BABA (GERÇEK BİR HİKAYE)
BABA
Ceketinin iç cebinde umutlarını ve bir de tütün kesesini saklardı Naim. Çünkü oraya koyacak ve sığdıracak başka da bir hazinesi yoktu. Kocaman elinde bir kibrit çöpünü andıran sigarasını gülümseyerek sarar, o sigaradan en derin nefesi büyük bir iştahla çekerdi. Yoksulluk, Naim’i kendi gölgesinden daha çok takip etti. Yoksul hayat onun en yakınında duran, onun halini belgelendirendi. Babasının işlediği on beş dönüm kadar bir tarla onun boğazından geçen çorba, pilav, ekmek ve soğan olurdu.
Evlerinin önündeki yaşlı dut ağacı hayallerini inşa ettiği ve sakladığı tek yerdi. Elleriyle aynı orantıda olan ayaklarını eski inşaat tahtalarından yaptığı çardağa uzatır, sigarasını özenle sarar ve hayaller deryasında yüzmeye çalışırdı. Bu sulara girdiği andan itibaren dudakları tatlı tatlı gerilmeye başlar, hayal filmi bitene kadar o gerilme devam ederdi. Nedense aklında hep aynı mütevazı filmi canlandırırdı. Beynindeki bu güzel seraba dudakları da eşlik eder. “Şu tarlaya bir on dönüm eklesem, iki de ineğim olsa, bir de üç beş keçi alsam daha ne isterim?”
Hayalleri bu kadar silik renklerle ve basit çizgilerle resmedilmişti. Öyle, beylik hayallere hiç izin vermedi. Bir traktör üzerinde ırgatlara emir vermek, öğle yemeğinde tereyağlı bulgur pilavı ve köy tavuğu gibi şeyler hayallerinin örümcek bağlayan mahzenlerinde bile yer almadı. O sade hayatın, millete avuç açmadan yaşamanın güzelliğini besledi hep içinde.
Daha, sakalları yeni yeni kendini bulurken annesinin esmer tenine son, onun mezar taşına ilk öpücüğünü koydu. Bir annenin koltuk değneği olmasının eksikliğini hep yaşadı. Akraba ve arkadaşlarının evlerinde çok bulundu ama hiçbir zaman onlara annesinin eksikliğinden bahsetmedi. Bu acı dalgaya dik ve sert bir kayalık edasıyla karşı koysa da içi kireç olan ve her su damlasında biraz eriyen karstik topraktı. Annesinden sonra hayattaki tek dayanağı yaşlı babası olmuştu. Seksen yaşlarında, hayatın akışına sadece usul adımlarla eşlik edebilen, bir kaşık yemeği bile bin bir zahmetle boğazından aşıran bir adamcağız…
Yüreğinde biriktirdiği sevgiyi sadece arkadaşları ile paylaşır Naim. Hemen her gününü iki arkadaşıyla geçirirdi. Yaz kış, onlarla beraber kâh sıcağın çöreklendiği saatlerde tarlada kâh birkaç ineğin arkasında demlenmiş sohbetlerine şeker tadında kahkahalar atarlardı. Bu tadı hayatı boyunca unutmayacağını da iyi bilirdi Naim.
Bir gün köyün yüksek bir noktasında, ceviz ağacının altında oturuyordu. Gözünün önüne çizilen tablonun renk cümbüşüne hayran hayran bakıyordu. Tablonun en arkasında dik kayalıklı dağlar, dağın bittiği noktada ütü yapılmış bir çarşaf gibi gergin duran göl, gölün hemen önünde tarladaki ürünü su motorları ile sulamaya çalışan ırgatların mücadelesi… Bu manzarayı gerçek kılan ise var ile yok arası olan, yüzünü hafif hafif okşayan sıcak bir yel ile su motorlarının çıkardığı küfürbaz seslerdi. Gözlerini bu manzaradan koparan şey, ensesini bir çalı gibi çizen son derece lakayt “Selamunaleyküm” oldu. Kafasını çevirdiğinde aslında çok da hoşlanmadığı ama saygıda da asla kusur etmediği uzak akrabasını gördü.
Hal hatır sorulduktan sonra Naim, uzak akrabasının ağzının içinde bir sözü çiğnediğini ama bir türlü çıkaramadığını fark etti. Israr edince uzak akrabasının dilinin üzerinden derdi damlamaya başladı. Uzak akraba artık evlenmesi ve onun da çoluk çocuğa karışması gerektiğini kendince anlatmaya çalışırken Naim; aklındaki örümcek ağlarına takılan hayallerini düşündü. Akrabası yan köyden bir kızdan bahsetmişti ama evlilik fikrinin kırıntıları bile aklının hiçbir yerinden geçmemişti bu güne kadar. Evlilik… Bu güne kadar uzak durmaya çalıştığı bir kelimeydi. Akrabasının bu fikrini bir sivri sineği savuşturur gibi önemsiz bir el hareketiyle savuşturmaya çalışsa da bu kelime hem beynine hem de kalbine çoktan oturmuştu. Orada çok da oturamadı zaten. İzin istedi ve eve doğru adımlarını atmaya başladı. Evin girişine kadar aklındaki sorulara cevap aradı durdu: Neden kendi de evlenemiyor, Kendi bir aileye bakamaz mı, Bir baba olmak onun hakkı değil mi, çardakta kurduğu hayallerin gerçekleşmesi evlenince olmuyor mu?
Evet. Her şey onun da hakkıydı. O da istiyordu eve gelince gülümseyen bir yüzle karşılaşmak, yavan bir pilavı gerekiyorsa eşiyle ve çocuklarıyla sadece soğanla yemek, babasıyla evde ilgilenecek bir eş ve bir dost.
Evlenmek ve bir çatı adlında içi simsiyah olan ocağın yanı başında karısıyla dertleşmek, bazen gülmek, bazen üzülmek fikrini arkadaşlarına anlattı. Bu güzel fikre arkadaşları destek verdi ve Naim’in evlenebilmesi için ellerinden gelen maddi manevi yardımı yapacaklarına söz verdiler.
Naim’in kalbi göğüs kafesini kıracak gibiydi hızlı atıyordu. Heyecanı yüzüne vuruyor ve sevincini gizlemiyordu. Bu sevinci herkesin sofrasına koyup göstermek istiyordu. Arkadaşlarından gördüğü destek ona ayrı bir cesaret vermişti.
Uzak akrabasına haber saldı ve kızın ailesi ile görüşmesini akrabasından istedi. Olumlu cevap gelince kızı istediler. Naim artık nişanlanmıştı.
Üçü, kafa kafaya verip ne yapacaklarını kararlaştırdı. Naim ve babasının yaşadığı eski evi elden geçireceklerdi. Boya aldılar ve tüm evi baştan sona boyadılar. Bu boya sadece, duvarlardaki pisi, isi ve lekeleri kapatmıyor; aynı zamanda Naim’in fakirliğini, yalnızlığını ve umutsuz yanlarını da kapatıyordu. Naim, fırçayı duvara sürdükçe hayat defterinde yeni ve tertemiz sayfaların açılacağını hesap ediyordu. En güzel, en coşkulu ve sevgi dolu hikâyeleri bu deftere yazabilecekti. Karısı ile kahkahaları boyadıkları evin bir o duvarından bir bu duvarına çarpacak, mutluluklarını ayan beyan ortaya dökecekti. Artık hayalleri başka boyut kazanmış; daha güzel, daha iştahlı hayaller kurmaya başlamıştı. Çardağı da elden geçirdiler. Naim evlerinin arkasındaki boş yeri bile iyice temizledi. Yabani otları elleriyle tek tek yoldu. Güzel bir bahçe yaptı. O bahçede salatalıklar, domatesler, biberler, marullar yetiştirecek; babası ve karısıyla ve hatta çocuklarıyla beraber bunları yiyeceklerdi.
Köy düğünü olacaktı ve köy düğünleri üç gün sürerdi. Cuma namazında sonra bayrak kalkar, davullar çalmaya başlar, düğüne iştirak edenler bayrağın ve davulların arkasından düğün evine kadar mağrur yürürdü. Ama Naim’in maddiyatı bu üç günü kaldırabilecek kuvvette değildi. Arkadaşları tek günde karar kıldı. Düğün sadece cumartesi yapılacaktı. Hem böylece masraftan kurtulacaklar hem de düğünden Naim için para kalacaktı.
Davulların gümbürtüsü karşı dağlardan o kadar şiddetli yankılanıyordu ki çok uzaklardan bile köy yerinde bir şenliğin olduğu anlaşılıyordu. Dağlar, bulutlar, o durgun göl bile el ele tutuşmuş; Naim’in düğünü için halay çekmeye başlamıştı. Bu cumartesi Naim için unutulmaz bir gün oluştu. Hayatı boyunca tarlada o kavurucu güneşin altında çalışmaktan sırılsıklam olan sırtı şimdi halay çekmekten aynı kıvama gelmişti. O kocaman ayakları belki o gün ilk defa yere basmadı, hep havada uçtu.
Aylar, suyun yüksek bir tepeden akma hızıyla geçip gitti. Tarlasını ekip biçmeye başlamıştı. Düğünde biriken para ile iki inek aldı. Üç beş tavuk verdi köylüler. Şimdi terini el için değil, kendi ve karısı için akıtıyordu. Kafasını her seferinde çevirip ocaklığın bacasından çıkan dumanı gördükçe içinde sakladığı mutluluk bir yaşına daha giriyordu. O ocağın tütmesi, evde yemeğin pişmesiydi; yemeğin pişmesi de mutluluğunun en ihtişamlı deliliydi. Oysa o bacadan yıllarca duman yükselmemişti. Neyse ki o günlerin bataklığı kurudu ve o topraklarda şimdi yemyeşil ağaçlar yetişmeye başladı.
Naim tarladaki işini bitirip eve gittiğinde eşini yere dalgın dalgın bakarken buldu. Merakının kilidini açmak için ne olduğunu eşine sordu. Eşi biraz utangaç, biraz heyecanlı bir ifadeyle hamile olduğunu söyledi. Naim’in kırk yıllık sergüzeştinde kulağına söylenen en güzel türkü baba olacağıydı. Yüzündeki tebessümü saklama gereği duymadı Naim. Allah’tan hayırlısını dileyen bir bakışla karısına sarıldı. O gün, çardağın altında defalarca aynı kelimeyi tekrarladı: Baba.
Baba, baba, baba… Hâlbuki bu kelimeyi babasına ne kadar çok kullanmıştı kelimenin içindeki sihri veya kuvveti fark edemeden. Şimdi kendi için kullanınca daha çok anlamlı gelmişti. Daha süslü görünüyordu.
Gençlik döneminde iki adım ilerisi görünmeyen geleceğine dair, şimdi daha net düşünceler kurabiliyordu. Çocuğu için maddi doyum noktasında mükemmel bir gelecek hazırlayamasa da mutlu bir aile ortamı için güzel bir gelecek hazırlayabilirdi. Bunun için de çok zorlanmayacaktı. Yüreğindeki sıcaklığı ve sevgiyi çocuğunun ayaklarına sermesi yeterliydi.
Mutlu bir bekleyiş içine girdi karı koca. Allah’ın o güzel hediyesini kucaklarına alıp bir nefeste tüm kokusunu içlerinde eritmeyi istiyorlardı. Bekleyişin beşinci ayında Naim acı bir haberle sarsıldı. Babası tarlalarının kenarında ölü bulunmuştu.
Ölümün acı rüzgârı ikinci kez evlerinde esmişti. Sonbahar da esen hüzün yüklü soğuk rüzgârlar Naim’in evinden, iki yeşil yaprağı alıp yere düşürmüş ve onları kurumaya hatta yok olmaya bırakmıştı. Bu zamanları hiç sevmiyordu Naim. Artık evden bir nefesin eksikliğine alışmak zorunda kalacaktı. Koca dut ağacının altında babası ile dağ haline gelen dertlerine çözümler bulmak için konuşmaları, babasının yırtılan şalvarının yerine yenisini almak için başkalarından borç istemesi, arkası yırtılan lastik ayakkabısını yamamak için ocağın başında kan ter içinde kalması… gözünün önüne tek tek geldi. Gözü ve gönlü çok fazla dayanamadı bu hatıralara. Gözü yaş akıtırken gönlü de kan akıtıyordu. Ama bir taraftan da teselli ışığını doğacak çocuğunda buluyordu.
