- 769 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
Bir güneş kaç kibrit eder?
Doğru ifadesi böyledir herhalde: Ben bir ’sağak’ım. Yani bir işi yaparken aklıma önce sağım gelir. Alternatifini hepiniz biliyorsunuz: Solaklık. Solaklar da eyleme sol yanlarını merkeze alarak geçerler. Fakat benim sağaklığımın şöyle ilginç bir yanı var: Futbol oynarken tıpkı bir solak gibi hareket ediyorum. Evet. Aynen. Halısaha etkinliklerinde dostlarımı şaşırtan birşeydir. Yani genelde durup bir sorarlar: "Sen solak mıydın?" el-Cevap: "Hayır." Yüzlerindeki şaşkınlık ifadesi geçmez o vakit: "Nasıl yani? Dikkat ettim: Hep solunla topu sürüyorsun. Solunla şut çekiyorsun. Diğer ayağında bir rahatsızlık mı var?" Onun da cevabı olumsuzdur: "Hayır. Hiçbir rahatsızlık yok. Böyle alıştım. O kadar."
Aslında ’o kadar’ değil. Efendim, işin özü, ben Sergen Yalçın’ın sol ayağıyla acayip işler yaptığı bir dönemde çocukluğumu geçirdim. (Farkettiğiniz gibi Beşiktaşlıyım.) Hatta aşağı-yukarı bütün takımlarda solaklar yetenekleriyle göze batıyorlardı. Ve sürekli etrafımda şöyle konuşmalar geçiyordu: "Solaklar daha iyi oyun kurucudurlar. Tekniktirler. Şutları da daha çok isabet ediyor. Sol ayaklılar şöyle. Sol ayaklılar böyle..." Bunları dinleye dinleye ben de sağ ayağıma küsmeye başladım. (Halbuki ne iyi bir arkadaştı o.) Evet. İş nihayet öyle bir hale vardı ki: Şimdi sağ ayağımla isabetli şu çekmekte bile zorlanıyorum. Top süremiyorum. Halbuki, hatırlıyorum, bu değişikliğini yaşamadan önce hiçbir sıkıntımız yoktu. Hülasa: Bir tuhaf özenti nedeniyle neredeyse fıtratımın ayarları değişti. Futbol özelinde solum sağım oldu. Herhalde ölene kadar da böyle gidecek.
Buradan şuraya geleceğim: Allahın dininin parçası olan herşeyin insanda bir karşılığı var. İslam’da emredilen/nehyedilen herşeyi yapımız da onaylıyor. Zaten dinle fıtrat arasında şahit olunan o uyum da ancak böyle açıklanabiliyor: ’Maruf’ ruhumuza sempatik geliyor. ’Münker’ de karşısında bir soğukluk buluyor. Fakat burada şu noktaya dikkat çekmek lazım: Alışkanlık da bir ikinci fıtrattır. Bazen mahiyetimize uygun gelen bir emir, alışkanlığımıza uygun gelmediği için, uygulamakta zorlanıyoruz. Tıpkı bir alkoliğin ’içki yasağına’ uymakta zorlanması gibi. Halbuki varoluşunun herbir köşesi bu haramlığın şahididir. Alkolün yaşattığı bütün sorunlar, suçlar, hastalıklar en nihayet bir olup kulağımıza şöyle seslenirler: "Hakikaten iyi birşey değil bu be!"
"Çocuklar (İslam) fıtratı üzerine doğar!" buyuran Aleyhissalatuvesselam da bu noktaya dikkatimizi çekmiyor mu? Fıtratımızın pâklığını koruyabilsek "Zaten böyle olması gerekiyor!" diyeceğimiz çoğu şeyi şimdi yerine getirmekte zorlanıyoruz. Zira yaşarken yeni alışkanlıklar sahibi olduk. Bu bağımlılıklar sahiden ’zaruri’ mi ’değil’ mi? Durup bunu sorabilmek bile büyük bir mesele. "Güne kahve içmeden başlayamam!" diyen bir arkadaşım yapamadığında ’gün boyunca başağrısı çektiğini’ söylüyordu. İnanıyordum da. Ancak hayatının her zamanında böyle miydi? Hayır. Kahve alışkanlığı üniversite yıllarında başlamıştı. Ondan önce böyle bir alışkanlığı yoktu. Elbette başağrısı da. Demek başağrısı bir ’zorunluluk’ değildi. Alışkanlığın baskısıydı. Böyle çok baskı var.
İrademiz tam da bu açıdan bir tedavi yeteneğine sahip. İrade bir şifadır. Cenab-ı Hakkın bir bahşıdır. Ancak onun sayesinde ’sahte zorunluluklar’ ile ’hakiki zaruriyat’ arasında ayrım yapabiliriz. (İradeli yoksunluklar turnusoldur. Eğitir. İradesiz mahrumiyetlerse krizdir. Hasta eder.) Gerçeğin üzerine bazen telkinle bazen de topluma uyarak yerleştirdiğimiz ’ikinci fıtratları’ ancak onun dirayetiyle aşabiliriz. Onu kullandığımız ölçüde bir varoluş tanımımız olur. Bu tıpkı bir kayanın yontulmasıyla heykelin ortaya çıkması gibidir. Alışkanlık kayası irade keskisiyle yontuldukça içimizdeki insan ortaya çıkmaya başlar. Nakışlanır. Bu açıdan bakınca Ramazan’ı da bu türden bir heykeltraşlığın atölye çalışması olarak görebiliriz. Evet. Bir ay büyük bir alışkanlık değişimi yaşıyoruz. Kendimizi zorluyoruz. Değiştiriyoruz. Böylece irademize daha çok inanabilmenin kapısı da açılıyor. Hiç sekmez arkadaşlar: Açlık direnmeyi de öğretiyor.
