- 336 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çingene Tadında Yaşamak
Akşamdan kalma Hüsnü, yer yatağında yatıyordu. Karısı Naciye birkaç saat önce kalkmış, çocukları okula yollamış sonra evin önünü yıkamıştı. Evdeki beş çocuktan ikisi okula gitmişti. İkisi daha ufaktı. En büyükleri ise boya takımlarını alıp caminin önünde ayakkabı boyamak için sabahın dokuzunda evden çıkmıştı. Evde, Hüsnü, Naciye ve beş çocuktan başka bir de Hüsnü’nün dul anası Şaziye Hanım vardı. O da sabahları erken kalkar, elli yıldır içtiği ve bir türlü bırakamadığı sigarasını tüttürür, dış kapının eşiğine serdiği döşeğin üzerine kurulur, mahalleden gelen geçeni seyrederdi… İşte Menzilahır’daki bu gecekonduda artık öğlen oluyordu…
“Abe Üsnü kalk bakayım artık! Üğlen oldu, millet ep işciklerine gitti, paracıklar kazanmaya... Sen yatarsın mandıra kancığı gibi. Ayde kalk, kalk…” Diye söylendi Naciye. Hüsnü’nün, gece çok şarap içtiği için başı dönüyor, midesi bulanıyordu ve bu nedenle döşekten kalkmak istemiyordu. Bir iki sefer döşekte sağa sola döndü. Gözlerini açtı. Güneş, perdesiz camdan içeri, yattığı döşeğe doğru iyice vuruyordu. Elleriyle kirli sakallarını sıvazladı. Esnedi birkaç sefer. Alkol ve sigaranın geceden beri mikrop ürettiği ağzı, cibre gibi kokuyordu. “Eh anasını be!” Diye geçirdi içinden. “Hay sokayım şarabına da içkisine de!” Diye kendi kendine söylendi. Sonra pencereye arkasını dönüp tekrar uyumak için pozisyon aldı. Naciye onun bu hareketine sinirlendi. İki elinin tersini beline dayadı. Sonra o cırtlak sesiyle bağırdı:
“Abe sana derim Üsnüü! Kalkasın, üğlen oldu diyorum sana eyy!”
Hüsnü gözlerini açtı. Yirmi yıllık karısı Naciye’nin kapkara, ablak suratına baktı. Konuşmak için ağzını açtığında sarıdan da koyu pas rengindeki dişleri ortaya çıktı. Kendi kendine;
“Eh anacım eh! Susmaz bunun çenesi! Kalk Üsnü agacım kalk… Bununla uğraşcana git kurbağa yakala daha iyi be…” Diye söylendi. Naciye bu laflara alışıktı. Çok da önemsemedi. “Üsnü! Paran var mı? Alasın şu bakkalcıdan bir kangal sucuk…” Dedi.
“Yok be! Ne parası olcek bende? Akşamdan züğürtüz anadınmı… Sucuk belki akşama, iş olursa...”
“Kumar mı oynadın sen bakayım? Ne yaptın dün sattığın karpuzların parasını?”
“Abe karı, zate kaç tane karpuz sattık be? Zabıtalar kovaladı, kaçarken epten döktük yarısını… Bir görecen kari; ben kaçarım arabaylan, onlar yayan kovalar peşimden… Öttürürler düdükleri bızık bızık… Karpuzlar yerlerde patır patır patlar... Beygir pat pat sıçar bir yandan… Eyy bi görecen Kıyık Yolu oldu karpuz bostanı gibi… Tam komedi be!” Diye konuşurken bir yandan da gülüyordu. Naciye bu laflara gülmek şöyle dursun aksine sinirlendi;
“Ey Üsnü eyy! Ne yiyecek bu kızanlar şimdi? O kocakari da bekler sofra kurulsun diye…” Dedi.
“Zeytinlen ekmek yesinler be! Ep sucuk, ep küfte olur mu? Nerde o bolluk! İşe çıkarsam biraz toplarım bişeyler... O zaman belki alırım sucuk…”
“Ay senin işini yesinler be! Şu beygirin kıçındaki sinekleri kovalarsın bütün gün! Abe ne yiyecek piçlerin akşama kadar? Bi de dişsiz kocakari başımda, küfteden başka bişeycik biyenmez!”
“Ne bağırıp durursun başımda be! Anla diyoz sana, terso olduk diyoz, cıgara parası bilem yok cebimde manyak kari!”
“Sümsük erif! Şu haline bak, pireli beygirin gibisin sen de! Yersin, içersin, sıçarsın bari bi boka yarasan…”
Ortam birden hararetlendi. Naciye ile Hüsnü ağız dalaşına girişmişlerdi. Pek de yabancı oldukları bir şey değildi bu aslında. Alışıktılar bu duruma. Her sabah aynı tantana yaşanırdı bu iki göz gecekonduda… Hüsnü döşekten doğruldu. Naciye’ye sertçe baktı;
“Ulan bana bak, susak ağazlı kari seni!” Diye bağırdı. Naciye pek etkilenmişe benzemiyordu.
“Hade be sen de! Ep züğürt ep züğürt! Bana bak, yedirmeyesin paracıkları elin gacılarına?” Dedi.
“Ne gacisi abe? Cıgara param bilem yok diyom, sen ne diyon… Manyak mısın be geçmişi boklu kari seni?”
“Manyak anandır, anan! Sidikli Şaziye’nin oğlu seni!” O sırada, şimdiye kadarki laf dalaşına pek aldırış etmeyen Şaziye Teyze, laf kendine dokununca oturduğu kapı eşiğinden içeri, olmayan dişleri nedeniyle iyice büzüşmüş ağzıyla seslendi;
“Orospu Atice’nin kızı! Ne o kızışmış mart kedisi gibi cırlarsın öle!” Diye gücü yettiğince bağırdı. Naciye, annesine orospu dendiği için sinirlendi. Kaynanasına doğru baktı;
“Abe orospu sensin Sidikli Şaziye! Kart orospu em de, kart…” Diye parladı. Hüsnü işin boka saracağını anladı. Hemen yataktan doğruldu. Annesine seslendi:
“Tamam kocakari! Sus bakayım, karışma sen…” Dedi. Kara, kuru, zayıf mı zayıf, avurtları çökük, hani derler ya çingene maşası gibi diye işte öyle biri olan Şaziye Teyze, oğluna cevap verdi;
“Gece becerememişin bunu Üsnü! O yüzden böle götünü yırtar kızışık orospu...” Diyerek, Naciye’den çekinmediğini gösterdi. Hüsnü, Naciye’nin konuşmasına fırsat vermeden lafa girdi;
“Ey be kocakari! Nerden çıkardın şimdi?” Dedi. Naciye geri durur mu?
“Esas sen kızışmışın dul karı! Benim kocam var, kıskanırsın kocamı… Çıkasın çarşıya da bulasın kendine bir tokmakçı...” Diye nispet yaparak konuştu. Şaziye Teyze bu lafları duymazdan geldi. O sırada sokaktan geçmekte olan komşusunun kızı Pembe’ye laf attı:
“Abe süslü Pembe! Şöle bir gel de Naciye karısı, karı görsün. Hay maşallah şu ete, şu buda bak!” Diye nispet yaptı gelinine. Naciye kapıya doğru yürüdü. Eteği, bluzu, tokaları türlü renkler içindeki Pembe’yi görünce, kaynanasına umursamaz bir bakış attı. Sonra ona ardını döndü ve sağ eliyle iri kalçasına şaplak atarak konuşmaya başladı:
“Var mı onda bülesi be Şaziye karısı? Tahtakurusu o da senin gibi… Bakasın buraya da, kalça göresin... Kalça dediğin büle olur! Peh…” Diye çemkirdi. Ortalığın karışık olduğunu gören Pembe, Şaziye Teyze’ye “güle güle” dedikten sonra, eteğinin fırfırlarını havada uçuşturarak oradan uzaklaşmaya başladı. Yürürken de Şaziye Teyzesi’nin beğenisini kazanmak için kalçalarını ayrı bir kıvırıyordu. Şaziye Teyze onun ardından bakarken; “Bak sürtüğe; yüz gram götü var türlü türlü halleri var!” Diye söylendi. Sonra içeri tekrar bağırdı:
“Üsnüü! Açım ben, aç… Süle şu Naciye karısına küfte yapsın bana…” Dedi. Naciye bu lafa sinirlendi.
