- 576 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Müslümanlık ve Tarikatlar
MÜSLÜMANLIK VE TARİKATLAR
Tarikatlar kapalı, mistik kurumlardır. Bu nedenle dış dekorlarının arka planında gizli kalan ve halk tarafından pek bilinmeyen çok ilginç inanış ve tapınma şekilleri, ayin ve törenler, söylem ve kavramlar vardır.
Bunların kaynakları ve amaçları ise hem çok çeşitli, hem de son derece çetrefilli, karmaşık ve mitolojiktir.
Türk toplumunun, genelde dünya Müslümanlarından farklı biçimde gelişmiş olan din anlayışı, büyük ölçüde bu olgudan etkilenmiştir.
Onun için bu bakış açısının temelindeki gerçek nedenleri gün yüzüne çıkarmak ve bu suretle yüzyıllar önce
yapılmış olan birtakım yanlışlıkları düzeltme imkanını bulmak amacıyla bu kurumların ve doktrinlerinin çok esaslı şekilde araştırılması gerekir.
Çünkü özellikle Türkleri, İslâm adına tarih boyunca bu kurumlar yönlendirmiştir.
Kavramlar etrafında tartışmaların kızışmasıyla birlikte,Tarikatların dışında kalabilmiş olan birçok kimse, birtakım arayışların içine girmiştir. Bu gelişmelerin sonucu olarak ilginç sorular gündeme gelmiştir.
İslâm’ın, kitap ve sünnetle belirlediği ibadetler bütün Müslümanlarca kesin ve açık şekilde bilinmektedir
Hz. Peygamber (s.a.s)’in bizzat uyguladığı biçimlerde bu ibadetler yaklaşık 1500 yıldır uygulanmaktadır.
Tarikat ehli kişilerce çoğunluğu Türkiye’de yaşayanlarca ve büyük ölçüde gizli olarak bir ibadet havası içinde icra edilen ibadet şekilleri oluşmuştur.
Müslümanlar, hız ve iletişimin getirdiği avantajlar sayesinde ele geçirdikleri ipuçlarıyla adeta iz sürerek şimdiye kadar kapalı kalmış birçok mesele hakkında büyük bir hırsla aydınlanmak istiyorlar.
Onların bu susamış lığının temelinde ise başlıca iki amaç vardır.
Birincisi: Aydınlanarak İslâm’ın, bütün çarpıcılığıyla güzelliklerini görebilmek ve onu, hapsedildiği tozlu raflardan indirmek ve hayata geçirmektir.
İkincisi ise: İslâm’ın yüzyıllardır, gerek sosyal ve toplumsal yaşamdan soyutlanmasında, gerekse orijinal değerlerinin
çarpıtılarak yozlaştırılmasında etkin olmuş bütün nedenleri öğrenmek ve bunları ortadan kaldırmaktır.
Tarikatta Evliya Nasıl Bir Kişiliktir:
Sözde "bazı yüce ruhlu insanlar, keskin bir sezgiye, olağanüstü ve gizemli güçlere sahiptirler." Bu kişilere, her dinin mistik toplulukları tarafından verilen bazı sıfatlar vardır.
"Evliya", "Aziz", "Saint" "Surp" ve "Ermiş" gibi...
Kalabalıkların çok büyük saygı ve bağlılık gösterdiği bu şahıslar, "Çilehâne", "Manastır", "Savmi’a" ve "Stupa" gibi özel ve kutsal sayılan mekanlarda "Seyr-u Sülûk", "Mücâhede", "Çile", "Riyâzet’ ve "Yoga" gibi her dine göre çeşitli adlar altında mistik egzersizler yaparak sözde, "günahlarından arınır ve bir ruh temizliğine kavuşurlar. Bunlar, artık «Himmet» «Bereket» ve «Tasarruf» sahibidirler, Allah adına, kâinat ve tabiat olaylarını yönetirler." (!)
Müslümanlığı tam benimseyememiş mistik düşünceli insanların, evliya denilen bu insanlar hakkındaki inanışlardan bazıları şöyledir:
1. Bunlar masum, günahsız, yüce ve yanılmaz şahsiyetlerdir.
2. Kutsal birer kişiliğe sahiptirler. Gizliyi ve özellikle gönüllerden geçenleri bilirler.
3. Duaları makbuldür; Ne dilerlerse Allah o dileği yerine getirir.
4. Aynı anda birkaç yerde bulunabilirler.
5. İslâm ordularının ön saflarında düşmana karşı çarpışır ve zafer sağlarlar.
