- 594 Okunma
- 4 Yorum
- 2 Beğeni
Nefes almak neden yormuyor?
En nihayet şöyle bir noktaya vardım arkadaşım: Allah’a ’Allah gibi’ inanmak, yani ’tastamam’ inanmak, bütün güzel isimleriyle/sıfatlarıyla birlikte inanmak, kaçınılmaz bir şekilde bizi huzur-u daimîye götürüyor. Çünkü Allah ism-i şerifinin kuşattığı bütün manaları itikadınıza yerleştirdiğiniz zaman Ondan saklanılabilecek bir yer de kalmıyor. Sığınılacak yalnız O oluyor. Tıpkı mürşidimin dediği gibi: "Allah lâfza-i celâli bütün sıfât-ı kemâliyeyi tazammun eden bir sadeftir. Çünkü lâfza-i celâl Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes de bütün sıfât-ı kemaliyeyi istilzam eder. Öyleyse, o lâfza-i mukaddese, delâlet-i iltizamiye ile bütün sıfât-ı kemâliyeye delâlet eder."
Veya Cibril aleyhisselamın ’ihsan’ı sorduğunda aldığı cevap gibi. Neydi? ’Onu görür gibi ibadet etmek.’ Nedendi? ’Çünkü biz Onu göremesek de O bizi görüyor.’ Zaten ibadetimiz de, sırf bir teşekkür zemininde bakıldığında dahi, Onu görmemize bağlı değil. Ya? Onun bizi görmesiyle alakalı. Teşekkür ’ilgiye’ edilir ’temaşaya’ değil. Öyle bir Sultan’ın huzurundaysak elbette ceketler iliklenecek. Ayakucuna bakılacak. Konuşurken ses kontrol edilecek. Söyleneceklere ayrı bir özenilecek. Bütün bunlar ’eğer Onun huzurunda olduğumuzu tastamam hissediyorsak’ olacak.
Bu huzuru hissedebilmenin ilk şartı ise marifetullahta ilerlemektir. Peki Allah’ı bilmek ne kazandırır bizlere? Belki şunları: Zaten huzurdasınızdır. Görülüyorsunuzdur. Eksik olan sadece farkındalığınızdır. Hatırlamanızdır. Marifetullah, yani Allah’ı bilmede alınacak mesafe, bu şuur hissini ister-istemez arttırır. Aziz Mahmud Hüdaî Hazretlerinin mürşidi Üftade Hazretlerine isbat ettiği rüşd budur. ’Tavuğu kimsenin görmediği yerde kesmesini’ isteyen şeyhi tavuğu elinde canlı bulmuştur: "Kimsenin görmediği bir yer bulamadım şeyhim. Hiçkimse görmese Allah görüyordu."
Dünyada insanın böyle hissetmesi elbette öyle bir Allah’a inanmasıyla ilgili. Öyle bir Allah’a inanmıyorsanız böyle endişeler duymazsınız. Öyle bir Allah’ı istemiyorsanız da böyle bir dinde durmazsınız. Şunu hep iddia ediyorum: İslam’dan daha kemalde bir ’ilah’ tanımı olan inanış yoktur. Yoktur. Yoktur. Hepsi ama hepsi eksiklidir. Zaten ortaya çıkış sebepleri de bu ’eksiltme arayışı’dır. İslam’a baktığınızda karşınıza öyle zirvede bir ilah tanımı çıkar ki üstüne fazlasının konması mümkün değildir. Herşeyi görür. Herşeyi bilir. Herşeye gücü yeter. Herşeyi yaratır.
İşte biraz da bu nedenle diyebiliriz ki: Deistlerin de aradığı İslam’dan daha mükemmeli değildir. Hayır. Yalan. Bin kere hayır. Bin kere yalan. Deistler esasında İslam’ın öğrettiği Allah’tan fısklarının hesabına ’çalmak’ istiyorlar. Çünkü arzuladıkları serbestiyi böyle bir Allah’ın varlığıyla birlikte göğüslerine sığdıramıyorlar. Arşı istiva eden Allah onlara çok büyük geliyor. Hevâları rahat rahat at oynatacak boşluk bulamıyor. Evet. Büyüklenmecilik oynamak istiyorsanız kendinize bir parça yer açmanız lazım. İslam’ın öğrettiği Allah’a inandığınızda tevazudan başka seçeneğiniz yok. ’İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü...’ gerektiriyor. Öyleyse? Öyleyse tanımından azıcık tırtıklayacaksınız. Ne kadar tırtıklarsanız o kadar size alan açılacak. Hem şu da var: Tırtıkladıkça huzur-u daimîden de uzaklaşacaksınız. Yani, kendinizi Onun huzurundaymış gibi hissetmeyeceksiniz. Suç işlemek için bundan daha uygun bir ortam olabilir mi?
