- 528 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Bediüzzaman'ın tarikate bakışında tutarsızlık mı var?
Yamuk Bakan Öyküler’de deniyor ki: "Bilgi artan bir hızla çoğaldığı için anlamlı soruları saptayabilmek giderek daha zor bir hale geldi. Mantık tek başına yeterli değildi. İhtiyaç duyulan şey az bulunur türden bir sezgiydi." Bu satırları okuduğumda aklım hemen Ebubekir Sifil Hoca’nın ’entelektüel obezite’ yahut Nabi Avcı Bey’in ’enformatik cehalet’ diye tabir ettikleri şeye gitti. Benzer bir manayı eskiler daha farklı bir vurguyla şöyle isimlendiriyorlardı: ’Cehl-i mürekkep.’ Mürşidim de yine yakın bir makamda şunları söylüyordu: "Çünkü, öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar."
Bediüzzaman Telvihat-ı Tis’a’da da şöyle diyor: "Tarikatte hissesi olmayan ve kalbi harekete gelmeyen, bir muhakkik âlim zat da olsa, şimdiki zındıkların desiselerine karşı kendini tam muhafaza etmesi müşkülleşmiştir." Halbuki biz Bediüzzaman’ı daha çok şu cümlesiyle tanıyoruz: "Zaman tarikat zamanı değildir!" Peki, kurcalayalım, bu iki ifade arasında bir çelişki yok mudur? Yani mürşidimin orada ’öyle’ burada ’böyle’ demesi fikriyatı hakkında bir ’tutarsızlık’ verisi sayılabilir mi? Ben sırf bu ifadelere bakarak böyle bir iddiaya girişmenin yanlış olduğunu düşünüyorum. Zira Bediüzzaman ’tarikat’ dediği her yerde ’tarikate dair herşeyi’ murad etmiyor. Ya? İstimal ettiği her metinde, makama dair ince okumalarla farkedeceğiniz, nüanslar var. Ki mesela şu bahsin "Risale-i Nur’da tarikat kelimesi kaç bağlamda kullanılmıştır?" sorusuna bir parça cevap verdiğini zannetmekteyim:
"Tarik-i Nakşînin üç perdesi var: Birisi ve en birincisi ve en büyüğü: Doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye hizmettir ki, İmam-ı Rabbânî de (r.a.) âhir zamanında ona sülûk etmiştir. İkincisi: Ferâiz-i diniyeye ve Sünnet-i Seniyyeye tarikat perdesi altında hizmettir. Üçüncüsü: Tasavvuf yoluyla emrâz-ı kalbiyenin izalesine çalışmak, kalb ayağıyla sülûk etmektir. Birincisi farz, ikincisi vacip, bu üçüncüsü ise sünnet hükmündedir..." Görüldüğü gibi mürşidimin dünyasında tarikat kavramının birçok ayrı boyutu var. Bu boyutlar ayrı ayrı hikmetleri/hizmetleri deruhte ediyor. Devamında ise yine şöyle diyor:
"Madem hakikat böyledir. Ben tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylânî (r.a.) ve Şâh-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi zâtlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız Cennete gidemez. Fakat tasavvufsuz Cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz. Fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir. Hakaik-i İslâmiye gıdadır." İşte bu metinle daha berrak bir şekilde resmi seçiyoruz.
Bediüzzaman’ın gözünde Ehl-i Sünnet itikadına, ittiba-ı sünnete ve emraz-ı kalbiyenin define hizmet eden yönüyle tarikatlar bu zamanın elzem bir faaliyeti. Çünkü bu faaliyetler her zamanın elzem faaliyeti. Farzlar. Vacipler. Sünnetler. Dolayısıyla vazgeçilmezler. Fakat akaidi düzeltmeden bir mü’minin cennete gidebilmesi mümkün değil. Ahirzamanda ise mücadele daha çok bu alana çekilmiş durumda. Tabir-i caizse: Dinin merkezine küresel bir saldırı var. Her işgalden daha büyük bir işgal mü’min itikadında yaşanıyor. Yani "Zaman tarikat zamanı değildir!" denirken merkez-dışı alana dair uyarıda bulunuluyor. Gayretin bölünmemesi gerektiğini söylüyor. Yoksa "Tarikatleri kapatın!" falan demiyor.
