- 450 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çınar Ağa
ÇINAR AĞA
(Birinci Bölüm)
Birinci Çınar: Bir Emeklilik Hikâyesi
Minibüs şoförü: “Haydi Çınar Ağa, vakit geldi, gidiyoruz,” diye seslenince oturduğum sandalyeden kalkıp koltuk değneğime yaslanarak minibüse doğru ağır ağır yürüyorum.
Aslına bakarsanız sekiz on yıldır daima sağ koltuğumda taşıdığım –dikkat edin, taşıdığım diyorum- bu değneğe ihtiyacım yok. Onsuz çok daha rahat ve kolay yürüyebilirim. Şimdi diyeceksiniz ki “Madem öyle, niçin koltuk değneği kullanıyorsun?” Cevabı çok basit: Görüntü olsun diye, göz boyamak için, herkesin beni ‘çökmüş bir ihtiyar’ zannetmesi amacıyla… Bu cevaptan “Çınar Ağa aslında genç biri, fakat yaşlı görünmek istiyor,” anlamı çıkarılmasın. Hiç de genç değilim; bana “yaşlı” demek de yetersiz bir sıfat olur. Ben çok yaşlıyım kardeşim; çok, çok, çok yaşlıyım. “Uzun lafa ne hacet Çınar Ağa? Eveleyip geveleme de yaşını söyle!” diyebilirsiniz. Söylemem kardeşim, asla söylemem. Kime söylemişim ki size söyleyeyim! Çünkü utanıyorum. Koltuk değneği kullanmamın asıl sebebi de bu zaten: Utanç…
İki oğlum da aynı yılın –Gölcük depreminin olduğu yıl- farklı aylarında ecelleriyle vefat etmişti. Rahmet-i rahmana kavuştuklarında biri altmış beş, diğeri altmış sekiz yaşındaydı. Felaketlerle dolu o uğursuz yıl elbette ki büyük yıkımdı benim için. “Zaman her acının ilacıdır” derler ya, aradan nice yıllar geçti, yaralar kabuk bağladı. Evlatlarımın vefatı üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen sapasağlam ayaktayım ben. İşte bu yüzden, ölen oğullarımın kimi hasta, kimi yatalak çocuklarından utandığım için koltuk değneği taşıyorum. Dünya gailesinden vazgeçip çifti çubuğu evlatlarına terk ederek evden kahvehaneye, kahvehaneden eve giden bazı torunlarımdan utandığım için koltuk değneği kullanıyorum. “Yahu Çınar Ağa, ben ilkokula başladığımda sen torun tosun sahibiydin, ben ihtiyarladım, sen hâlâ aynı Çınar Ağa’sın,” diyen komşularımdan utandığım için koltuk değneğine yaslanarak yürüyorum.
İhtiyar, bitkin ve hasta görünebilmek için başka hilelere de başvurmuyor değilim. Aspirin içiyorum mesela. Her öğün yemekten sonra üç beş çeşit hap yutan torunum yaşındaki komşulara nazire olsun diye ve göstere göstere, kahvehanede bir bardak suyla beraber tek aspirin içiyorum bazen.
Minibüsteki tekli koltuklardan birine oturunca her zamanki gibi selam verip laf atanlar oluyor:
“Nereye böyle Çınar Ağa?”
Cevabım malum: “Nereye olacak evladım; hastaneye…”
Tabii ki yalan; tamamen göz boyama! İlçe hastanesinin yolunu dahi bilmem ben –sözün gelişi tabii, hastanenin morgundan nice cenazeler alıp defnetmiştik köy mezarlığına-. Hiç mi hasta olmadım, hiç mi doktor yüzü görmedim? Evet, gördüm; hem de iki defa. İlkinde, yaklaşık yirmi sene önce avuç dolusu para döküp takma diş yaptırdıydım, ikincisinde ise sürekli boynumda asılı tuttuğum okuma gözlüğümü almak için çıktıydım doktor karşısına. Şimdi bazılarınız şöyle diyebilirsiniz: “Çınar Ağa, sen ki mektep medrese görmemiş adamsın, ne yapacaksın okuma gözlüğünü? Boşuna masraf…” Yanılıyorsunuz; sağ olsun devletim, beni kör cahil bırakmadı. Askerde acemi birliğindeyken Ali Okulu denen okuma yazma kursuna gittiydim. Kısa zamanda da hem okuyup yazmayı hem de dört işlem yapmayı öğrendiydim.
Biri “Ne derdin var Çınar Ağa?” diye soruyor.
Cevabım hazır tabii: “Neyim yok ki evladım?” dedikten sonra, kahvehanede bir masa başına çöreklenerek dertleşen ihtiyarlardan işittiğim hastalıkları sıralıyorum: “Kalp, şeker, tansiyon, ülser, eklem romatizması, böbrek yetmezliği…”
Minibüsteki yolcular şifa dileme yarışına giriyorlar.
“Geçmiş olsun Çınar Ağa!”
“Elimizden gelen bir şey varsa söyle de yapalım Çınar Ağa.”
“Allah şifalar versin Çınar Ağa.”
Dededen toruna tüm yolcuların benimle ilgilenmesini “ağa” sıfatına bağlamayın. Öyle ya “ağa” denince ihtişam, zenginlik ve cömertlik akla gelir. Sizin anladığınız anlamda ağa değilim. Ağalığım nüfustan geliyor; soyadım Ağa’dır benim. Hikâyesi de şöyle: Aslen biz Vodinalıyız, mübadele muhaciri olarak geldik Türkiye’ye. Bu köye iskân edildiğimizde ben on yaşındaydım. Aradan yıllar geçti ama çok iyi hatırlıyorum; 1934 yılıydı, ben nişanlıydım, evlenmek üzereydim. Soyadı Kanunu çıkarılıp da nüfus memurları köye gelince babam: “Memlekette bana Garip Ahmet derlerdi, sağ olsun Atatürk bizi kulluktan, tebaalıktan kurtarıp bize hem ev hem de toprak verdi. Ben artık garip gureba biri değilim, ev bark ve dahi mal mülk sahibi Ahmet Ağa’yım,” diyerekten bu soyadını istemiş memurlardan.
“Mademki hastaneye gitmiyorsun, ne işin var ilçede?” diyebilirsiniz. Hiç sormayın. Emekli maaşımı çekmeye gidiyorum. Her ayın ikisinde bu çileyi çekmek zorundayım maalesef. “Çile mi? Emekli maaşı çekmek ile çile çekmek arasında nasıl bir ilişki olabilir Çınar Ağa? Güle oynaya gidiyorum desene şuna!” dediğinizi duyar gibiyim. Hiç sormayın dedim ya! Eğer emekli maaşınızı size veren banka memuru Kör Gudubet bir herifse ve eğer o memur her defasında size laf çarptırıp sizi aşağılarsa; maaş çekmek, çile çekmeye dönüşür. Hiç kimsenin bilmediği, sadece benim kullandığım “Kör Gudubet” lakabını ben takmıştım ona. Bana karşı çirkin davrandığı için “gudubet” diyordum, “kör” deyişimin sebebi ise gözlükleriydi. Herif öylesine koyu siyah camlı gözlük kullanıyordu ki gözlerini görmeniz, kirpiklerini fark etmeniz mümkün değildi. Onu ilk gördüğümde: “Bu gözlüklerle dünyayı görmesi mümkün değil, mutlaka kördür,” diye düşünmüştüm.
İlçe on altı kilometre, yirmi dakika… Gelmişiz bile. Minibüs boşalıyor, şoförün yardımıyla ağır ağır iniyorum. Terminalden bankaya giderken çökmüş gibiyim. Kendimi içi çürümüş asırlık bir çınar gibi hissediyorum. Bacaklarım, yorgun bedenimi bankaya doğru sürüklerken gönlüm geri dönmekten yana: “Yüzde elli şansım var,” diye geçiriyorum içimden. “Memurlardan biri kadın, maaşımı ondan alırsam sorun yok.”
Bankaya girince koltuk değneğime yaslanıp uzun süre soluklanıyorum. Güvenlik görevlisi her zamanki gibi bana sıra fişi alıp yanıma geliyor, koluma girip yürümeme yardım ederek müşteri koltuklarından birine oturtuyor. İçimden: “Allah’ım, bu temiz ve güleç yüzlü delikanlıyı vezne görevlisi yapsaydın da veznedeki Kör Gudubet’i sokağa atsaydın olmaz mıydı?” diye geçiriyorum. Sıra fişimdeki numara 23. Işıklı çağrı tabelasında 11 rakamı yanıyor. Demek ki önümde on bir kişi kaldı. Çağrı tabelası her yandığında papatya falı açar gibi “Kadın, Kör Gudubet; kadın, Kör Gudubet…” diye kendi kendime mırıldanarak bekliyorum.
“Hah, oldu işte! 22 numarayı Kör Gudubet aldı, şimdi sıra kadında.”
Fakat heyhat! Kadının ilgilendiği müşterinin birden fazla işi olmalıydı ki 23 numarayı ikinci vezneci, yani Kör Gudubet çağırıyordu. Işıklı çağrı tabelasında yanıp sönen 23 rakamını görmezden gelip uhrevi bir âleme dalmış gibi gözlerimi yumarak bekliyorum. Çok iyi biliyordum ki 23 numara gelmeyince bir sonraki müşteriyi çağıracaktı Kör Gudubet. Fakat hiç de öyle olmuyor. Kör Gudubet: “23 numaraaa!” diye bağırıyor. Beş on dakika önce bana sıra fişi alan güvenlik görevlisinin omzumu sarsmasıyla gözlerimi açıyorum: “Dede, sıra sende; iki numaralı bankoya gideceksin.”
İşte yine çile başlıyor; mecburen kalkıp Kör Gudubet’in karşısına dikiliyorum.
“Vay Çınar Ağa!” diyor Kör Gudubet. “Sen hâlâ yaşıyor musun?”
İşte böyle… İki yıldır çekiyorum bu çileyi. Bu Kör Gudubet’in ne zaman karşısına dikilsem “Sen daha ölmedin mi, sen hâlâ yaşıyor musun, dünyaya kazık çaktın vallahi!” gibi sözler işitiyordum. Maaşımı cebinden ödüyormuş gibi alaycı ve öfkeli bir tavır; küçümseme, aşağılama, hakaret… Her zamanki gibi –büyük ihtimalle yüzüm kızarıp bozarırken- sessizce nüfus kâğıdımı uzatıyorum. Kör Gudubet, kasadan çıkardığı bir demet paradan iki bin üç yüz lira ayırıyor, bana uzatacağı esnada bilgisayar ekranını hafifçe yana çevirip kadın memura: “Şuraya bak,” diyor. “Herifçioğlu beş bin iş günü yani on dört yıla yakın pirim ödemiş, elli yıldır emekli maaşı alıyor. Bu devlet batmaz mı birader? Elbette ki batar.”
Donup kalıyorum. Kör Gudubet’in son sözleri çok ağır geliyor. Aynaya bakmaya gerek yok; çok iyi biliyorum ki yüzüm kıpkırmızı, utanç kırmızısı…
Kendimi bankanın önündeki park kahvesinde bir bankta buluyorum. Parayı nasıl aldım, bankadan nasıl çıktım, buraya nasıl ve ne zaman geldim hatırlamıyorum.
Evet, doğru… Sigortaya beş bin iş günü pirim ödendi benim için. Elli yıldır da emekli maaşı alıyorum. Fakat kabahat benim mi kardeşim? Ben mi istedim emekli olmayı? Ben mi çıkardım bu kanunu? Yeminle söylüyorum ki bu olup bitenlerin hiçbiri benim irademle veya isteğimle gerçekleşmedi. Şans işte, fi tarihinde uğur böceği konmuş başıma. Şu memlekette emeklilikten yana benden daha şanslı bir insan yoktur sanırım.
“Ne içersin dede?” diyen bir ses işitiyorum. Karşımda kirli önlüklü, genç bir garson dikiliyor.
“Bir şey içmeyeceğim evladım,” deyince celalleniyor garson.
“Burası söğüt gölgesi değil dede!” diyor öfkeli bir sesle.
“Madem öyle, bir orta kahve yap,” diyorum.
“Kahvehanelerde kahve mi kaldı dede?” diye cevap veriyor garson. “Çay var, ıhlamur var, oralet, tarçın var. Neskafe var.”
Öyle ya, doğru! Kahvenin sadece adı kaldı kahvehanelerde. “Bir çay getir bari!” diyerek başımdan savıyorum garsonu.
Nerede kalmıştık? Hah, hatırladım! Emeklilik hikâyemi anlatıyordum, öyle değil mi?
Yirmi yaşımdayken evlenmiştim. Henüz altı aylık damatken beni askere çağırdılar. Bahriye askeri olarak gemilerde görev yapıyordum. Ege ve Karadeniz’de dolaşıp duran geminin ana güvertesini temiz tutmak benim işimdi, gemi iskeleye yanaşırken çımacılık da yapıyordum. Gemide görev yaptığım üç yıl boyunca köyümden bir defa haber alabilmiştim. Bir oğlum olmuş, babam adını Kemal koymuş. Sayılı gün işte, gelip geçti! Tezkeremi alınca köye döndüm.
Allah’a şükür ki annemi, babamı, karımı ve üç yaşındaki oğlumu sağ ve sağlıklı bulmuştum. Vatani görevim bitmişti ama şimdi de ailevi görevim başlıyordu. İlk iş olarak babamın iki odalı evinin yanına ben ve ailem için üç odalı kerpiç bir ev yaptık. Gençtim, kuvvetliydim, tuttuğumu koparıyordum. İnşaat ameleliği, odun kesme, tarla çapalama, ağaç budama, zeytin toplama… ne iş bulsam çalışıyordum.
Köyümüz zeytinci köyüydü fakat ovamızda zeytin bahçesi azdı. Babam Vodina’dan kalma alışkanlığı ile devletin verdiği onar dönümlük üç tarlaya buğday ekiyordu, buğday biçerken, harman döverken ben de ona yardım ediyordum. Hiç unutmuyorum, askerden geldiğim ilk yıldı, aralık ayında İsmail Ağa’nın bahçesinde komşumuz rahmetli Necmi abiyle zeytin topluyorduk. Merdiven tepesindeyken Necmi abi:
“Biz çok ahmak insanlarız,” dedi. “İsmail Ağa bu zeytinleri tuzlayıp okkası elli kuruştan satıyor, beş kilo zeytin iki buçuk lira eder. Yani ki bizim bir günlük yevmiyemiz. Karda kışta, merdiven tepesinde sabahtan akşama kadar zeytin toplamanın bedeli beş okka zeytin.”
Bu söz gözümün açılmasını sağlamıştı. O gün akşama kadar düşündüm, planlar yaptım, hayaller kurdum. Evet, İsmail Ağa bu köyün yerlisiydi; ataları ve kendisi, sahip oldukları boş tarlaları fidanlarla donatarak zeytin bahçesi hâline çevirmişlerdi. Sabrın ve çalışmanın mükâfatını şimdi görüyorlar, bir elleri yağda bir elleri balda hayatın tadını çıkararak gül gibi geçiniyorlardı. Karar vermiştim; arpa ve buğday ekmekten başka bir işe yaramayan tarlalarımızı zeytin bahçesi yapacaktım. Akşamleyin babama derdimi açınca gönlüme göre bir cevap aldım:
“Ben rençperlikten başka bir işten anlamam oğlum, bizim işimiz arpa, buğday... Sen benim tek evladımsın; mal mülk, çift çubuk senin olsun, buğday mı ekersin, fidan mı dikersin karışmam. Tek şartım var: Tapulu arazilerimizi satmayacaksın.”
