirharfimben
1) İmam Buhari rahmetullahi aleyh Sahih'inde kendi hadis usûlüne göre 'sahih' statüsüne giren hadislerden bir seçki yapmıştır. Onun "Benim kitabıma almadığım hadisler hadis değildir!" diye bir iddiası yoktur. Bu tıpkı şuna benzer: Bir şiir antolojisi yaptınız diyelim. Sizin bir antoloji derlemeniz, "Bunun dışında kalanlar şiir değildir!" anlamına gelmez. Hazreti İmam'ın da asla böyle bir iddiası olmamıştır.
2) Sünnet ve Kur'an aynı kaynaklardan rivayet edilerek gelmiştir. Kur'an da evveliyatıyla yazılı değildi. Sahabenin hıfzında mahfuz idi. Sonrada nüsha haline getirildi. Tutarlı olmak adına şöyle demelisiniz: Hem Kur'an hem sünnet uydurmadır. Hâşâ. Yok, birisini tutup, diğerini atıyorsanız, sorarlar: Aynı pınardan akıp gelen suyun bir bardağı zehir de diğer bardağı nasıl âb-ı hayat kalıyor? Biz diyoruz ki: İkisi de âb-ı hayattır.
3) Cenab-ı Hak, bizzat kendi ayetleri hakkında, Kur'an'da 'ilimde rusuh sahiplerine sormayı' da emreder. Sahabenin birçok defalar Aleyhissalatuvesselam Efendimize ayetlerde geçen ifadelerin anlamlarını sordukları vakidir. O da onlara tefsir etmiştir. Bektaşice, Kur'an'ın yalnız bir yerini, kendinize göre tevil ederek hakikate ulaşamazsınız. Bunun gibi Allah Resulü aleyhissalatuvesselama sorulmasını, bilenlere sorulmasını ve hatta istişareyi emreden birçok ayet var. Bunları nereye koyacağız?
4) Ben size şimdi bir tane ilim dalına ait ihtisas kitabı getirsem ona bile öğretmen istersiniz. Kitabın ne dediğini anlayamazsınız. 14 asır önce nazil olmuş, yazıldığı dili dahi bilmediğiniz, oradaki terimlerin karşılığını okumadığınız bir Allah kelamını elbette tefsirlerden okumak sağlıklıdır. Onu anlamak da çaba gerektirir. İhtisas gerektirir. Eğitim gerektirir. İlmî olarak da bu böyledir. Tıp kitabı almakla kimse doktor olmaz. Doktorluk ayrıca bir eğitim/ihtisas sürecidir değil mi?
Daha cevap sadedinde denilecekler çoktur.
Bu kadarla yetinelim.
Han AKÇADAĞ
Ama izlediğiniz veliler sizi cehenneme de götürür diye altını özellikle kaç defa çizmiştir.
Sünnet'le Kur'an açıklanmaz sevgili abim, Kur'ânla sünnetin ( eylemin ) doğruluğuna bakılır. Asıl olan Kur'an değil midir? Neyin tartışmasını yapıyoruz?
Diyelim ki Kur'anda anlaşılması o kadar derin ve zor hususlar var, tefsir yazan veyahut sünnet üzerinden açıklayan arkadaşımın yetisi ne durumda?
Mirac'a yükselip kutsi bilgileri mi almış?
Kur'anın şifrelerini çözdüğünü iddia eden sapkınlara inandı bu millet.
Yine yeniden söylüyorum;
Mealen veya arapça öğrenerek ilk yapılması gereken asıl kaynağa bakmaktır.
Bir konuyu da düzeltelim; ki insanları dinden çıkarmayalım!
KUR'AN BAŞINDAN İTİBAREN KATİPLER TARAFINDAN ÇEŞİTLİ ŞEKİLLERDE YAZILMIŞTIR.
-- Ezberleyenlerin azalması nedeniyle tahrif edileceğinden korkularak derlenmiş, kitap haline getirilmiştir. --
( Neyin nereye konacağını Cebrail Aleyhisselam bildirmiştir.
Ve Resul bilhassa kendi sözlerini ayırmalarını istemiştir. ))
Derlenmesi ve bir kitap haline gelmesi Halife Osman zamanında yapılmıştır.
Alimliğe bir karşı çıkış değildir bizim kastımız. Kur'andan önce sünnete uzanmak yanlıştır. Onu keyfiyetçi yorumlayanlara yaptığınız atıfta haklısınız.
Buradan şunu görebilirsiniz. Gaybın sahibi uzun arayı da hesap etmiştir.
Sünnet'e iman'la imtihan olmayız. Ama kitaba iman dinin gereğidir, diyerek tartışmayı kapatıyorum.
Emeğinize sağlık
Saygılarımla Harf kardeşim.
belkibirharfimben
Han AKÇADAĞ
Han Bey'in değil her birinin ayet olduğunu göreceksiniz. Kaldı ki vurguladığınız iman'dan imtihan oluyoruz. Yani mesele zaten Kur'ana inanıp inanmama meselesidir. Siz hangisine inanıyorsunuz? Orada kalın!
Öğretmen ve Alim konusuna da gelirsek, ben Allah'tan ziyade alim ve öğretmen tanımam... Siz?
O' zat'ı ali'ye bildiriniz, gerek duysaydı, Peygamber mezhep kurardı...
Tarikat kurardı, cemaat oluştururdu.
Tüm insanlığa inmiş bir dini kamplaştırmak "günahtır!"
Ayet söylememi ister misiniz? Ya da zat'a sorun öyle bir ayet var mı diye.
Bir dinsiz söyledi dersiniz.
Saygılarımla.