6. En uzak mesafeleri en kısa bir zamanda kat ederler. vb.
Rabıta ve benzeri mistik uygulamalarla şartlandırılmış duygusal insanlar,
"Evliya" diye niteledikleri adamların, böylesine olağanüstü güçlere sahip bulunduğuna kendilerini inandırınca, bu kez de onların bu kerametlerini, hayalleri zorlayan mitolojik hikayelerle kaleme alırlar.
Tasavvuf terminolojisinde bu tür kerametler, “Tay-yi Zamân“ ve “Tay-yi Mekân“ tabirleriyle açıklanır.
Bunların manası: Sözde, zaman ve yerin, evliya için katlanarak küçülmesi demektir. Özellikle “Tay-yi Zamân“, zamanın durması anlamına gelir. Veli olan kişi gûyâ bu suretle, bir yandan bulunduğu yerde zamanı durdurarak, ya da zamanın akışını, bir diğer yerdeki zamanın akışına göre yavaşlatarak yaşar. Zamanın katlanmasıyla
ya da durdurulmasıyla evliya kişi, örneğin birkaç saniye içinde başka bir ülkeye intikal ederek orada yıllarca
kaldıktan, hatta ev, bark, çoluk çocuk sahibi olduktan sonra tekrar eski yerine döner ve hayatına, kaldığı noktadan devam eder. Örneğin, döndüğü zaman gitmeden önce önüne konmuş olan yemek hâlâ sıcacık durmaktadır. Onu sofrada bekleyenler sadece bir kaç saniye içinde ortadan kaybolmuş olmasına hayret ederler vb.
“Tay-yi Mekân“’ın da anlamı şudur:
Evliya kişi, aynı saatlerde bir kaç yerde bulunabilir; Yani yerin katlanmasıyla, evliya diye bilinen zat, aynı saatlerde dünyanın, birbirinden son derece uzak birçok yerlerinde bulunabilir!
Her şeyhin, tarikata olan katkısı ve evliyalık derecesi, ona mal edilen menkıbelerle ölçülür. Onun için bir şeyhin, eğer kerametleri kitaplara konu olacak kadar çok uzun anlatılmış ise o şeyhin en büyük velilerden biri olduğuna inanılır.
Bu nedenle mürit toplulukları, tarihin her döneminde şeyhleri için çok çeşitli kerametler üretmiş, bunları ilginç anlatımlarla işlemişlerdir.
İslâm ve Kur’an ölçüleri bakımından çok büyük bir sorun olan bu "Evliyalık" ve "Ermişlik" inanışının rabıta ile ilişkisi, Nakşibendî Tarikatı’nın temel felsefesini oluşturur. Çünkü şeyhi, müridin kalbine, yüce, masum ve yanılmaz bir kişi, "Himmet", «Bereket» ve "Tasarruf" sahibi bir "Evliya" olarak kazıyan araç rabıtadır.
Evet, hayâl bile edilemeyecek kadar yüceler yücesi bir makama yükselmiş, Allah’ta fâni olmuş, "İlâhî-Zâtî sıfatlarla tahakkuk etmiş” kâmil ve mükemmel bir kişi olan şeyhi, müridin kalbine ve zihnine yerleştiren sihirli anahtar, rabıta egzersizleridir.
Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, müridin en büyük görevi, Şeyhinin şeklini, (yanında bulunsun, ya da bulunmasın) sürekli olarak zihninde canlandırmasıdır. İşte rabıta budur ve rabıta, zaman içinde şeyhi, müridin her zerresine nakşeden, hatta onu, (haşa!) Allah’ın, yeryüzünde cisimlenmiş bir modeli olarak müridin ruh derinliklerine oturtan bir "Reflexi ve condition" haline gelir. Mürit, bu ruh hali içinde artık şeyhin de hiç bir eksiklik göremez.
Şeyh rabıta sayesinde bu kıvama gelmiş olan müridinin nazarında yalnızca bir «mürşid-i kâmil» değil, aynı zamanda " o, bütün eksikliklerden münezzeh bir şan ve şöhret sahibidir.“
Böyle inanmaya başlayan mürit, üstünlük, olağanüstülük, yücelik ve keramet olarak mürşidi için tasavvur edebileceği her meziyet ve olayın, eylemsel biçimde yaşanmış ve gerçekleşmiş olduğundan asla kuşkulanmaz. Ondan sonra da bunları, hayalinin enginliği ve dilinin zenginliği oranında anlatmaya ve yaymaya başlar.
İşte menkıbeler böyle oluşmuştur.
