- 354 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KORONA MASKESİ
KORONA MASKESİ
Kızım: “Koronaymış, virüsmüş dinlemem artık anne,” dedi telefonun öbür ucunda. “Seni çok özledik, torunun da her gün ‘Anneannemi isterim,’ diye mızmızlanıyor. Hem sen hem de biz bir aydır evden çıkmadığımıza göre virüs denen bu illet bize musallat olmamış demektir. İtiraz istemem; iki saat sonra sendeyiz, bilesin.”
“Hayır, gelmeyin, ne olur ne olmaz, ya çocuğa bulaşırsa…” diye karşı çıkmaya çalışsam da kızım beni dinlemeyip telefonu yüzüme kapadı. O an, nereden geldiyse aklıma Karacaoğlan’ın bir dizesini hatırladım: “Yas ile sevincim yıkışır dağlar” İçine düştüğüm ruh hâli bundan daha güzel özetlenemezdi. Yaslıydım, çünkü virüs illetini taşıyor olabilme; damadıma, kızıma ve en önemlisi de beş yaşındaki dünyalar tatlısı torunuma bulaştırabilme vehmi ruhumu kıskaca almıştı. Bununla beraber sevinçliydim çünkü eskisi gibi kızıma ve torunuma sarılabilecek, onları kanlı canlı öpüp koklayabilecektim.
Onlardan bana virüs bulaşma ihtimali yok muydu? Vardı ama bu hususta zerre kadar endişem veya korkum yoktu. Ellili yılların ortasına gelmiştim lakin evelallah son derece sağlıklı, dinç ve çeviktim. Otuz beş yıl önce mesleğe beraber başladığım arkadaşlarımın çoğu emekli olup bir köşeye çekildiği hâlde ben haftada otuz saat derse giriyor, asla yorulmuyor “Bu kutsal mesleği daha otuz beş yıl sürdürürüm,” diye düşünüyordum.
İçimden “Virüs bana bulaşsa ne olur, vız gelir tırıs gider,” diye geçirerek oturduğum koltuktan kalktım. “Lanet korona, senden korkan senin gibi olsun be!” diye söylenerek giyinmeye başladım. Saçlarım da bakımsız ve darmadağınıktı, ayrıca yaklaşık üç aydır boyatmadığım için saç köklerindeki beyazlıklar hemen göze batıyordu. Başörtüsü takarak saçlarımın perişan hâlini gizlemeye karar verdim. Tüm hazırlığımı yapıp kol çantamı omzuma takarken: “Evde çıkmasam mı acaba?” diye düşünerek bir tereddüt geçirdim.
Evden çıkıp markete gitmeye mecburdum zira mutfak tam takır kuru bakırdı. Yavrularımı birkaç bardak sıcak çayla ağırlayacak değildim herhâlde. Bisküvi, kurabiye, çerez ve meyve almam gerekiyordu. Tam kapıdan çıkacakken aklıma maske geldi. Doğru ya, maskem yoktu. Sağlık Bakanlığının cep telefonuma gönderdiği “Aşağıdaki kodla Ankara eczanelerinden ücretsiz maske alabilirsiniz” mesaji da işe yaramazdı çünkü saat on dokuz olmuş, eczaneler kapanmıştı.
Aklıma alt kat komşum Müge gelince rahatladım. Bir hafta önce telefonla arayıp da hâl hatır sorduğumda: “Can sıkıntısına son Hatice abla, internetten kumaş boyası ve tekstil kalemi siparişi vermiştim, malzemeler geldi, şimdi oturup da maske yapacağım,” demişti. Ne demek istediğini ve nasıl bir maske yapacağını tam olarak anlayamamıştım ama derdime derman olacağı gibi bir his vardı içimde. Bu umutla komşumun kapı zilini çaldım. Kapı açılırken bir metre geri giderek fiziki mesafeyi korudum.
Kapı açıldığında şaşkınlıktan ağzım açık kaldı çünkü Müge son derece bakımlı ve güzel görünüyordu. Göz altlarındaki ince sürmeler ceylan gözlerini daha da anlamlı ve gizemli kılmıştı. Yüzündeki hafif makyajıyla, kısa ve bakımlı saçlarıyla o kadar güzel görünüyordu ki içimden: “Kırk yaşlarında bir erkek olsaydım şu anda âşık olurdum bu kıza,” diye geçirdim. Beni görünce yüzünde güller açtı Müge’nin.
“Kız bu ne hâl? Bu ne güzellik? Düğüne falan mı gidiyordun?” diye sordum.
“Aşk olsun abla!” diye cevap verdi Müge. “Ben her zaman böyleyim, beni tanımadın mı daha?”
İçeri girmem için davet etti, ben “işim var, acele markete gitmem gerek, torunum gelecek, akşam yemeği hazırlayacağım,” gibi mazeretler sıralarken o, davette ısrar ediyor, ısrarı âdeta yalvarmaya dönüşüyordu.
