- 559 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HAMDİ ÇAVUŞ VE OĞLU AŞIK AHMET
HAMDİ ÇAVUŞ VE OĞLU(AŞIK AHMET)
Hamdi Çavuş’un Yemen’de, Hicaz’da, Filistin’de ve Süveyş’te savaştığını, 4,5 yılı kardeşinin yerine toplam 9 yıl askerlik yaptığını, güzel halay çektiğini, yaşadığı dönemin tarzına göre giyindiğini ve EFE bir adam olduğunu eskilerin anlattığı şifahi bilgiler üzerinden,
Oğlu Aşık Ahmet’i ise zanaatkar, ince işçilikte köyün Pir’i, gençliğinde türkü söylediği için “Aşık” lakabıyla anıldığını, düğünlerde güvey ve sağdıçların vazgeçilmez selavatçısı, o da babası gibi EFE, darlık içinde yaşamış ama kimseye mihnet etmemiş bir adam olduğunu bizzat gözlem ve tanıklığa dayalı olarak halen yaşayanlar olarak bizlerde biliriz.
Askerliği ve Katıldığı Savaşlar
Ahmet oğlu Hamdi(Çavuş), Efeyapgil (Yankafa ve kardeşleri) sülalesinin de içinde yer aldığı “Kara Ahmet Uşağı” sülalesindendir. Miladi takvim 1910’u gösterirken o da 20 li yaşların üzerinde iken askere alınır. Askerlikte sorumluluk alma ve yönetme kabiliyeti ile temayüz edince askere katıldığı ilk aylarda çavuş yapılır. Çoğu zaman takım ve bölük gibi küçük birliklerin kumandanlığını da yapar. 4,5 yıl Yemen ve Hicaz’da devlete isyan eden Araplara ve onları kışkırtan ve destekleyen İngilizlere karşı savaşır, ancak Osmanlı ordusu bu savaşlarda yenilir ve bu İslam ülkeleri asiler ve İngilizler tarafından işgal edilir. 4,5 yıl dolup askerliği bitmek üzereyken Çankırı’nın Çayırpınar köyündeki ailesine haber gönderir, “Kardeşim Hasan(Cingöz)’ ailenin başında dursun, hem onun çocukları da çok, ben onun yerine de askerlik yapacağım…”der. Bunun üzerine kardeş Hasan o dönem askerlikten muaf tutulur, askere gitmez. Ancak, daha sonra o da Balkan’lar da ki savaşlara katılır.
Hamdi çavuş, kardeşinin yerine yaptığı askerliğinin 4,5 yıl daha süren ikinci döneminde, Filistin ve Suriye’deki savaş cephesindedir. Vatan, din ve diyanet adına çıkılan ve tamamen bir meşru müdafaa savaşları olan bu İslam beldelerinde adeta can pazarı kurulmuştur. Allah’ın Kutsal beyanında can almayı ve can vermeyi helal kıldığını ilan ettiği meydan bu meydandır. Ancak esas ve makbul olan can vermeden can alabilmek, düşmana kolay kolay can vermemek, canını düşmanın süngüsünden ve kör kurşunundan sakınmaktır. Bu kutsal dava haricinde dünyada can almakta can vermekte haramdır. Bu inanç ve şuurla hareket eden Türk ordusunun içinde bir nefer olan Hamdi Çavuş’ta, verdiği bu mücadelenin karşılığında Rabbin vaat ettiği cennetinin kapılarının aralandığına, Peygamberinin aguşunu açmış kendisini beklediğine inanarak mücadele etmektedir. Bu inançla bu meydanlarda yüzbinlerce can sel olup akmakta, yüzbinlerce kara yağız fidan kara toprağa karışmaktadır. Düşman kör kurşunu ile şehit olan ve elleri ile kara toprağa gömdüğü, ancak sevgili Peygamberinin yanına gittiklerine iman ettiği silah arkadaşları gibi o da çoktan serden geçmiş sırasını beklemektedir.
Ezelden beri bilinir ve söylenir, “Savaş bir oyun sanatıdır” ve oyunun kuralarını bilmek ve ona göre hareket etmek savaşın en önemli kaidesidir. Yüzyıl önceki bu Arap çölleri, tıpkı bugün tarihi tekerrür ile güneydoğu Anadolu’da her taşın, her ağacın arkasından bir pkk’lının Mehmetçiğe saldırdığı gibi, o günlerde de çölde hiçbir şey göründüğü gibi değildir. On yıllarca süren bu dönemde, uçsuz bucaksız kum deryasının üstünde bir taraftan açlık ve susuzlukla mücadele edilirken, bir taraftan da ondan daha tehlikelisi, kumun altına saklanmış bir asinin saldırısına her an maruz kalmanın, sürekli teyakkuzda bulunma halinin askerin sinirlerini iyice bozmuş olmasıdır.
Peygamberine aşık, Peygamberinin memleketini kafirlere karşı korumak için bu topraklara can vermeye gelmiş Mehmetçik’e karşı, yine Peygamberinin kavminin çocuklarının İngilizlerin yanında yer almasına ve vatana ihanetine asker arkadaşları ile birlikte, hatta başlarındaki kumandanları da hiç bir anlam verememektedirler.
Hamdi Çavuş’ta çok iyi bilmektedir ki, geri çekilmede düşmana saldırı gibi askeri bir taktiktir. Bazen daha güçlü olarak geri dönerek saldırabilmek için, bazen de düşmanı geri çekilirken yıpratmak ve imha etmek için bu taktik uygulanır. İşte böyle geri çekildikleri bir sırada, kendisini takip eden dört İngiliz süvarisinin olduğunu fark eder. Hamdi Çavuş’ta sürekli onları takip etmekte, sırası geldikçe de bir bir haklarından gelmektedir. Ancak bir tanesi canını pahalıya satma peşindedir ve Hamdi Çavuş’un gözünden kaybolmayı başarmıştır. Ancak Hamdi Çavuş temkinlidir. Sağı solu sürekli kolaçan etmekte ve zaman zaman da geri dönüp arkasından gelen olup olmadığını kontrol etmektedir. Yine böyle bir durumda ve arkasına döndüğü bir sırada, kafasını çevirmesiyle birlikte sağ yanak boşluğundan giren bir kurşunun sol yanağından çıktığının sıcaklığını hisseder. Elleri ile yüzünü, vücudunu, sağını solunu yoklar. Yüzünün her iki tarafından akan kanlar ellerini bulamış, çenesinden yere akmaktadır. Hemen torbasından çıkardığı tütün demetlerini kurşunun deldiği her iki yanağındaki yaralarına parmaklarıyla sıkıştırır ve çenesini mendille kafasından bağlar. Kurşun yaralarının başka ilacı ve öylece iyileşmekten başka çaresi de yoktur.
Süveyş kanalı’nın İngilizlerden geri alınması harekatında esir düşer. Uzun ve meşakkatli savaş ve esaret yıllarından sonra ordu dağıtılmış, asker de terhis edilmiştir. Uzun ve yorucu yarı aç, açık aylarca süren yaya yürüyüşünden sonra köyü Çayırpınar’ı bulur. Köyüne gelir ama ailesini evde bulamaz. Uzun yokluk ve kıtlık yılları boyunca ailesi açlık tehlikesine karşı çare olarak ırmak bucağındaki zengin ağaların yanında ırgat olmaya gitmiştir.
Çiftlik Hayatı ve Ortakçılık
Köyden kendisine verilen tarif üzerine ırmak bucağı yöresinde bir kürt köyünde ailesini ortakçı olarak bulur. Ancak buralarda İngiliz gavuru, arap isyancısı tehlikesi olmasa da fakirlik ve açlık tehlikesi tüm şiddeti ile yaşanmaktadır. O da ailesinin yanında bir kürt ağasının çiftlik işlerini yaparak karnını doyurma mücadelesine katılır.