Konuştuğu en bayağı bir sözde bile hikmetler aranır. Her lafı sayfalar dolusu yorumlara konu olur. Attığı her adımdan, yaptığı her hareketten, hatta yüzünü çevirip bir yana göz atmasından gülümsemesinden ya da hapşırmasından bile türlü türlü anlamlar çıkarılır. Öldükten sonra üzerine saltanatlı bir türbe inşa edilir.
Mezarının üzerine süslü bir sanduka kurulur.
Adı, yaşam tarzı, sözleri ve ona ait hemen her şey kurumlaşır ve kutsallaşır.
Halkımızın büyük bir kısmını arkasından sürükleyen tarikatlar, gerçek Müslümanlığın karşısına onulmaz bir yara olarak çıkmaktadır. Anlaşılması güç, ağdalı, müspet ilme zıt düşen, Kur’an-ı Kerim ve Hadisi Şerifleri hiç karıştırmadan
bu saçma fikirleri benimseyen dini kural ve kaidelerden uzaklaşan insan guruplarını görüyoruz.
Resulullah s.a.s. Efendimizin arkasında namaz kılıp, Müslümanları birbirine düşüren onların aralarına nifak
tohumları eken Abdullah ibn. Sebe gibi Yahudi dönmesi münafıkları görüyoruz.
Kâinatı ve insanın yaratılışını ruha değil, maddeye dayandıran zihniyetin temsilcilerini görüyoruz.
Her varlığı 32 harfle açıklamaya çalışan, adını Hurufilik koyan, harflere esrarengiz manalar yakıştıran temelsiz âlimleri görüyoruz.
Kur’an’dan aldıkları bir kelimeyi, CİFİR yoluyla kendilerine yontanları görüyoruz. CİFİR yoluyla Kur’an ayetlerini hesaplayıp, kendilerinden bahsedildiğini iddia ederek şeyhliklerini ilan edenleri görüyoruz.
İsra Suresi ayet 9 da: “ Gerçek bu Kur’an (insanları) öyle bir şeye (yola) götürür ki, o en adil ve doğru yoldur. Güzel güzel amellerde bulunan müminlere kendileri için muhakkak bir ecir olduğunu müjdeler.“
Kur’an’ın insanları yönettiği belirtilen en doğru, en gerekli yolun “sıratı müstakim olduğunu hepimiz biliyoruz.
Fatiha suresinde zikredilen: “ İhdinassıratel müstakim” (Bize doğru yolu göster) denilmektedir. Bu yol, bilim, akıl ve nakil yoludur. Kur’an her şeyden önce akla ve nakle önem verir. Asıl amacı, insanın dünya ve ahiret saadetini, mutluluğunu ve selâmetini temindir.
Akıllı görülenler, duyulanlar bilinenler âlem’in sınırlarını aşacak bir kudrete sahip değildir.
Bu bakımdan Allah’a ve ruha ait meselelerde iman ile işbirliği yapmadığı zaman, insan İlâhi kontrolden uzaklaşmış, gerçeklerden sapmıştır. İlâhi kanunlar akılla beraber ruhlara yerleştiği vakit, insanlar mutlu olmaktadırlar.
Günümüzde vitrinlerimizi dolduran, perde ve sahnelerimizde temsil edilen binlerce eserin ne kadarı gerçeklere uygun, İslam ve Türk ananelerine bağlı gerçek tarih sahnelerini dile getirmektedirler?
İslâm Dininin inançlarını, emirlerini ve yasaklarını dile getiren binlerce eser kaleme alınmıştır. Hatta bunların çoğu yabancı dillere tercüme edilmiştir.
Buna karşılık bozuk düşünceli, kendini hurafenin girdabından kurtaramamış bir takım sahte ve sapık fikirleri ile Peygamberlik iddiasında bulunacak kadar ileri giden fikir yoksulları da çıkmaktadır.
İşte akıl yolundaki ışık ve dengeyi saptıranlar bilerek veya bilmeyerek dine en büyük darbeyi vurmaktadırlar.
Kendi çıkarları uğruna koskoca bir din müessesesine leke sürmekten çekinmemektedirler.
Dinini milletini seven, akıl ve ilim ölçülerine inancı olan şuurlu bir Müslümanın bu tür şeylere
inanmaması gerekmektedir. Saygılarımla.
Kaynak: İslam ansiklopedisi.
1-Tarikatta rabıta ve Nakşibendilik (Ferit Aydın)
2-Laik Düzende Dini yaşamak (Hayrettin Karaman
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.