- 349 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Herşey mükemmel ama hiçkimse memnun değil
İnsanın varlık algısı hem ’umduklarıyla’ hem de ’bulduklarıyla’ şekilleniyor. "Nasıl?" diyeceksiniz. Açayım: Âdemoğlu/kızı olarak iki âlemi aynı anda yaşıyoruz aslında. Gönlümüzün bir tarafında ’karşılaşmak istediklerimiz’ var. Diğer tarafındaysa ’karşılaştıklarımız’ yeralıyor. İkisinin bilinci birden benliğimizde hükmünü sürüyor. Eğer ’umduklarınızın’ muhabbeti ’bulduklarınızdan’ aşkın çıkarsa hakikatten sapmaya başlıyoruz. Sözgelimi: Bir evlilik düşlediniz. Panjuru pembe, duvarları vişne, her anı gülüm gülüm gülümse. Hay maşaallah. Fakat, ne yazık, hakikat öyle olmadı.
Ne yapacaksınız? A) Bulduğunuzun ’olabileceklerin en hayırlısı’ olduğunu düşünüp barışmaya çalışacaksınız. B) Bulduğunuzun ’haksızlık’ olduğunu düşünüp içinizde bir isyan/kaçış enerjisi biriktireceksiniz. İşte, kanaatimce, nefisle imtihanımız da tam burada başlıyor arkadaşım. Nefis umduklarından kolay kolay vazgeçmeyen bir parçamız. Hem menfaatini de tahayyül edebiliyor. Geleceğini sanrılıyor. Ulaşamamanın acısı da nedir biliyor. Böylesi yetenekleri var. Öyle ki, bazen umduklarının sanrısını yaşatabilmek için, varlık algısını bile yerinden oynatabiliyor.
Daniel Craig’ın Korku Evi/Dream House’u, Leonardo DiCaprio’nun Zindan Adası/Shutter Island’ı, Sam Worthington’ın Çatlak’ı/Fractured’ı ve daha niceleri... Hepsinde buna benzer bir hikâye anlatılır bizlere: Delirmek aslında bir kaçıştır. Neyden kaçıştır peki? Bulunanın umulandan uzaklaşmasından. Evet. İnsan yaşamayı tahayyül ettiği hayattan ne denli şiddetli uzaklaşırsa o kadar süratle deliliğinin kenarına yaklaşır. Umulan için bulunanın inkârına yatkınlaşır. Tasavvurları adına gerçeklerden yontmaya başlar. Belki biraz da bu yüzden Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın eskimez mübarek öğüdü şu şekildedir: "Sabır musibetin ilk anındakidir!" O ilk dalgayı dirayetle atlatırsanız, umulanın baskısından kurtulup, bulunanla barışmanın yollarını görmeye başlarsınız.
Cepheden kaçmazsanız kazanırsınız. Peki ya kaçarsanız? Bunun da iki yolu var. Birincisi: Yukarıda bahsettiğimiz kötü ihtimal. Sanrılarınıza doğru kaçmak. Yalana kaçmak. İnkâra kaçmak. Bu kaçışın sonu yoktur. Tıpkı yanlış iliklenmiş düğme gibi devam ettikçe hiçbir düzelme emaresi göstermez. Kizbden bir kurgu her adımda daha da büyüyen bir yıkıntı olup üzerinize devrilir. Evet. Yalanı ayakta ancak başka bir yalan tutar. O yalanı da daha başka bir yalan. Arka ayakları kırık bir sandalyedir varlığı. Başkasına yaslanması gerekir. Doğru ise dört ayağıyla birden sizin olur. Varlığını devam ettirebilmek için yancı/yalancı kurgular aramaz. Yardım istemez. Kalbinizi/zihninizi yormaz. Hatta şöyle derler: "Her defasında ’Ne söylemiştim?’ diye düşünmek istemiyorsan doğruları söyle!" Doğrular hakikaten böyledir. Özgürleştiricidir. Hafifleticidir. Yalan, her söyleyişte yeni bir tuğlasını koyduğunuz, ortasında durup etrafınıza çevirdiğiniz, kendinizi hapsettiğiniz bir zindan gibidir.
İkincisi: Zariyat sûresinin öğrettiğidir: "Fefirru ilallah/Allah’a firar edin!" Sadece Zariyat sûresi mi öğretiyor bunu bize? Hayır. İstiaze sırrı söylediğimiz her ’euzü’de nefsimize gözkırpıyor aslında. Hatta, 13. Lem’a’ya baktığınızda, topyekün Kur’an’ın ’Euzübillahimine’ş-şeytani’r-racim’den başlayıp, yine onun ’mufassalı ve madeni olan’ Nâs sûresinde biten bir sığınış/kaçış olduğunu görürsünüz. Yani mürşidime göre hem Kur’an hem sünnet hem takva hem... İslam’a dair herşey aslında ’euzü’nün şerhidir. İzahıdır. Açılımıdır. Dersidir. Bütün bir dinin amacı insana umdukları-buldukları arasında yaşadığı bu sancıdan nasıl/nereye kaçılacağının öğretilmesidir. Kaçmak da bazen ihtiyaçtır çünkü.