“Küfteymiş! Beygirin kıçını ye sen. Süle bakayım oğluna, parası var mıymış?” Diye, Hüsnü’ye bakarak konuştu. Hüsnü iyice sıkılmıştı yaşananlardan. Sinirli bir şekilde;
“Kari sus be sus! Kocakari sen de sus, dinime imanıma aç bırakırım epinizi ee...” Diye bağırdı. Şaziye Teyze bu lafı duyunca;
“Üsnü! Abe sıçarım bubanın şarap çananaa…” Diye bu sefer oğluna çemkirdi. Hüsnü, üstünü giyinirken bir yandan da söylenmeye başladı;
“Eyy! Epsi kafayı kırmış bu kariların… Allah akıl fikir versin bunlara. Babam öldü de anca kurtardı kendini…” Sonra pantolonunun ceplerini yokladı. Üç beş lira buldu. “Anca kuru ekmeğe yeter bu” diye düşündü. “Kız Naciye!” Dedi. Paraları ona uzatırken; “Al şu paraları, ekmek alırsınız.” Diye devam etti. Naciye kocasının uzattığı paraları hızlıca çekti aldı elinden. Okuma yazması yoktu ama para saymasını iyi bilirdi. Hemen saydı paraları. Sonra paraları Hüsnü’ye göstererek;
“Abe Üsnü! Ulan bu ne be? Dilenci almaz bu parayı.” Diye bağırdı. Sonra paraları Hüsnü’nün suratına doğru fırlatırken; “Al kıçına sok bunları!” Dedi. Hüsnü, karısına cevap vermedi. Şaziye Teyze havada uçuşan paraları görünce eşikten kalktı, içeri girdi. Yere düşen paraları toplayıp, göğsüne sakladı. Sonra yan döşekte uyuyan torunu Yaşar’ın yanına gitti. Göğsündeki paralardan birini çıkardı. “Abe Yaşar! Kalk kızanım kalk! Kalkasın da şu bakkalcıdan bi paket bana bi paket de kendine pisküvüt alasın... Karnım acıktı, anan olcak yelloz azırlamaz bana bişeycik! Acımızdan ölelim mi be?” Diye uyuyan çocuğu dürttü. Yaşar, uyandı. Uykulu gözlerle nenesine baktı. Kocakarının uzattığı parayı görünce yataktan ok gibi fırladı. Hemen üstünü giyinip, adeta kara bir fişek gibi koşarak bakkalın yolunu tuttu.
Bu sırada Hüsnü, saçlarını suyla ıslatıp, ince terekli tarakla bir güzel taradıktan sonra, sivri burunlu, kösele tabanlı ayakkabılarının topuk kısmına basarak dışarı çıktı. Yandaki derme çatma barakadaki beygiri Sümbül’ün bağlarını çözdü. “Ey be Sümbül! Gidelim de biraz yolumuzu bulalım. Bitmez bu gaciların tantanası…” Diye hayvanla konuştu. Sonra at arabasının koşu takımını, golanları Sümbül’ün boynuna geçirdi. Naciye de dışarı çıkınca, Hüsnü’ye seslendi;
“Akşama çarşıdan et getir bu kızanlara, yoksa iç gelme. Kavun mu satarsın, karpuz mu, yoksa ırsızlık mı yaparsın bilmem ama ne bok yersen ye et getiresin akşama...” Diye bağırdı. Hüsnü, Naciye’nin suratına hiç bakmadan;
“Yürü be akılsız kari!” Dedikten sonra Sümbül’e seslendi: “Deehhh be Sümbül!” Hüsnü at arabasının üstünde uzaklaşınca, evdeki tansiyon da düşmüştü. Artık Şaziye Teyze bütün gün dış kapının eşiğinde oturup, sigara içecek, sokaktan gelen geçene laf atacaktı. Naciye ise evi şöyle bir toparladıktan sonra birkaç komşusuyla beraber sokağın alt başında çekirdek çitleyip, dedikodu kaynatacaktı...
