- 944 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
PERİ KIZININ AŞKI (Masal)
Bir varmış bir yokmuş, bir köyden üç yiğit genç pehlivan, güreş yarışmalarına katılmak için yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, tam da yarışmanın yapılacağı yere varmak üzere imişler ki, yolda, iri, kocaman kara bir yılan aniden önlerine çıkmış. Önce korkmuşlar, geri çekilmişler. Ama sonra biraz daha sakin düşününce, “Biz bu kara yılandan niye korkuyoruz.” demişler, “Kara yılandan insana zarar gelmez.”
Böyle demişler demesine de, yine de can bu, tatlı olur. “Yılan bu, ne yapacağı belli olmaz.” da demişler. İçlerinden biri
“Biz bu yılanı hemen öldürelim.” demiş. İkincisi
“Güreş meydanına götürelim; meydana bırakalım, insanlar eğlensin, hem biz de biraz eğleniriz, fena mı olur.” demiş. Üçüncüsü ise, o öylece durup bekliyormuş. Arkadaşları onun sessizce yılana bakıp durduğunu görünce
“Sen ne diyorsun?” diye sormuşlar, “Öldürelim mi yoksa alıp meydana götürelim mi?” Meğer üçüncüsü yılandan etkilenmişmiş; içinde de yılana karşı bir merhamet oluşmuşmuş. Çünkü bu yılan diğer yılanlara pek benzemiyormuş.
“Bırakalım gitsin, bize karışmayana biz niye karışalım. Onun da bir canı var.”
Diğerlerinin bir şey yapmasına meydan vermeden hemen ileri atılmış, elindeki sopayla yılanı tutmuş, yolun kenarına götürüp bırakmış. Bunu yaparken yılanı incitmediği gibi yılana da zarar vermemeye çalışmış.
Sonra yolarına devam etmişler. Güreş yapılacak memlekete gelmişler. Bakmışlar herkes orada; geçen yılın birincisi pehlivan orada, bir önceki yılın birincisi pehlivan da orada. Hatta son yıllarda yetişen, adı her geçen gün iyi pehlivan olacak diye söz edilen pehlivanlar da orada. İşlerinin zor olduğunu, bu yıl yarışmanın daha da çekişmeli geçeceğini anlamışlar. Bu yıl da birinci olamayacaklarını anlamışlar. Ama yine de Allah’tan umut kesilmez, bir bakarsın içimizden biri birinci olur diye de birbirlerini teselli etmeye çalışmışlar.
Akşam olmuş; herkes dinlenmek için kendilerine gösterilen yerlerine çekilmişler. Gece olmuş, her yere ölüm sessizliği çökmüş. Herkes de derin uykuya dalmış. İşte tam bu sırada yerde sürünerek gelen bir şey, derin uykuda olanların yanına gelip onlara tek tek bakıyormuş. Sonra aradığı kişiyi bulmuş olacak ki, gitmiş onun başucunda durmuş. Meğer başucunda durduğu kişi, şu bizim güreşmek için köye gelen üçüncü kişiymiş.
Bir süre ne yapacağını bilmez bir halde öylece beklemiş. Sonra etrafına bakınmış, herkes uyumakta. Aradığı kişinin bu yağız genç olduğunu anlayınca da yılanlıktan çıkıp insana, yani çok güzel genç bir kıza dönüşmüş.
Tam da bu sırada bizim pehlivanımız kendisine bir şeyler ayan olmuş olacak ki aniden uykusundan uyanmış. Uyanmasıyla ürkmesi de bir olmuş. Çünkü karşısında genç bir kız anadan üryan durmakta. Hem öyle bir güzellik ki, sanki ayın on dördü.
Pehlivan genç, önce çok şaşırmış. Sonra ilk şaşkınlığı geçip de aklını biraz toplayınca kıza,
“Ben evinde misafir kaldığım insanlara kötülük edecek kadar hain değilim.”demiş.
“Benim buradakilerle bir ilgim yok.”
“O zaman sen neyin nesisin? İn misin cin misin?”
“Ben bir peri kızıyım. Aslında senin yol ortasında öldürmeye kıyamadığın yılanım. İşte gerçek görünüşüm benim.”
Sonra başlamış başından geçenleri anlatmaya:
“Ben her şeye diklenen, dik başlı, dediğim dedik bir kızdım. Annem babam ne dese karşı çıkan biriydim. Hem de onlara bağırıp çağırarak. Onlarsa hep bana sabrettiler. Ama bir gün geldi, dayanamadılar. Evlat katili olmamak için beni yanlarından istemeden uzaklaştırdılar. Hatta biraz burnum sürtülsün, biraz sürüneyim, belki iyi biri olurum diye de beni yılan kılığına soktular. Sonra da beni yılanların en büyük düşmanı olan insanların arasına bıraktılar. Dik başlıyım, dedim ya. Yine dediğim dedik biriyim ya, ben de onlara inat, insanların sürekli gelip geçtikleri yollara gittim. İşte orada sizlerle karşılaştım. İyi ki sana rastlamışım. Sen diğerleri gibi değilsin. Sen iyi birisin. Beni el aleme rezil olmaktan ve ölümden kurtardın. Hatta beni tüm bunlardan kurtarmak için yolun kenarına aldın. Bana merhamet gösterdiğin için beni cezadan da kurtardın. Demek ki beni sevdin. Demek ki beni o halimle bile sevdin. Benimle evlen. Onun için yanına geldim.”
“İyi de ben şimdi seninle evlenemem. Hem yarın benim güreşim var. Dinlenmem gerek. Gücüm tükenir.”
“Sen merak etme, gücün tükenmez. Ben sana yardım ederim. Hatta sana öyle bir yardım ederim ki, sen herkesi yenersin.”
“Nasıl yardım edersin. Sen güreşten ne anlarsın?”
“Ben sana güç veririm. Sen herkesi yenersin. Merak etme bu sırada ben hiç kimseye görünmem.”demiş. Sonunda da adamı ikna etmiş. O gece birlikte olmuşlar.
Ertesi gün, adam meydana çıktığında öyle bir güreşmiş ki hiç kimse onun karşısında dayanamamış. Sonunda da birinci olmuş. Beraber geldiği arkadaşları başta olmak üzere herkes buna çok şaşırmışlar. Ama adam hiç kimseye bu gücün nereden geldiğini söylememiş.
Adam birincilik karşılığı kazandığı davarı almış, köyüne dönmüş. Tabi yanında peri kızı da varmış.
Şimdi sırada peri kızıyla düğün yapmak varmış. Ama kendisinin düğün hazırlıkları yapmasına gerek kalmamış, peri kızı çoktan düğün hazırlıklarına başlamış, hatta bitirmiş bile. Düğün, önce kızın memleketinde, sonra adamın memleketinde yapılacakmış.
“Ancak!” demiş peri kızı, “Önce anamı babamı görüp, onların ellerini öpüp, olurlarını almak gerek!” demiş.
Birlikte peri ülkesine gitmişler. Perinin memleketim dediği yer çok da uzak bir yer değilmiş aslında. Hemen adamın memleketinin dağ tarafındaki mağaraların bulunduğu yerdeymiş.
Peri kızı anne ve babasının ellerini öpmüş, geçmişte yaptığı yanlışlıklardan dolayı özür dilemiş. Onlar da bakmışlar ki kızları akıllanmış, onu affetmişler. Düğününü de severek yapacaklarını söylemişler.
Düğün zamanı gelmiş. Peri kızı adamı almış, kendi memleketine götürmüş. Perinin memleketine yaklaştıkça adamın kulağına davul sesleri gelmeye başlamışmış.
“Herhalde!” demiş adam, “Yakın köylerden birinde düğün var.”
Adam oradaki köyleri gayet iyi biliyormuş ama bir türlü çıkaramıyormuş. Perinin memleketine yaklaştıkça davul sesi daha da artmaktaymış. Sonra dayanamamış, kıza sormuş.
“Peri kızı!”demiş “Bu düğün sesi ne taraftan gelmektedir. Ben bir türlü çıkaramıyorum.”
Peri kızı kıs kıs gülmüş. Ardından da,
“Bu düğün bizim düğünümüz.” demiş mutlulukla. “Bak, ilerideki kalabalığı görüyor musun?”
Adam ileriye, hatta daha da ileriye bakmış; hiçbir şey görememiş. Adam kızmış:
“Ben hiçbir şey göremiyorum. Sen belimle dalga mı geçiyorsun?”demiş.
Peri kızı boş bulunduğunu anlamış, insanoğlunun cinleri/perileri göremediğini düğün telaşından unutmuşmuş.
“Dur” demiş, “Haklısın, senin bizimkileri göremediğini unuttum. Sana bir cin börkü vereyim, onu üzerine atarsan herkesi görürsün. Yalnız, cin börkünü giydiğin zaman sen insanları da görürsün, cinleri perileri de görürsün ama insanlar seni göremez!”
Yanında bulundurduğu cin börkünü adama vermiş. Adam cin börkünü üzerine atınca artık cinlerin, perilerin hepsini görmüş.
Düğün öyle görkemli yapılmaktaymış ki, uzaktan seyredenler gözlerini oynayanlardan alamıyorlarmış. Bir yanda oynayanlar varken diğer yandan içi dışı kapkara kazanlarda yemekler de yapılmaktaymış.
Yemek deyince aklına kendi köyünde bir akrabasının başına gelenleri hatırlamış. Akrabası kendi anlatmış adamın hatırladıklarını. Güya, akrabası bahçe sularken, birden sesler duymuş, başını kaldırıp baktığı zaman çoluk çocuk kalabalık bir aile suyun çıktığı yere gelip otururlarmış. Kalabalıktakiler ona garip gelseler de “Bunlar da böyleler demek ki…” deyip pek işin üzerinde durmak istememiş. Derken yemek yenmeye başlamış. Adama da yemek getirip vermişler. Ama yemek olarak verilenlerden sarma en güzeli olduğu için hepsini yememiş, bir kısmını daha sonraya ayırmış. Sonra da unutmuş. Ertesi gün tekrar gelip de sarma aklına düşünce, koyduğu yere gidip bakmış. Bir de ne görsün. Sarmalar eşek bokuymuş.
Şimdi düğün nedeniyle yine ona sarma verirlerse nasıl yiyecek. Ya öyle çıkarsa deyip yememeye karar vermiş.
Düğünde herkes doyasıya oynamış, yemekler yenmiş; kısaca herkes mutluymuş.
Neyse sonunda düğün dernek de bitmiş. Peri kızıyla gerdeğe girmişler. Muratlarına da ermişler.
Peri kızı da öyle bir ev hanımı olmuş ki, dillere destan. Zaten güzelliği de dillere destanmış. Bir de kocasının bir dediğini iki etmeyince adam mutluluktan havalara uçuyormuş. Böyle mutlu yaşayıp gidiyorlarmış.
İnsan bu, hayatın ne getirip ne götüreceği belli değil. Bir zaman gelmiş, bir gün adam iyileşmez bir hastalığa yakalanmış. Hem de ne yakalanma! Her gün mum gibi eriyip gitmekteymiş. Eğer bir çare bulunmazsa ölüp gidecekmiş. Dert veren Allah dermanını da verir, deyip nerede övülen bir hekim, bir şifacı varsa gitmişler. Gitmişler gitmesine de, ne çare! Hiçbir hekim, hiçbir şifacı derdine çare olamıyormuş.
Peri kızı da kahrından kendini yiyip bitirecek. Ama elden ne gelir. Bir zamanlar kendini ölümden kurtaran kocası için ne yapacağını bilmez bir halde dolaşıp duruyor, çalmadık kapı, danışmadık otacı bırakmıyormuş. Hatta nazara geldiklerini düşünerek kurşun dahi döktürmüş. Ama çaresiz. En sonunda anne ve babasına danışmaya karar vermiş. Onlara durumu açınca, onlar da artık kendilerine asi olmayan kızlarına yardım etmeye karar vermişler. Sormuşlar, soruşturmuşlar. Cinlerin en bilge olanını bulmuşlar. Ona danışmışlar. O da önce kır sakalını karıştırmış. Sonra kaygılı gözlerle onlara bakmış.
“Bir çözüm var…” demiş “Ama çok tehlikeli!”
“Yapılacak şey neyse yapılsın!” demişler.
“Ama!” demiş bilge cin “Sonunda bir ölüm görünüyor!”
Bunun üzerine biraz düşünmüşler. Sonra sırf kızları üzülmesin, diye “Kaderden kaçılmaz! Anlat!”demişler. Bilge cin de anlatmış.
“Kafdağı’nın tepesinden her yıl bir kez üç damla abıhayat suyu akar. Yalnız ne zaman akacağı belli değil. Değil dedikse, belli bir tarihi yoktur. Ancak tek belli özelliği, abıhayat suyunun akacağı gün, Kafdağı’nın esrarengiz bir biçimde sır olduğu gündür. Bu sır oluş üç gün sürer. Üçüncü günün sonunda sabaha karşı tan vaktinde Kafdağı tekrar görünmeye başlar. İşte tam bu sırada adeta dağdan üç damla gözyaşı gibi üç damla su damlar. Ancak bu su öyle sıradan bir su değil, abıhayat suyu. Yalnız burada bir sır daha var. O da bu suyu kimse göremez. Suyun aktığı yerde ise sadece üç elma veren bir elma ağacı var. Ayrıca suyun aktığı o gün içine abıhayat suyunun aktığı bu üç elmanın da ayrı ayrı özelliği vardır. Elmalardan biri, yiyen kişiye ölümsüzlük verir; ikincisi, ölümden başka her türlü dert ve hastalıktan korur, şifa verir, iyileştirir, üçüncüsü ise aşk içindir.
Ancak efsaneye göre, bu üç elmayı alıp getirmeye kalkmak çok tehlikedir. Kafdağı’na gidiş değil, dönüş çok tehlikelidir. Şimdiye kadar gidip de dönen insan yoktur. İlk tehlike ağzından ateş saçan bir ejderhadır. Bu ejderha bin yaşındadır. Hatta efsaneye göre Nuh-u Nebi zamanından beri yaşamaktadır. Bu kadar yaş yaşamasının sırrı da bu üç damlalık abıhayat suyunun içine aktığı üç elmayı yemiş olmasıdır. Ejderha abıhayat suyunun ne zaman aktığını bildiği için, günler öncesinde orada bekler. Hatta hiç ayrılmadığı da söylenir. En büyük tehlike budur. Bu elmalardan ölümsüzlük verenini de iyi bilir. Ölümsüzlük olanını asla kimseye vermez. Eğer bu elmayı verirseniz ejderhadan kurtulabilirsiniz ama bundan sonraki felaketler sıradadır. Bu kez sürekli olarak esen rüzgâra ve yağan yağmura yakalanırsınız. Diğer iki elmadan birini de burada bırakırsanız esen rüzgâr da durur yağan yağmur da. Zaten her yer sel içinde olduğu için buradan çıkmak da oldukça zordur. Burayı sağ salim atlatan kişi bu kez yol ve mağaraların iç içe geçtiği bir yere gelir ki, buradan çıkmak da zaten oldukça zordur; çünkü yol sanılan yer, her defasında geçildikten sonra kaybolup gider. Bu nedenle yolu takip ederek oradan çıkmak mümkün değildir. Zaten yol diye gittiğin yol da her defasında farklı bir mağaraya çıkar. Eğer elinizdeki üçüncü elmayı da burada verirseniz çıkabilirsiniz. Bu son elmayı da verecek olduktan sonra niye gidiyorsunuz ki. Şimdiye kadar bir tek elmayı bile getiren görülmediği için hiç kimse Kafdağı’na gitmek istemez. Derler ki, bir insan eğer bu üç tehlikeyi de atlatarak üç elmayı da alır gelirse, o kişi doğrudan cennete gidermiş.
Bu yüzden bu efsaneye inansa da insanlar, dönüşü olmayan, kimsenin bilmediği yere gitmek hiç kimsenin aklından bile geçmezmiş. Ancak insan dışı bir varlık gidebilirmiş. Bunun için de olsa olsa ancak bir peri ya da cin gidebilirmiş. Onun da geri dönme gibi bir kesinliği yokmuş.”
Bütün bunları ailesi peri kızına anlattığı zaman, kız sonunun ne olacağını hiç düşünmeden gitmeye karar vermiş. Gitmeden önce de kocasına sıkı sıkıya tembih etmiş:
“Ben seni çok seviyorum. Beni şimdiye kadar çok mutlu ettin. Şimdi yola çıkacağım. Ama kader bu, hiç belli olmaz. Bilinmeyen bir memlekete gideceğim çünkü. Gidip de dönmemek var. Eğer yedi gün yedi gece gelmezsem bil ki başıma bir felaket gelmiştir. Akıbetimi öğrenmek için…”
Sözün gerisini getirememiş, susmuş, biraz hüzünlenmiş, ardından da gözleri dolmuş. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış. Gözlerini sildikten sonra saçından iki tel koparıp vermiş, sonra konuşmaya devam etmiş:
“Eğer uzun zaman dönmeyecek olursam, önce elini eline üç sefer vur! Sonra bu iki tel saçımı birbirine sür. Benim en büyük abim hemen çıkıp gelir. Akıbetimi ona sorarsın, o başıma ne geldiğini sana söyler!” demiş.