Çiftlikte çalışmaları sırasında askerlik günleri gözünün önüne gelir gider. Hatıraları çok canlıdır, yemen, Hicaz, Filistin, Kanal v.s., aklından ve gözünden hiç çıkmaz. Zaman zaman gayri ihtiyari olarak dudaklarından kendiliğinden bir Yemen türküsü döküldüğü de olur. Askerde bulunduğu uzun yıllar boyunca bu türküyü sayısız defalar arkadaşlarından dinlemiş ve kendisi de söylemiştir. Sesi güzel olsun olmasın her askerin sanki yaptıkları ibadet, kıldıkları namaz gibi günde birkaç defa bu türküyü söylediği aklına gelir. Ancak Yemen’den çok uzakta, Kızılırmak kenarında, bir ağanın tarlasında ağanın öküzlerine öğendere uzatarak ho, hoo, derken bir taraftan da dudaklarından dökülen bu türkünün sözleri bu sefer kafasını kurcalamaya başlamıştır. Aslında kafasını kurcalayan ve aklını karıştıran türkünün bir iki satırıdır. Bu satırları gayri ihtiyari mırıldanırken, üzerinde bi daha, bi daha düşünür. Bir taraftan da gaziliğine, vatan için yaptığı hizmetlerine, bu hizmetleri karşılığında elde ettiğine inandığı sevaplarına zarar verme korkusu kalbine düşer. İnancının kendisine yaptığı telkinleri ile aklının ve merak ettiklerinin arasında kalır. Tarlada öküzlerin arkasında günler geçer ancak iç dünyasındaki bu alıp vermeleri bir türlü bitiremez. Neden bu kadar uğraştırıyordu “zenginimiz bedel verir, askerimiz fakirdendir.” sözü, sanki başka söylenecek söz mü yoktu. 10 yıl yokluk açlık içinde askerlik yapmış, savaşmış, yaralanmış, harap ve bitab düşmüş, esir düşmüş bu sözlerin yorduğu kadar yorulmamıştı. İç dünyasındaki bu alıp vermeler sırasında bazen aklının arkasına gittiği de olur. Aklının arkasına gittiği demlerden birinde, o sözlerin ne kadar da doğru ve yaşanılan gerçekler olduğunu, yani Cephede savaşan askerlerin hepsinin durumunun fakir olduğunu, askerlikleri bitmiş olsa da, kendisi gibi yine fakirliklerinin devam ettiğini düşünür. Ya zenginler, onlar verdikleri bedel karşılığı askere gelmemişler, düşman karşısına zaten hiç çıkmamışlardı. Fakir ise bedel veremediği için, hem uzun süre ve zahmetli bir askerlik yapmış, hem de düşman karşısına çıkarak canını vermiş veya sakat kalmıştı. Askerlik sonrası fakir yine fakirdi ama, şehitlik ve gazilik gibi iyi ve güzel övülecek payeleri vardı. Ancak bu zenginler savaştan öncede, savaştan sonrada yine varlık içindelerdi. Kendi kendine, “Allah Allah, böyle muzır konular da nereden de aklıma geliyor”…diye dert yapar. Aklına da biraz kızar ama, söz de geçiremez. Bu konularla aklını daha fazla yormak istemez, ancak uzun yıllar boyunca kendi iç dünyasında bu alıp vermelerle hep uğraşır durur.
Irmak bucağı yöresi o zamanki şartlarda köylerine çok uzaktır. Yıllar geçtikçe memleket hasreti de ağır basar. Köylerine dönme veya yakın olma isteğinin ağır basması ile birlikte ırmak bucağından ayrılıp Küçük Dedeköy’e, Abıla lakablı bir hanım ağa’nn çiftliğine ortakçı olarak gelirler. Küçük Dedeköy’ün köylerine yakın oluşundan da istifade ederek, köylerine hanımı Müşgerlerin kızı Güllü Çavuş ile birlikte daha sık gelip giderler ve akrabalarını da görürler. Güllü hanıma, gün içinde yapılan hitaplarda kocasının askerdeki çavuşluğuna izafeten, isminin başına çavuş lakabı takılarak hitap edilmektedir. İşin doğrusu o da, sosyal hayatın içinde bu hitabın hakkını fazlasıyla vermesini bilmektedir. 15 yıl kadar’da Küçük Dedeköy de ortakçılık yaparlar.