Vahiy bize bunu neden öğretiyor arkadaşım? Zira nasıl/nereye kaçacağımızı bilmezsek sanrılardan bir itikat sahibi olabiliriz. Şirk bir sanrıdır mesela. Evet. Bütün şirkler sanrıdır. Hatta ateistlere dair araştırmalar geçmişlerinde ’acı verici olayların’ ağırlıkla bulunduğunu gösteriyor. (Özellikle çocukluk dönemlerinde.) Yani onlar biraz da bunları atlatmakta (anlamlandırmakta) yaşadıkları güçlükler/travmalar sonucunda ateizme varıyorlar. Mustafa Akyol Modern Ezberlerin Sonu’nda bu yöndeki verileri aktardıktan sonra diyor ki:
“Benjamin Wiker, ’ateizm’ ile ‘hedonizm’ (hazcılık) arasındaki ilişkiyi vurgular. Hazcılık, Eski Yunan düşünürü Epikür’le başlayan bir akımdır. Epikür, özetle ‘İnsanın hayattaki tek hedefi, haz almak ve acıdan kaçmak olmalıdır’ der. Bu ise Epikür’ü ateizme götürür. ‘Tanrı fikri, bize ahlaki sınırlamalar getirmekte ve zevklerimizi kısıtlamaktadır’ diyen düşünüre göre, ateizm ‘hayatın tadını çıkarmanın’ yoludur. Kısacası ‘hakikat’ değil, ‘haz’ aradığı için varmıştır ateist dogmaya...” Ben bu veriyi, Akyol’u da rahatsız edecek şekilde, deizme/reformizme kadar genişletmek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü cümle sapkınlıkların kökünde az-çok hakikate katlanamamak vardır. Yani ’kaçmak’ vardır. Yine mürşidimin Lem’alar’ına uğrayalım: “(...) Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Mesela, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emare ile onları inkâr etmek arzu ediyor.”
Bazıları ’sabır’ tavsiyesinin "Din halkın afyonudur!" argümanını doğrulayan bir veri olduğunu düşünüyorlar. Halbuki, Aleyhissalatuvesselam, Marx’tan asırlar önce böyle buyurmuş: "Din kolaylıktır!" Hakikaten iman ’bulunanla’ yaşamayı kolaylaştırır. Barışmanın yollarını gösterir. Olanların arkasını/sırrını sezdirir. Sabrı tavsiye eder. Kuvvetlendirir. Ramazan’da oruçla bunu aşılar. Namazda tâdil-i erkânla bunu talim eder. Suyu üç yudumda içmede bile bunun eğitimi vardır. Dinin her yeri sabır tedrisidir gerçekten. Bulunanla barışmadır. Lakin, hayır, ’uyuşturucu’ olarak kullanmıyor bunu İslam. Çünkü uyuşturucu ’bulunana’ değil ’umulana’ varmak için kullanılır. Şeriat ise müntesibini ayık ister. Sarhoşluk yasaktır. Uyuşturucu da Marxizmde değil İslam’da haramdır.
Yine çenemi tutamadım. Çok dallandı-budaklandı iş. Şunu da söyleyip bitireyim: Ahirzamanda inkârın bu kadar kuvvetlenmesinin bir sebebinin de ’sabrın azalması’ olduğunu düşünüyorum ben. Neden azaldı peki? 1) Teknikten. Nasıl yani teknikten? Şöyle: Şimdilerde bir telefonla her yere ulaşıyoruz. Bir uçakla dünyanın her köşesine birkaç saatte varıyoruz. Herşey için göstermemiz gereken emek azaldı. Bununla birlikte tahammül de azaldı. Sabır da azaldı. Develere/atlara bindiğimiz çağlarda kimse birkaç saniyelik bekleyişler için kornaya basmıyordu. Dinlenceler yaşamın parçasıydı. Doğalıydı. Hayat bu şekilde yaşandıkça insana bir sabır tecrübesi aşılıyordu.
Hani, Cem Yılmaz’ın da esprilerini alıntıladığı sıklıkla dillendirilen, ABD’li komedyen Luis CK’in bir sözü var: "Herşey mükemmel ama hiçkimse memnun değil." (Anlattığı bir video için: youtu.be/Mvhn3saZu_M) Durum aynen böyle. Geçmişte günler gerektiren şeyler için şimdi saniyelik bekleyişler isyan doğuruyor. Umulanın çıtası yükseldikçe bulunana sabretmek güçleşiyor. Bu durum da Âdemoğlunun/kızının itikadını ciddi şekilde etkiliyor. Herkes kendi deliliğinin sınırına koşmakta. Daha doğrusu: Asrın bir fitnesi olarak sınır giderek yaklaşmakta. Yaşadığımız zaman diliminin haline bakınca Asr sûresinin fermanını "Başkasına mı söylüyor?" diye hiç bakınmadan işitiyorum ben. Ki kısacık bir meali şöyledir: "Yemin olsun o asra. İnsan hüsrandadır. Ancak iman edenler, salih amel işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesna."