- 416 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Gökbayrak İnmeyecek (Hikâye)
Sınıf yine hınca hınç dolu… Bağırışlar, çağırışlar, havada uçuşan kağıttan uçaklar, cam kenarında sigarasını tüttürenler… Bu hengamenin arasında sınıfa takkeli bir genç giriyor. Hafif çekik gözlü, beyaz tenli, orta boylu ve yakışıklı bir arkadaş… Sanki eski Türkleri anlatan romanlardan fırlamış gelmiş. Sınıftakiler çocuk girince fısır fısır konuşarak arkadaşın Milliyetini tayine çalışıyorlar. Japon, Koreli, Çinli ve hatta “Tayvanlı” diyen bile var. Benim tahminimse Özbek çünkü çocukken bizim evin yakınındaki lokantada çalışan Erkin adında bir Özbek garson vardı; siması onu andırıyor. Başındaki takkede vakti zamanında Erkin’in bana hediye ettiğine benziyor. Refikimiz benim yanıma oturuyor. Bizimkiler fırsatı kaçırır mı? Başlıyorlar ahiret suallerini sormaya… Arkadaş ise gayet ketum… Konuşmuyor. Nuh diyor Peygamber demiyor. Bizinkiler kerpetenle ağzından laf almaya çalışırken matematik öğretmeni derse giriyor ve yoklamayı alıyor. “Alimcan Abdullah” ismi okununca yeni arkadaşımız ayağa kalkıyor ve ağzından sonunda tek kelime de olsa laf çıkıyor.
Yine sıkıcı bir matematik dersinden tarih dersine geçiyor. Bizim Müfit Hoca derse giriyor. Öğretmen yine her zaman olduğu gibi haritasıyla geldi. Bu adam coğrafyacımızdan çok harita kullanıyor fakat işe de yarıyor. Konu Karahanlı dönemi… Hoca önce kuruluşunu, İslamiyet’e nasıl geçtiklerini anlattıktan sonra harita üzerinde hakim oldukları bölgeyi gösteriyor:
-Ever çocuklar belki televizyonlardan da izlemişsinizdir burası Çin’e bağlı Sincan Uygur Özerk Bölgesi…
Alimcan birden bütün haşmetiyle ayağa kalkıyor:
-Hayır Muallim Bey ! Orası Sincan değil, Doğu Türkistan… Çin işgalcidir. Doğu Türkistan binlerce yıllık Türk yurdudur. Oranın burçlarında bugün Gökbayrak dalgalanmasa da asla bizim gönlümüzden inmeyecek.
O ana kadar yoklama haricinde ağzını bıçak açmayan Alim’in bu kükreyişi karşısında şaşakalıyoruz. Müfit Hoca Hoca Alimcan’ın bu tepkisi karşısında kısa bir tereddütten sonra kendine geliyor, biz Alim’i fırçalayıp dışarı çıkarmasını beklerken
-Sakin ol evladım. Tabii ki orası Doğu Türkistan. Kusura bakma. Bizimkisi de televizyondan izleye izleye ağız alışkanlığı olmuş. Anlat hele Türkistan’ın neresinden geliyorsunuz? Buraya (Türkiye’ye) nasıl geldiniz? Daha vaktimiz var.
Alimcan anlatmaya başladı:
-Asıl memleketim Kaşgar. Ben Kayseri’de doğdum. 8 yaşında babam beni İstanbul’a Zeytinburnu’na amcamların yanına gönderdi. Bu yaşıma kadar hep Çinlilerin bizlere, atalarımıza ettiği zulüm hikayeleriyle büyüdüm.
Alim anlatırken kimisi dersin kaynadığına sevinip öylesine dinlerken kimisi de fırsattan istifade cep telefonuyla oynuyordu. Ben ve Ahmet ise ağlamamak için kendimizi zor tutuyorduk. Şuurlu Milliyetçiler olmasak bile iyi kötü Milliyet duygusuna sahip insanlardık.
Alimcan’ın konuşması bittikten sonra Müfit Hoca Doğu Türkistan’ın nasıl Çin Hakimiyetine girdiği ile ilgili bilgiler verdi. Osmanlı’nın Abdülaziz devrinde yardımı, , 1933’te kurulan İslam cumhuriyeti ardından 1944’te kurulan devlet ve 1949’ta kaybedilen hürriyet…
Bu tarih dersinden sonra Doğu Türkistan benim için kulak aşinalığının ötesine geçecekti. Artık Alimcan’la nasıl iletişim kuracağımı idrak etmiştim. Merakımı giderebileceğim kaynak eser yoktu. Okul Kütüphanesinde ansiklopedilerde bulunan cüzi bilgiler ve ondan farklı olmayan internetteki kaynaklar… O yüzden sürekli Alim’e bu konularla ilgili sorular soruyordum. Oda şifahen ailesinden duyduklarını aktarıyordu. Önceleri bana şüpheyle bakıyorsa da sonrasında güvenini kazanmayı başarmıştım. Birbirimizin evine gelip gider olmuştuk. Onun evinde annesi bize Uygur yemekleri yapıyordu. Kavurmalı makarnasını çok seviyordum. Tüm bu oluşan arkadaşlık hukukumuza rağmen Alimcan üzerindeki durağanlığı bir türlü atamıyordu. Yüreğinin derinliklerinde patlamasına müsaade etmediği bir volkan vardı sanki… Bana:
-Sana bir şey söylemek istiyorum fakat kimseye söylemeyeceksin. Söz mü?