Hemen işe giriştim. İşe giriştim derken fidan satın aldığım ve on beş yirmi günde toplam otuz dönüm araziyi zeytinle donattığım anlaşılmasın. O devirlerde fidan yetiştiriciliği diye bir şey mi var? Varsa bile yerini kim biliyor ki? Bilsek dahi nasıl gideceksin, hangi parayla alacaksın, köye neyle getireceksin? Neyse efendim, katıra küfeleri sarıp kazma küreği alarak dağa çıktım. Şimdi içinizden “Ne alaka?” diyebilirsiniz. Cevap vereyim:
Zeytin fidanı dediğin bir dal koparıp da saksıya dikmekle veya zeytin çekirdeğini toprağa gömmekle yetişmez. Zeytin fidanı şöyle yetişir: Zeytin zamanı bir sığırcık gelip daldaki olgun zeytini gagalayıp yutar. Zeytinin etli kısmı sığırcığın midesinde sindirilirken çekirdeği de bağırsaklarında çimlenmiş olur. Çekirdek sığırcıktan çıkıp da toprağa düşünce hayat bulup filizlenir, zamanla fidan olur. Biz bu aşısız fidancıklara çoral deriz. O çoralları söker, tarlaya dikeriz. Çoral sökmek oldukça meşakkatli iştir. Önce dağ tepe dolaşıp çoralı bulacaksın. Yamaçtır bayırdır, kaya dibi taş altıdır demeyip çevresindeki taşları ve yabani bitkileri temizleyeceksin. Çoralı, çevresini dikkatle kazıp köklerine zarar vermeden sökeceksin. Eğer çok güçlü, azimli ve çalışkan biriysen bir günde dört beş çoral sökebilirsin. Tarlaya diktiğimiz çoral kök salıp tuttuysa iki yıl sonra aşı yaparız. Aşı yaptığımız budaktan filiz çıkıp da yirmi otuz santim büyüyünce çoralın aşısız kısmını kesip atarız. Böylece üç dört yıl sonra yarım metre uzunluğunda bir fidana kavuşmuş oluruz.
Köyümüzün Çonga mevkisindeki tarlayı iki yıl içinde yaklaşık iki yüz fidanla doldurmuştum. Bu arada diğer iki tarlamıza buğday ekerek, ona buna çift sürerek geçimimizi sağlıyorduk. Sağlıyorduk diyorum çünkü bu işlerde ağırlık babamdaydı, çift sürmek onun işiydi. Amelelik, ağaç budamak, zeytin toplamak, odun kesmek de benim işimdi. Öyle sanıyorum ki diğer tarlaları da fidanla donatmak beş yılımı almıştı. Bu arada iki yıl arayla Ahmet ve Zeynep isimli iki evladımın daha doğduğunu söylemeliyim.
Gelimli gidimli dünya… İki geldi, bir gitti. Fidan dikmelerim bitmişti ki babam aniden vefat etti. Hükümet tabibi rapor yazarken “kalp sektesi” demişti. Rençperliği sevmediğim için –zaten buğday ekebileceğim tarlam da kalmamıştı- babamın vefatından sonra öküzleri satıp kendimi tamamen zeytinciliğe adadım.
Biri “Al çayını dede,” deyince burnumun ucuna kadar uzatılan çay bardağını fark ediyorum. Bardağı alıp ağır ağır yudumluyorum çayımı.
Şimdi şöyle sorabilirsiniz: “Sen nelerden bahsediyorsun Çınar Ağa? Nasıl emekli olduğunu anlatacaktın hani!” Ben de diyorum ki, bu anlattıklarım girizgâhtı, girizgâhsız hikâye mi olurmuş! Şimdi gelelim asıl hikâyeye.