Aynı günün akşamı. Saat : 19:45
Sümbül’ün çektiği at arabası gecekondunun önüne gelince durdu. Sümbül nerede duracağını, nerede gideceğini iyi bilirdi. Hüsnü, koşu takımlarını söktü. Terden sırsıklam olmuş Sümbül’ü barakaya bağladı. Zahireciden aldığı bir çuval arpanın birazını Sümbül’ün önüne döktü. “Al bakalım kız Sümbül. Bugün çok yoruldun ama bak şu arpacıklara… Bu kıyağımı da unutmayasın e! Şu maallede kaç tane beygir arpa yiyor be! Değerimi bilesin…” Diye konuştu Sümbül’le. Sonra, arabanın üstündeki erzak poşetlerini alırken gururla gerindi. Şaziye Teyze onu ilk gördüğünde pek umursamamıştı ama dolu poşetleri görünce gözleri yuvalarından şöyle bir oynadı. Şirinlik yapar gibi sesini ayarladı;
“Üsnü, kızanım! Ne getirdin şu dulcağız anana bakayım?” Diye sordu. Hüsnü bugün iyi para kazanmıştı. Birkaç sefer at arabasıyla yük taşımıştı. Kazandığı tüm parayı da Sümbül’e arpa aldıktan sonra bakkalda harcamıştı. Anasına gülerek baktı;
“Ulan kocakari çok uyanıksın he!” Dedi. Sonra cebinden annesine aldığı sigara paketini çıkardı. “Al bakayım.” Dedi, uzatırken. Şaziye Teyze sigarayı görünce güldü.
“Ver kızanım ver.” Diyerek, sigara paketini aldığı gibi göğsüne sakladı. “Elva da aldın mı be kızanım?” Diye sordu.
“Aldım, aldım…” Diye cevapladı Hüsnü.
“Biraz da et alsaydın be Üsnü…”
“Aldık be kocakari...” Şaziye Teyze kendini acındırmak için sesini iyice büzüştürdü;
“Ah kızanım ah! Dişlerim yok. Ben de isterim pirzola yiyeyim ama elvaylan, küfteye talim... Ah be Üsnü, buban öldükten sora neler çektim ben neler, bi bilsen…”
“Ana ne çektin be? Aç mı kaldın anadın mı? Aynı sofradan yiyoz işte. Sanki rametlik Selattin Aga yaşarkene ergün bonfile, pirzola yiyodun he?” Diye sitemli konuştu Hüsnü. Sonra açık olan kapıdan eve girdi. Nazmiye, Hüsnü’yü ellerinde torbalarla görünce hemen bir gülücük attı. Sonra sesini yumuşatarak;
“Üsnüü? Aldın mı küftecikleri kocacim?” Diye adeta cilve yapar gibi sordu.
“Aldım be kari! Küfte de aldım sucuk da! Yanında bi şişe de şarap! Hayde kur sofrayı bakalım. Çağırasın kızanları da…” Naciye;
“Aslan kocaciğim benim. Göbek atasım var şimdi yandan yandan. Oohhh, küfte de var sucuk ta, şarap da var raki da! Oh oh! Düşmanlar çatlasın ayol! Komşular, küfte var sucuk var…” Diye açık camdan, mahalleye sevinç içinde bağırdı. Şaziye Teyze bu lafları duyunca kendi kendine söylendi;
“Kızışık karı… Ey Selattin eyy! Çektin şarabı, çektin gogoyu, ta beni genç yaşta dul bırakıp gittin… Te şu Naciye orospusunun ellerine kaldı koca Şaziye kadın! Üsnü de pısırığın teki zate… Ah hayat ah…” Sonra kalktı eşikten, karnı acıkmıştı; biraz köfte yiyesiydi, belki bir bardak da şarap içerdi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.