Sonra da yola çıkmış. Adam tez günde gelsin diye karısının ardından bolca su dökmüş. Dökmüş dökmesine de, suyun son damlasının kan renginde olduğunu fark edememiş.
Peri kızı ise fark etmiş. İçi bir hoş olmuş, ürpermiş. Bunun felaketle biteceğini anlamış, ama yine de hayra yormuş. Sonu nasıl biterse bitsin kocası için bu işi yapmalıymış.
“Olacakla öleceğin önüne geçilmez!” deyip bir an önce yola çıkmış.
Adama gelince, daha şimdiden büyük bir merak içinde beklemeye başlamış. Gözü yollarda bekleyip duruyormuş. İlk gün neyse, daha yeni gitti deyip öyle kendini avutmuş, ikinci gün ne yaptı acaba deyip düşünüp durmuş. Üçüncü gün de aynı. Dördüncü gün acaba diye kaygılanmaya başlamış. Beşinci gün bütün bütün kaygı içini almış. Altıncı gün kaygıyla dolmuş içi. Yedinci gün ise içi iyice kararmış. Sekizinci gün de dönmeyince, artık ümidini kesmiş. Elini üç kez birbirine vurmuş, perinin iki saçını birbirine sürmüş. Bir de bakmış yiğit bir genç çıkmış hemen karşısına.
Perinin abisi oldukça üzgün bir halde anlatmış olanları:
“Kız kardeşim abıhayat suyunun değdiği elmaları daha üçüncü gün almıştı. Geri dönerken önce ejderhanın ateşinden kurtulmak için uğraştı. Ejderhaya ölümsüzlük elmasını vererek bu tehlikeyi atlattı. Ardından fırtınaya ve yağmura yakalandı: Önce fırtınaya yakalandı; bu fırtına her yeri harabeye döndürmüştü. Sonra şiddetli bir yağmura yakalandı. Adeta Nuh’un tufanı vardı, yer gök birbirine girmişti. Elindeki iki elmayı vermek istemedi. Ölümüne direndi. Bunu başardı da. Sonra üçüncü felakete gelmişti sıra. Bir yol, bir mağara; gidip gidip geldi bu dolambaçlı yerde. Sonunda bunu da başaracaktı. Ama çok yorulmuştu. Bu sırada kalbinde adeta ok batmış gibi bir acı hissetmişti. Biraz dinlenmek için kendini soğuk taşların üzerine bırakmak istediği son mağarada durdu. İşte tam bu sırada da mağarada bulunan bir kurdun saldırısına uğrayarak ağır yaralandı. Peri kılığına girecek kadar zamanı olsaydı bunu atlatırdı. Eğer her türlü dert ve hastalıktan koruyan, hatta şifa verip iyileştiren elmayı yeseydi bu gün yaşıyor olacaktı, ama o bu elmayı yemedi, senin yaşaman için sana gönderdi. Biz onun son anına yetiştik. Çünkü ağır yaralanmıştı. Biz şifa veren elmayı yemesi için ne kadar ısrar ettikse de yemedi. Aşk için olan elmanın ise yarısını yedi, diğer yarısını sana gönderdi. Çünkü aşkının sonsuza kadar sürmesini istiyordu.”
Adam, karısı peri kızının kendini onun için feda etmesi karşısında boğazı düğümlenmiş, bir şey söylememiş. Yalnız, gözlerinden sicim gibi yaş akmış. Her zaman öylesine akan gözyaşları, bu kez peri kızının aşkı için, aşk için akmış.
Aşk, sevgi böyle bir şey işte çocuklar. Her şeyi sevmek gerek. İşte peri kızı gerçekten sevmiş, aşkından kedini feda etmiş. Üzüldük de. Üzülmeyecek gibi değil ki… Keşke o da yaşasaydı. Hayat böyle, her şey istediğiniz gibi olmuyor.