Öyleyse ilk alıntıladığımı cümleyi de şöyle yorumlayabiliriz: Hakka tarafgirliği bir tarikat müntesibi/dervişi seviyesinde olmayanın sırf bilgisi onu kurtarmaz. Çünkü ahirzamanın süfyanî demagojisi kalbi harekete gelmemişlerin ’done’leriyle atlatabileceği basitlikte değil. Ya? Hemen o muhteşem hadis-i şerifi hatırlayalım: "İnsanlar helâk oldu ancak alimler kurtuldu. Alimler de helâk oldu ancak ilmiyle amel edenler kurtuldu. İlmiyle amel edenler de helâk oldu ancak ihlas sahibi olanlar kurtuldu. İhlas sahibi olanlar da büyük bir tehlike içindedirler." Yani ilmin âmele dönüşmesi için bir ’gayret’ gerektiği gibi o gayretin meşru kalabilmesi içinde bir ’ihlas’ gerekli. Bu anlamda Allah’ın ayetlerini az bir karşılığa satanları uyaran Kur’an-ı Hakîm’in ’ahirzamanın entelektüel kulağını’ ayrıca çınlattığını dikkatten kaçırmamalıyız. Dinin bilgisi tek başına sahibini kurtarmaya yetmiyor. Onun hayatı da ihlas çünkü. İhlasın kalpte tutunması içinse ’hakka hak için tarafgir olabilmek’ gerekir.
Mübarek emekleri bin yılı aşmış Ehl-i Sünnet tarikatların tamamı varolsun. Allah kıyamete kadar muazzez ellerini üzerimizden çektirmesin. Onların varlığından veya devamından hiçbir nur talebesinin şikayeti olamaz. Olmamalıdır. Nurculuğu ’tarikat karşıtlığı’ olarak anlayan birileri varsa içimizde, hemen kaşesini basalım, nurculuktan nasibi yok demektir. Kesinlikle bu meslekte değiliz. Sadece ahirzamanın gerektirdiği yoğunlaşmaya dikkat çekiyoruz. Ki buna şimdilerde sadece nurcular da dikkat çekmiyorlar. Ehl-i Sünnet mirasının tehlikede olduğunu düşünen birçok âlimimiz şartlar gereği imanın önemine vurgu yapıyorlar. İtikadî metinlerden dersler sürdürüyorlar. Bu cepheye koşuyorlar. Bediüzzaman’ın da o sözlerden maksadı da işte bu cepheye koşmaktır. Merkezin düşmemesi için kuvvet tahkimidir.
İtikadımız değişmezimizdir. Kimliğimizdir. Zemine tutunan kökümüzdür. ’Olmazsa olmaz’ımızdır. Çınarımızdır. Pergelimizin iğnesidir. Tarikatlarımız, mesleklerimiz, meşreplerimiz dallardaki renklerimizdir. Çiçek çiçek açmamızdır. Çoğalmamızdır. Bereketli süsümüzdür. Değişken yüzümüzdür. Pergelimizin kalemidir. Fırtına geldiğindeyse insan çiçeğine/kalemine tutunmaz. Ya? Çınarına tutunur. Gövdesine tutunur. İğneye tutunur. Biz de ahirzamanın cerbezeli tehlikelerine karşı Ehl-i Sünnet itikadımıza sarılmalıyız. Çünkü fırtına geçtiğinde bağrından çiçekler çıkaracak hayat yine onlardadır. Lakin böyle yapmalıyız diye neden ’bilmediğimizi bilecek’ kadar sezgi-edep öğreten çiçeklere düşman olalım? Gövde çiçeğine düşman olur mu hiç? Cenab-ı Hak ayaklarımızı istikametten kaydırmasın. Âmin.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.