EFE Bir adam
Hamdi çavuşun çok güzel halay ve halay başı çektiği de bir efsane olarak anlatılır. Bir seferinde halay çekerken Hacıgil’in damından aşağı düştüğü, ancak düştüğü yerden ‘halayı bozmayın ben geliyorum’ diye bağırarak, gelip halayın başına geçtiği. Yine bir başka düğünde, zurnacının tüm zurna çalma maharetine ve halaya tutuştuktan sonra uzun süredir de çalmasına rağmen bir türlü halay başındaki Hamdi Çavuşu hareket ettirememesi üzerine, Hamdi Çavuşun ‘şu zurnayı doğru çal, yoksa şu iki parmağımı gözlerine sokarım…’ diye ikaz ettiği. Tasarruflu bir adam olduğu, bir çift kundurayı köyün o kara çamurunda 20 yıl giydiği, kunduraların tabanını çamurun aştığını kimsenin görmediği. Dönemin tarzına göre giyindiği, giyinmesi, yemesi, içmesi, konuşması ve duruşu ile EFE bir adam olduğu. Ailelere soy isim verilirken Hamdi Çavuşun bu kişisel EFE imajına istinaden bu sülaleye EFE soy isminin verildiği bilinir ve söylenir.
Aile Küçük Dede köy de iken, bu köye TUT(Yapraklı)’lu Hacı baba(Mustafa efendi) sık sık gelip gider. Bir seferinde Hamdi Çavuşa, “Hamdi Çavuş, önce ben ölürsem sen benim cenazeme gel, sen ölürsen ben senin cenazene geleyim…” diye takılır. Hamdi Çavuş’ta “olur Hacı baba” diye cevap verir. Hacı baba biraz sesini kısarak sözüne bir ilave yapar. “Ben senin cenazene gelirim Hamdi Çavuş…” der.
Aile 1915’li yıllarda başladığı ortakçılık ve gurbet hayatına, ancak 1940’lı yıllardan sonra köylerine dönerek son verebilmiştir. Bu arada Hamdi Çavuş ve Cingöz Hasan aileleri her kalabalıklaşan ve büyüyen aileler gibi, ayrılmışlar, ancak fakirlikten bir türlü kurtulamamışlardır. Hamdi Çavuşun çocukları küçük olduğundan üretime ve çalışmaya, dolayısı ile ailenin geçimine katkıları pek olamaz ve fakirlik yakalarını bir türlü bırakmaz.
Hamdi Çavuş fakirliğine rağmen birde sigara tiryakisidir. Ancak, sigara alacak para da çoğu zaman bulunmaz. Sigara isteği çok sıkıştırdığı, içme isteği nüksettiği zamanlarda yeğeni Muharrem (usta)’e gelir. Emredici bir ifadeyle “Muharrem para ver” der. Muharrem de amcasının neden para istediğini bilir ve hiç sormadan verir. Ancak onunda verdiği veya verebildiği miktar da ancak 1-2 paketlik sigara parasıdır.
Savaş sonrası Yokluk, Fakirlik ve Gazilik Yılları
Hamdi Çavuş’un savaştan sonraki hayatı yokluk, fakirlik, zaruret içinde tabir caiz ise iki yakası bir araya gelmeyecek şekilde devam ederken, Devlet’imiz ekonomik olarak kendini biraz toplamış olacak ki, gazi ve şehitlerine maaş bağlama kararı alır. Köye gelen memurlar Hamdi Çavuş’a maaş bağlayacaklarını, artık fakirlikten kurtulacağını ve bundan sonraki hayatının refah içinde geçeceğinin müjdesini verirler. Hamdi Çavuş devletin şehit ve gazilerine maaş bağladığını bir süredir oradan buradan duymaktadır ve işin farkındadır. Köyünde de kendisi ile aynı durumda olan diğer gaziler vardır. Bu arada hem diğer gazilerle, hem de bu konunun Müslümanlıktaki hükmünü bilen itimat ettiği hocalarla gerekli istişarelerde de bulunmuştur. Canını süngüsünün ucuna takarak uzun süre düşman karşısında bi hakkın vatan için mücadele etmesinin karşılığında, devletten maaş almasında herhangi bir meşruiyet sorunu yoktur. Bunu bilmektedir. Buna rağmen günlerce gece gündüz iç dünyasında konuyu alıp vermiştir. Teklifi getiren memurlar karşısında kısa bir süre daha düşünür. Ancak O, memurların beklediği cevabı verme yerine, “ben alacağımı toprağın üstünde(bu dünyada) değil, toprağın altına(ahirete) gittikten sonra alacağım” diye o tarihi cevabı verir. Maaş istemez, memurların teklifini reddeder. Ve yokluk, fakirlik, yarı aç, doğru düzgün sigara alacak para dahi bulamadan meşakkatli bir dünya hayatını tercih eder.
Vefatı
Bir zemheri günüdür. Toprak donmuş beton gibidir. Kavakça pınarının çörteninden şir şir akan kalem inceliğindeki suyu hariç oluğundaki ve evlerdeki bakraçların suyu buz tutmuştur. Zemherinin ortasında bir karakış gününde, aşağı obada, kavakça pınarı başında ve avlunun içinde bir kısım adamlar ciddi ve vakur vaziyette öbek öbek dikilmektedir. Evin içine toplanmış hanımlardan yas niteliğinde ve ağlamaklı cılız sesler yükselmektedir. Tam bu sırada, ev ardı tarafından tıkı tık, tıkı tık diye duyulan sesler gelmeye başlar. Ancak söğütlerin dallarının yolu perdelemesinden sesin maiyetinin ne olduğu anlaşılamamış, toplanan kalabalıkta da sesin geldiği yöne doğru olan merak ta artmıştır. Üç beş dakikayı geçmeyen bu sürede, bir atın nallarının don tutmuş toprakla buluşması ile çıkan sesler olduğu at ve üstündeki binicisinin söğütlerin arasından gözükmesiyle, gelenin kim olduğu da atın yaklaşması ile anlaşılmış ve bu merak ta bitmiştir. Ancak merak biterken TUT’tan gelen bu zatı muhtereme doğru kalabalığın hareket ettiği görülür. Kalabalıktan kimi atın üzengisinden tutar, kimisi de bu Zat’ın attan inmesine yardım eder. At toprak dama doğru yularından çekilerek götürülürken. Köylülerde Zat’ı muhterimin ellerine sarılıp hoş geldin demek için sıraya geçer. Köylüler bu karakış gününde köylerine gelen bu Zatın, bu yolculuğuna bir anlam vermeye çalışılırken, kalabalık arasında bulunanlardan Dede köyde Hamdi Çavuşla yapılan şakalaşmayı hatırlayanlar, bu ziyaretin anlamını, o şakalaşmada geçen sözleri köylülere kulaktan kulağa yayarak verirler.
Avluda kazan kaynamış, teneşir tahtası da hazırlanmıştır. TUT’lu Muhterem zat Mustafa efendi önlüğünü takar ve meyyiti bir güzel yıkar, namaz için harmana çıkarılır. Cemaat arasında bulunan Abhazanın Yusuf bir süredir kalabalığın üzerinde havada duran bulut gibi belli belirsiz bir şey fark eder. Bu bulut gibi şey biraz önce tam avlunun üzerindeyken, şimdi cenaze ile birlikte harmanın üzerine gelmiştir. Cenaze mezarlığa doğru götürülürken o bulut gibi şey de cenaze ile birlikte hareket eder. Cenazenin mezara konması ve Mustafa efendi tarafından talkımının verilmesi süreci boyunca mezarlığın üstünden ayrılmaz. Hamdi çavuşun cenazesi ve ruhu öbür tarafa, huşu içinde “ben bunların (gaziliğimi ve vatanıma yaptığım hizmetleri) karşılığını(sevabını), bu dünyada, toprağın üstündeyken harcamam, toprağın altında(ahiret’te) isterim” dediği, ahiret yurduna, uğurlanır.
Hamdi Çavuş’un Oğlu Aşık Ahmet
Gel zaman git zaman Hamdi Çavuşun ahirete irtihalinden sonra aradan yıllar geçmiştir. Ailenin başında oğlu Aşık Ahmet vardır. Babasının Fakr-u zaruret hali onunda yakasındadır. Ailesinin rızkı için köyde, kent’te, orada burada elinden gelen tüm işlerde çalışmaktadır. Çoğu zaman bir çift koşu bile bulunduramadığından tarlalarını da kendisi ekip biçememektedir. Çocukları küçüktür ve onların okumalarını da eşi Satı Ana ile birlikte çok istemektedir. Çocuklarının okul ihtiyaçlarını ve harçlıklarını karşılamak için çoğu zaman kış boyunca tek yiyecekleri olan dene ve bulgurlarını bile satmaktadırlar.