Bunun bidayeti deizmdir. Nihayeti ateizmdir. Riyazü’s-Salihîn dersinde kibri "Allah’ın bir ismini/sıfatını çalmaktır!" şeklinde tarif eden Ebubekir Sifil Hoca çok önemli birşeyin altını çiziyordu aslında. el-Mütekebbir olan sadece Allah olmalı. Müslüman Allah’a rağmen alan sahibi olamaz. Tevazusuyla ancak fenaya doğru açılabilir. Varlığa doğru daha fazla yürüyemez. Yokluğa doğru yürüyebilir. Bu nedenle ahirzamanın şişkin egoları deizmi bir çare gibi görüyorlar. Herşeyi yaratan Allah’ın hiçbirşeyle ilgilenmemesini makul sanrılıyorlar. Bu, kusurlu bir benzetmeyle, Selimiye’yi binbir emekle yapan Mimar Sinan’ın aslında onu çok da önemsemediğini söylemek gibidir. Hem yaratıyor hem de önemsemiyor. Hem ilgileniyor, ki yaratmak ilgilerin en büyüğüdür, hem de ilgilenmiyor. Zıtlar birarada bulunabiliyor. İkisine de inanılıyor. Gel de alay etme arkadaş!
Buradan da seni Enbiya sûresinin 19. ayetine götüreceğim. Kısa bir mealiyle şöyle buyruluyor orada: "Göklerde ve yerde kim varsa Ona aittir. Huzurunda bulunanlar Ona ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar." İşte ’kibirlenmemenin’ ve ’yorulmamanın’ sırrı da sanıyorum yine bir parça marifetullaha bakıyor arkadaşım. Nasıl bir Allah’a inanıyoruz? Nasıl bir Allah’a ibadet ediyoruz? Herşeyi gören bir el-Basîr mi? Herşeyi bilen bir el-Alîm mi? Her ihtiyacımızı karşılayan Rabbü’l-Âlemîn mi? Gücümüz yetmeyen şeyleri bize koşturan bir er-Rahman mı? Ulaşamayacağımız şeyleri bize yetiştiren bir el-Kerîm mi? Eğer ’bütün güzel isimleri’ kuşanmış bir şekilde Allah’a inanıyorsak kibrimizin sığacağı bir boşluk kalmıyor zaten.
Kibir nedir? Kibir biraz da ihtiyaçsızlıktır. Her kibrin yüzü bir parça da ’ihtiyaçsızlık sanrısına’ bakar. Alâk sûresinde kısa bir mealiyle dendiği gibi "İnsan kendisini ihtiyaçtan uzak görünce azgınlaşır." Bu sanrı yokedildiğinde ise herşey ihtiyaca dönüşür. Algı değişir. Okuyuş değişir. Duyuş değişir. Yani kibrin zıttı ’acz’ ve ’fakr’dır. Güçsüzlüğümüzü ve muhtaçlığımızı hissettiğimiz ölçüde kibirden uzaklaşırız. Elhamdülillah. Muhtaçlık şuuru beraberinde neyi getirir peki? el-Cevap: Yorulmamayı. Evet. Muhtaç olanlar yorulmazlar: "Muzaaf ihtiyaç iştiyaktır!"
Nefes almak yormaz bizi. Yemek yormaz. İçmek yormaz. Uyumak yormaz. Bir ihtiyacımız için çalışıyorsak çalışmak yormaz. Fakat angarya çektiğimizi düşündüğümüz her eylem, hatta en ufakları bile, beden/ruh yükü haline gelir. İhtiyaç duyulan şeyde çalışmakta lezzet de vardır. Angaryalarda lezzet yoktur. İnsan tekebbür içinde çalışırken ’bağış yaptığını’ düşünür. Tevazu içinde çalışırken ’hediye aldığını’ hisseder. Elbette ’alan el’ olduğunu yudumlayarak yaşamak, yani her anın kendisine ayrı bir hediye olduğu bilinciyle yaşamak, teşekkür etmeyi güçlükten çıkarır. Dile şeker eder. Bu da bizi yine ayet-i celilenin dediğine getirir: "Huzurunda bulunanlar Ona ibadet hususunda kibirlenmezler ve yorulmazlar." Ayetin öncesi ise bu halin hangi itikadın arkasından geldiğini öğretir sanki: "Göklerde ve yerde kim varsa Ona aittir." Demek: Herşey Onun olduğunda hiçbirşey Onun ihtiyacı olmaz. Olamaz. İhtiyaçlar da yoksulluk gibi bizim olur.
Bitirirken: "Cenab-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var?" sorusuna Bediüzzaman’ın verdiği cevap buraya ne de çok yakışır! Onunla vedalaşmış olalım arkadaşım: "Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbirşeye, muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın. Mânen hastasın. İbadet ise mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde isbat etmişiz."
YORUMLAR
Allah razı olsun kardeşim İstifadeye açık sebilden farksız. mevlam bol ecir versin
belkibirharfimben
"Büyüklenmecilik oynamak istiyorsanız kendinize bir parça yer açmanız lazım."
Hiçbir şey/şeyi olmayanda kibir aranmaz. Ortada bir büyüklenme varsa, bu sahip olmanın (aslında bir sanrının) sonucudur. Bazen güce, bazen paraya, bazen makama... Aracın amaçlaşması durumu söz konusudur kibirde. Aklın sınırlarında kalan bir kavramın, ötesine hükmedebileceği zannı.
Kaleminize sağlık Ahmet Bey.