Babasını toprağın soğuk yatağına teslim ettikten birkaç ay sonra oğlunu kucağına aldı. Cennetin, anasının, babasının kokusunu bu yavrucakta bulmuştu. İçindeki sızıyı biraz olsun dindirebilen avuç kadar şeyi öpmeye doyamıyordu. Burnunu çocuğun teninin her noktasında gezdiriyor, bunu yaparken de gözlerini kapatarak burnundan derin nefes alıyordu. Çocuğun teninden yayılan o müthiş kokunun bir zerresinin bile havada zayi olmasını istemiyor, hepsini ciğerlerine hapsetmek istiyordu. Geceler boyunca oğlunun nefes alış verişini dinliyor, küçük göğsünün inip kalkmasından büyük zevk alıyordu. O masum yüz, bugüne kadar gördüğü en saf yüz, bedeni en güzel çiçek, öptükçe ağzını dolduran tat arıların yapamayacağı lezzette bir bal oluyordu. Bu yüzden de oğlunun yanından ayrılmak dahi istemiyordu. Tarladan geldikten sonra yaptığı ilk iş olunu kucağına almak olurdu. Doya doya öpmek ve onun gülüşündeki sırları keşfetmek de sonraki işiydi. Çok geçmeden oğlunun adını kulağına üç kere fısıldadı: Kenan, Kenan, Kenan.
Belki de babasını onun adını vererek mutlu edebilirdi.
İlkbaharın insanı mayıştıran sıcaklığı bastırmadan ineklerle ilgilenen Naim üç yaşına gelen oğluna seslendi. Oğlu siyah şalvarı, lastik terlikleri ve güneşin tokatlaya tokatlaya rengini uçurttuğu tişört ile evin arkasından koşarak geldi. Kenan’a baktıkça babasını, biraz da babasının çaresizliğini görür ve üzülürdü. Kadere isyan etmek istemezdi ama babasının biraz daha geç gitmesini de isterdi. Neyse ki oğlunun yüz hatları babasının hatları ile aynı olduğu için oğluna her bakışında babasını görebiliyordu.
Birkaç haftadır, Kenan durduk yere huysuzlanıyordu. Dudaklarının arasında kelimeler belli belirsiz eziliyor, kimse onun ne dediğini anlamıyordu. Bazı anlar gördüğü her yeri yatak belliyor, kendini bazen ot yığınlarının üzerine bırakıyor, bazen annesinin dizine yatıyor, bazen de ocağın yanındaki mindere kıvrılıyordu. Akşamları ağlamaklı sesle babasının kucağına bir kedi gibi kıvrılıp erkenden uyuyordu. Bir akşam babasının kucağına kıvrıldığı bir anda Naim, onun çok terlemiş olduğunu fark etti. Ateşi de vardı. Çocuk bir volkandan fırlayan taş parçası gibiydi. Gece, bir hırsız olmuş Naim’in uykusunu almış götürmüştü. Paslı, paralel uzanan demirlerle korunmuş pencerenin yanındaki sedire Kenan’ı uzatmıştı Naim. Onun solgun yüzünü acıyarak, üzülerek izledi.