Hamdi çavuşun oğlu Aşık Ahmet ve ailesinin hal ve ahvali kelimelerin bile tarif etmede yetersiz kaldığı durumlarda iken, Zaman da 1960 lı yılları devirmiştir. Devletimizin ekonomik gücü daha da iyileşmiş olacak ki, memurlar bu sefer oğlu Aşık Ahmet’e, gazi çocuğu olduğu için babası Hamdi çavuşa yaptıkları maaş bağlama teklifini yaparlar. Gelen memurlara Aşık Ahmet’in cevabı nettir. “devletimize teşekkür ederim, ancak ben babam Hamdi Çavuşun kendi sağlığında dünyada yemeyip sakladığı ahiret azığını ben de yiyemem, ahiretine azık yaptığı babamın gaziliğine bende dokunamam” diyerek, yapılan teklifi O da geri çevirir.
Sonuç
Bu yazı ile genelde ve klasik ve klişeleşmiş bir yaklaşımla hikayenin konusu kişiler için yapılan mükemmelleştirme ve kişilerin olağanüstü tasvir ve tabirlerle gerçek hayat hikayelerinden kopartılarak mümtaz bir yere konması gibi bir niyet ve maksat güdülmemiştir. Tabi ki rahmetliler Hamdi Çavuş ve oğlu Aşık Ahmet’inde bir beşer olarak, aile ve toplum içinde veya Rabbi ile olan ilişkilerinde kişisel zaafları ve zayıflıkları da olmuş olabilir. Ancak “ölülerinizi rahmetle(iyilikleri) ile anın…” fehvası mucibince kaleme alınan ve özellikle baba-oğul fakr-u zaruretlerine ve yoksulluklarına rağmen, gazilik payesi üzerinden Devletin vereceği maaş ve parayı ‘Alacağımız maaş gaziliğimize ve ahiretimize zararı olur…” hassasiyeti ile reddetmeleri, yaşadıkları dönemde ve günümüzde hayatın olağan akışı içinde anlaşılması, sıradan aklın kabul etmesi güç bir olağanüstülük te taşımaktadır. Rahmetlilerin “Ahiret, hesap verme, gaziliğe ve ahiret azığına ihtimam gösterme telakkileri” ile ilgili anlayış, kavrayış ve davranışları, günümüz nesillerince üzerinde durulması, düşünülmesi gereken “olağanüstü” bir kıymet olarak değerlendirilmektedir.
Tamamen Hamdi çavuşla müşerref olmuş birinci el anlatımlardan, Aşık Ahmet bölümü ise bizatihi yapılan gözlemlerden yola çıkılarak, amatörce de olsa hikayeleştirilen “Hamdi Çavuş ve Oğlu Aşık Ahmet hikayesi”, bu satırların yazarı tarafından, Erzurum’da görev yaparken 2016 yılında bir gün Erzurum’un önde gelen bir zatına anlatıldığında, o zatın “keşke Hamdi Çavuş bir Erzurumlu olsaydı da ben o’nun hikayesini “Erzurumlu kahramanlar” adında hazırlık yaptığım kitabıma yazsaydım” diyerek hayranlığını ifade ettiği, İbretlik Hamdi Çavuş ve Oğlu hikayesinin, daha ehil kalemler tarafından ele alınarak, bir kitap, bir filim hatta bir dizi filim haline getirilerek, Çayırpınar’lıya ve Çankırılıya bir övünç ve kıvanç kaynağı olması dileği ve hatırasına öncelikle hemşerileri tarafından sahip çıkılması ümit ve temennisiyle.
Allah tüm şehit ve gazilerimize rahmetiyle muamele etsin. Ahiret ve hesap verme telakkileri, gazilik ve gaziliklerine olan özen ve ihtimamları onlara şefaatçi olsun İnşallah.
Haşim EFE
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.