Böyle bir inşa çabası her açıdan bir model ister. Neyi inşa edeceğiz? Neye bakacağız? Neyi referans alacağız? Bunun en azından bir tahayyül olarak bir yerlerde bulunması lazım. Ben sünnet-i seniyyenin fıtratımızdaki karşılığını da tam burada buluyorum. Bizim Allah Resulü aleyhissalatuvesselamın hayatına/örnekliğine ihtiyacımız var. Çünkü rol modeli olmadan yapamıyoruz. İster feminist olsun, ister komünist, ister kapitalist, ister ateist, ister deist, ister hümanist, ister bilmem ne... İddia ediyorum: Hiçbir ideoloji sünnetin fonksiyonunu inkâr edememiştir. İslam’ı reddetmişlerdir. O ayrı. Fakat sünnetin insanda yaptığı işi reddedememişlerdir. Onların yaptıklarına sadece ’sünneti değiştirmek’ denilebilir. Allah korusun. Aleyhissalatuvesselamın güzel örnekliğinden bizi soğutmuşlardır belki. Fakat yerlerine de başkalarını koymuşlardır. Boş bırakamamışlardır. Sarığı bırakanlar Che Guevara şapkası takmışlardır. Cübbeyi çıkaranlar Deniz Gezmiş parkası giymişlerdir. Sakalı kesenler Stalin bıyığı bırakmışlardır. Ancak her şekilde yine bir rol modelin izindedirler. Bunun daha başka birçok versiyonunu popüler kültür eşliğinde şekillenen gençlerin dünyasında görüyorsunuz. Ziyade misal vermek ziyade olur.
Hülasa: Sünneti yokedemiyoruz. Kimse de yapamaz bunu. Onu sadece değiştiriyoruz. Tıpkı dini yokedemeyip yerine tâbileri tarafından aynı kıvamda inanılan ideolojileri yerleştirdiğimiz gibi. Sınamasını çok yaptım. Hep aynı sonucu gördüm. (Sizden de denemenizi istirham ederim.) Gördüğümse şudur: İslam’ın bize emrettiği/yasakladığı hiçbirşeyin bizdeki karşılığını silemiyoruz. Açlığını yokedemiyoruz. Yaptığımız ’yerine başkasını koymak’tan ibaret kalıyor. Bu açıdan Kur’an’da tüm inkâr türlerinin ’küfür’ ve ’şirk’ kelimeleri kapsamında tanımlanmasını ayrıca manidar buluyorum. Zira her iki kelime de yapılagelenin ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor: ’Örtmek’ ve ’ortaklar çıkarmak.’ Yani ne küfür aslolanı yokedebiliyor ne de şirk. Birisi örtüyor. Diğeri yanına birşey daha koyuyor. Belki zaten ikisi birden yaşanıyor. Ne de olsa sonsuz olanın yanına her ne konulmaya çalışılsa ona bir sınırdır. Her sınırlama sonsuza karşı bir örtmedir.
Eh, evet, işte durumumuz budur. Ahmedce fotoğrafını çekmeye çalıştım. Kendi gözlerimin manzarasını arzetmiş oldum. Ben bunları yazarken dahi kimbilir hangi sıradan insan bir fenomene dönüşecek ve hangi davranış bir trend/akım şeklinde kendi takipçilerini cuş u huruşa getirecek! Ancak, değişmez olan, hepsinin mumu kendi yatsılarına kadar yanacak. Hatta bazen alevleri bir kibritçöpünün ateşinden bile kısa kalacak. Bugünün rol modeli yarın unutulacak. 14 asırdır sönmeyen güneşse, düşmanlarının ellerindeki balçığa rağmen, öylece duruyor. Duracak. Işığı âlemi aydınlatmaya devam ediyor. Edecek. Bu yazıyı da bir duayla bitirelim: Allahım, bizi güneş verip kibrit alanlardan eyleme, âmin.
YORUMLAR
Yeryüzünün her karesini lambalarla donatsak yine gecenin karanlığını yok edemeyiz
İnandığın gibi yaşa yoksa yaşadığın gibi inanmaya baslarsın
Yaşantımız inancımız olmuş
Kendi inancını degerlerini koruyamayan biri bir baskasının düşüncelerinin esiri olurmuş
Bireysel ve toplumsal olarak inancımızı örnek alıp yaşamamız gerek
Anlamlı gercekçı faydalı bir yazı okudum
Eyvallah
Gazali'nin dediği gibi insanlarda birçok sıfatlar vardır.Bu sıfatların insanda neden bulunduğunu anlamaya,tanımaya başladığımız zaman doğru yolu bulacağımızdan bahseder.Yani dönüp dolaşıp peygamber efendimizin ahlakını bulacağımız gibi.
Tabi günümüzde işini en iyi yapanları rol model olarak seçeriz. Futbolu seven çocuk Messi'yi örnek alması normaldir. Çalışırsa belki olabilir, kimsenin hevesini kırmamak lazım. Özellikle gençlerin önünde bir sürü gereksiz rol modeller var iyi süzmeleri gerek.
Saygılar.