-Söz…
Alim tam konuşacaktı ki babası onu çağırdı. Sonra ne söylemek istediğini sorduğumda sürekli “sonra söylerim” veya “Boş ver. O kadar önemli değil…” diye geçiştiriyordu.
Üniversite sınavında aldığım puan sonucu Tarih Bölümünü kazanmıştım. Çok sevinçliydim. Hedefim akademik kariyerdi. Mutluluğumu Alim’le paylaşmak istiyordum. Evine gittiğimde annesi kapıyı açtığında ağlıyordu. Alimcan’ın nerede olduğunu sordum, bana kaçtığını söyledi. Alimcan Kayseri’de akrabalarını ziyaret bahanesiyle evden ayrılmış sonra da ortadan kaybolmuştu. Ailesi akrabaları, polis dahil herkese haber vermiş fakat Alim sırra kadem basmıştı. Belli bir müddet sonra bulunamayınca ümidi kesmeye başlamıştım. Acaba neden gitmişti? Yoksa…
Bana o gün söylemek isteyip söyleyemediği ile mi ilgiliydi?
Yıllar yılları kovaladı. Alimcan’dan ümidi kesince kendimi derslere verdim. Kafamdaki o soru işareti beynimi yer yer kemirmekle beraber hayat her şeye rağmen hayat devam ediyordu. Bu süre içinde Türkistan özellikle de Doğu Türkistan Tarihi hakkında bilgiler edinmiştim. Gayem mezun olduğumda bu alanda uzmanlaşmak bu vesile ile aynı zaman bu davaya hizmet etmekti. Bitirme tezi dönemi gelip çattığında hocama tez konumun Doğu Türkistan ile seçmek istediğimi söyledim. Oda kaynak azlığı sebebiyle bu işin zor olacağını söylese de seçtiğim konuyu kabul etti. Bana başlangıç için bir liste verdi. Listede Mehmet Emin Buğra’nın Şarki Türkistan Tarihi, Hızırbek Gayretullah’ın Altaylarda Kanlı Günleri ve Baymirza Hayit’in kitapları vardı. Tez elden kolları sıvamaya başladım.
İnternette yabancı kaynakları araştırırken Urumçi katliamının sene-i devriyesinde bir eylem duyurusuna rast geldim. Gidip gitmemekte mütereddit olmakla beraber ne olursa olsun gitmeye gösteriden sonra de kaynakların temini için İstiklal Caddesindeki sahaflara gitmeye karar verdim. Konsolosluğun önüne gittiğimde 30 kişi ancak vardı; onlarında büyük kesimi Uygur takkeli yaşlı amcalardı. 15 Milyonluk İstanbul’da 30 kişi ancak toplanıyordu. Eylem minik bir arbede dışında olağan geçmişti. Sloganlar atılmış, Çin lanetlenmiş ve dünya kamuoyu göreve çağrılmıştı. Belki bu gösterinin hiçbir etkisi yoktu fakat benim gibiler için bu “safımız belli olsun” türünden bir çıkıştı. Eylemden sonra tez kaynaklarının temini için müdavimi olduğum kitapçı Rüstem Ağabeye gittim. Rüstem abi listede kendisinde mevcut olanları verdi; Şarki Türkistan Tarihi içinde cazip bir indirim yapmıştı. Tam ayrılırken:
-Dün bu dergi geldi belki işine yarar. Yabancı kaynaklardan bu son toplama kampının bazı fotoğraflarını da yayınlamışlar.
Dergi Doğu Türkistan hususunda Milli-İslami hassasiyeti olan bir dergiydi. Kapağında Doğu Türkistan bayrağı “Gökbayrak inmeyecek” yazılıydı. Aklıma okula geldiği ilk gün Alimcan’ın tarih dersinde “Gökbayrak inmeyecek” sözü gelmişti. Mecmuanın sayfalarında kamptan bazı toplu fotoğraflar ve bazı vefat etmiş soydaşlarımızın çekilmiş fotoğrafları da vardı. 16.Sayfayı çevirdiğimde dikkat kesildim. Bir şehide dikkat kesilmiştim. Siması tanıdık geliyordu Birkaç defa daha baktım. Gözlerime inanamamış ve yıkılmıştım. O idi. Alimcan’dı. Halimi gören Rüstem Ağabey:
-Oğlum ne oldu? Su getireyim mi?
-Sana zahmet…
Suyu içtiğimde bir nebze olsun kendime gelmiştim. Aklıma yine Alim’in o kükreyişi geldi. “Gökbayrak inmeyecek!” Evet Alimcan sıcak yatağında uyumaktansa ismine, şahsiyetine, ecdadına ve töresine yakışır şekilde şehit olmuştu. Gökbayrağı indirmemiş ve namusunu çiğnetmemişti. Tıpkı kendisinden uçmağa varanlar gibi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.