Sabah olsun istiyordu. Köye gelen minibüse binecek ve biricik oğlunu doktora götürecekti. Dışarı çıkığında etrafın yavaş yavaş aydınlandığını görünce çok sevindi. Güneşin kırmızı oklarının dik kayalıklı dağın ardında belirdiğini fark etti. Hemen karısına hazırlanmasını söyledi. Kadıncağız Kenan’ı uyandırdı, ona bayramlık kıyafetlerini giydirdi. Kendi de giyindi. Dışarı Naim’in yanına geldiler ve köy arabasını beklediler. Yolun ileride görünen son noktasında köy minibüsünü gördüler. Onların derdinin tam tersine minibüs gayet sakin, hiçbir tasası olmayan ağustos böceği özgürlüğü ile hareket ediyordu. Minibüse bindiklerinde saat altı olmalıydı. Henüz erken bir saat olmasına rağmen Naim minibüsün bir an önce hareket edip şehre gitmesini istiyordu. Diğer yolcuların geçmiş olsun sözlerinden sonra her bir yolcu kendi başlarından geçen hastalık hikayelerini anlatıyordu. Belki Naim’i teskin etmek için konuşuyorlardı, belki de kendilerinin ne kadar büyük hastalıkları def ederken bir destan yazdıklarını dolu dolu anlatıyorlardı. Ama bu kahramanlık hikayelerinin hiçbirini Naim dinlemedi. Kendi düşünceleriyle meşguldü. Yol boyunca oğlunun doğumundan bugüne neler yaptıklarını gözden geçirdi.
Naim, ilaç kokan, her adımında insanı geren veya insanın içindeki huzursuzluğu bir kat daha artıran hastane koridorlarından nefret etmişti. Çok beklemediler doktorla görüştüler. Yaşlı biriydi doktor. İçeri girdikleri andan itibaren gelen kişilerin kim olduklarına bile bakmadı. Kenan’ın sıkıntılarını dili döndüğünce sıkıla sıkıla anlattı Naim. Doktor, aynı umursamaz tavırla “Şuraya yatırın, sırtını soyun.” dedi. Doktor, Naim ile karısana pek de yüz vermedi ama çocukla yakından ilgilendi. Gülümsedi ona, hatta kırmızı bir şeker bile verdi. Kenan bu güzel hediye karşısında zoraki, ama samimi bir gülümseyişi doktorun yüzünde gezdirdi. Birkaç tahlilden sonra öğleden sonra doktor tek bir kelime etti: Lösemi.
Naim, mezarlıktan eve geldiğinde öğle saatleriydi. Evin önü insan kalabalığıydı. Naim, iki arkadaşının kollarında yere bakıyor; göz yaşlarını yere akıtıyordu. Ağıtlar bir duman oluyor evin etrafını defalarca sarıyordu. Kenan’ın annesi içeride kendisini parçalıyordu. Kadıncağız bağırıyor, yalvarıyor, yüreğinin magmasından alevler fırlatıyor ama gözünden bir damla yaş düşmüyordu. Göz pınarı çoktan kurumuş, çorak bir et parçası olmuştu. Kadıncağızın bu feryatları Naim’in kulaklarını, yüreğini, göğsünü defalarca dağladı. Bu acının listesine tüm köylü adını yazdırıyordu. Karı koca için çok üzülüyorlardı. Naim’in ve karısının çektiği tüm sıkıntıları çoğu biliyordu. Zaten bilenler bilmeyenlerin kulağına Naim’in o iki ineği ve on beş dönümlük tarlasını sattığını fısıldıyordu. Bundan haberi olmayanlar bunu duyunca gözlerini olabildiğince açıyor ve Naim ile karısına defalarca sabır diliyordu. Naim, kafasını yerden kaldırmıyordu çünkü onun tek sermayesi ve geleceği olan Kenan bir avuç tuz olmuş toprakta erimişti.
Bir hafta sonra, Naim yan yana olan iki mezarın ortasına oturmuş bir taraftan ağlıyor bir taraftan da mezarlara su döküyordu. Sağında, bir buğulu camdaki yazı kadar çabuk silinen bir kaderi olan oğlu; solunda onun acısını kaldıramayıp ölen karısı…
Demek ki Naim’in mutluluk romanı yaklaşık 5 yılının üstünü ötmüştü. Şimdi, sabah köyüne gelen minibüse binmiş ve tüm geçmişinin üstüne toprak atmıştı. Umutlarını, hayallerini küllenmeye bırakmadan söndürdü. Yanağını minibüsün soğuk camına dayadı ve son kez evine baktı.