Onu çok iyi anlıyordum çünkü birçok ortak özelliğimiz vardı. Branşlarımız farklı olsa da ikimiz de öğretmendik. Ben, üç yavrusu da kanatlanıp yuvasından uçmuş bir dul kadındım, o ise hiç evlenmemiş orta yaşta bir kız. İkimiz de aynı apartmanın altlı üstlü dairelerinde yalnız yaşıyorduk. İkimiz de bir hücreye tıkılmış mahkûmlar gibiydik ve dolayısıyla ikimiz de bir dost yüzüne hasret kalmıştık.
İçeri girip sohbet etmeyi, doyasıya dedikodu yapmayı çok arzulasam da davetini kabul etmeyip derdimi söyledim. Müge: “Aaa, bundan kolay ne var; bir sürü maske yaptım, hepsi de rengârenk ve hepsi de desenli diyerek,” içeri girdi. Biraz sonra elinde bir maskeyle geldi. Maske beyaz pamuklu kumaştan yapılmıştı ve her iki tarafında birer kırmızı gül deseni vardı.
“Kız bu güller sahici gibi,” dedim.
“Unuttun mu Hatice abla, ben resim öğretmeniyim,” diye cevap verdi. “Maskeyi kullanınca ılık suda yıka, boyalar kolay kolay çıkmaz.”
Maskenin ortasında bebek parmağı kadar ince, düz bir kırmızı boya vardı.
“Bu çizgi ne? Boya mı damlattın yoksa?” diye sorunca “O da başka türlü bir gül deseni,” diye cevap verdi. Maskenin orta bölümünün üst kısmını burnuna doğru, alt kısmını da çenene doğru çekersen desen ortaya çıkar.”
Teşekkür edip merdivenlerden inerek apartmandan çıktım. Çıkar çıkmaz da topraktan virüs fışkıracakmış gibi bir korkuya kapılıp maskeyi taktım; orta kısmını burnumun üstüne, alt tarafı çeneme kadar açarak markete doğru yürüdüm.
Market evimizin iki sokak altında, beş dakikalık yürüme mesafesindeydi. Yürürken kendi kendime “Hiç kimseye iki metre yaklaşmayacaksın, hiç kimseyle karşılıklı durup konuşmayacaksın, kredi kartını kasiyer kızın önüne koyup en az bir metre uzakta bekleyeceksin, fazla oyalanmadan eve döneceksin, bir hata yaparsın kızının ve torununun hayatıyla oynarsın,” diye mırıldanıyordum.
Dediğim gibi de yaptım. Bisküvi, kurabiye, kuru pasta ve meyve reyonlarında hiç oyalanmadan, ürünlerin fiyatlarına dahi bakmadan, gözümün beğendiğini attım sepete. Market kalabalık değildi, müşterilerin hepsi maskeliydi ve hepsinde de güvercin ürkekliği seziliyordu fakat sebebini anlayamadığım bir gariplik vardı. Yüzüme bir bakan bir daha bakıyor, evli çiftler kendi aralarında fısıldaşıyordu.
İki elimde de birer dolu poşet olduğu hâlde marketten çıktım. Evime doğru hızlı adımlarla yürürken on beş yirmi adım ileride, yolun ortasında dikilen yirmi beş yaşlarında bir delikanlı dikkatimi çekti. Çocuk gözlerini bana dikmiş hâlde kımıldamadan bekliyordu. “Birine benzetti herhâlde,” diye düşünerek yürümeye devam ettim. Aramızda birkaç adım mesafe kalmıştı ki delikanlı:
“Maskeni indir de gül yüzünü göreyim yavrum!” deyiverdi.
Âdeta şok olmuş, heykel gibi kalakalmıştım. Kulaklarıma inanamıyordum, oğlum yaşımda bir çocuk neler saçmalıyordu böyle?
“Ne dedin, ne dedin?” diye öfkeyle bağırdım.
Delikanlı sesimdeki ciddi öfkeyi hissetmiş olacak ki birkaç adım yan tarafa doğru giderken: “Maskeni indir de gül yüzünü göreyim,” dedi tekrar.
“Anan yaşındaki kadına laf atmaya utanmıyor musun sen?” diye bağırdım bu sefer.
Delikanlı: “Hiç göstermiyorsun,” diyerek çekip gitti.
Şaşkın şaşkın yürümeye devam ederken birden aklıma geldi, poşetleri bir kenara koyup kol çantamdaki el aynasını çıkarıp yüzüme baktım.
Aman Allah’ım, gözlerime inanamıyordum. Maskede üç desen vardı. İkisi yanak hizasında görüp bildiğim kırmızı gül desenleri, biri de tam ortada, ağız kısmında kıpkırmızı iki dudak deseni… Müge; öylesine kırmızı, öylesine biçimli ve öylesine güzel dudak deseni çizmiş ki kendimden utanmasam öpecektim.
Derhâl çıkardım maskeyi, aynadaki yüzüme baktım.
Yüzüm utançtan kıpkırmızıydı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.