Dün gibi hatırlıyorum. Menderes zamanıydı, 50’li yılların ortasındaydık; eğri büğrü, engebeli ve daracık ilçe yolu genişletilmişti, artık otomobiller ve kamyonlar köyümüze kadar gelebiliyordu. Mart ayındaydık, Çonga’da zeytin diplerini kazıyordum. Fidanlar boyumu aşmıştı ve hepsi de çok sağlıklı görünüyordu. Kendi kendime “Bu yıl her fidandan ikişer kilo zeytin toplasam yaklaşık yarım ton ürünüm olur,” diye düşünerek mutlu oluyor ve hırsla çalışıyordum. Derken köyümüzün muhtarı ve kerli ferli, şişman bir adam göründü yolda. Zeytin bahçemin yanındaki geniş, bakımsız ve boş tarlayı uzun uzun dolaştılar, nice zaman sonra bahçemin alt taraflarını gezip bazı fidanları inceledikten sonra yanıma geldiler. Selamlaşma ve hâl hatır sormanın ardından muhtar:
“Derdinin dermanı karşında duruyor Selim Bey,” dedi. “Bizim köyün en çalışkan adamı Çınar Ağa’dır, aynı zamanda çok dürüsttür. Ondan gayri kimseye kefil olmam.”
Doğrusu bu ya muhtarın bu sözlerinden gurur duymuştum. Nedir, ne değildir derken adamın derdini öğrendim. Adamın İstanbul’da çivi fabrikası varmış, uzun zamandır çiftlik kuracağı geniş bir arazi arıyormuş. Bir ay önce yan taraftaki tarlayı izaleişüyu yoluyla satın almış. Amacı alt taraflara bir ev kondurup yaz tatillerinde gelerek kafa dinlemek, kır havası almakmış. Tarlaya fidan dikecek adam arıyormuş.
Adamın hiçbir şeyden haberi yoktu anlaşılan. “Sana herhangi bir işçime verdiğim maaşın iki katını, yani bin lira versem bu tarlayı zeytin fidanıyla doldurabilir misin?” diye sordu. Aynı anda muhtar da ben de gülmüştük tabii. Fidanları nasıl temin edip diktiğimizi anlatınca: “Anladım,” dedi. “Şimdi ben sana beş yüz lira vereyim, sen de bu tarlaya altmış tane çoral dik. Başka bir ifadeyle iki fidan için bir yevmiye veriyorum sana.”
Kulaklarıma inanamıyordum, adam beş yüz liradan bahsediyordu; bu kadar parayı hayatımda bir arada dahi görmemiştim ben. “Fırsatı kaçırmayayım,” diye düşünerek hemen kabul ettim. Sağ olsun, muhtar girdi araya: “Unuttuğunuz bir şey var,” dedi. “Bu arazi yıllardan beri pulluk yüzü görmedi, toprak iyice kemikleşmiş, ayrıca her tarafı yabani otlar sarmış; mutlaka sürülmesi lazım.”
Selim Bey: “Tamam, Çınar Ağa ne gerekiyorsa yapsın,” dedi rahat bir tavırla.
“Beyim, muhtar emmi de gayet iyi biliyor ki ben çifti çubuğu sattım.”
Muhtar gözlerini pörtletip: “İşi yokuşa sürme Çınar Ağa!” dedi. “Kendi bahçeni nasıl sürdürüyorsan Selim Bey’in tarlasını da o şekilde imarlayıp tımarlayacaksın. Köyde çift süren mi yok? Bastır parayı, tut birini, sürsün! Söyle bakalım, yirmi dönümlük bu tarlayı kaç liraya sürerler.”
“Sen benden daha iyi biliyorsun muhtarım. Dönümünü on liradan sürüyorlar; yirmi dönüm, iki yüz lira…”
Belli ki Selim Bey’in lügatinde “hayır, olmaz, kabul etmem” gibi kelimeler yoktu, “Tamam,” deyip cüzdanını çıkardı. Yedi tane gıcır gıcır yüzlük banknot çıkarıp bana uzatırken: “Bir ay sonra tekrar geleceğim, gelirken yanımda bazı meyve fidanları getireceğim, sen o zamana kadar çoral meselesini hallet,” dedi.
Gittiler. İçimden “Muhtar, senden Allah razı olsun, hep benden yana çıktın, bir gazozu hak ettin vallahi!” diye geçirirken oturdum bir fidan gölgesine, defalarca saydım paraları. Bu paralardan birini dahi bozdurmaya kıyamazdım. Zaten köyde yüz lirayı bozacak babayiğit de bulamazdım. Daha fazla duramadım bahçemde. Evdekilere müjde vermek için koşarcasına köye gittim.
İş bölümünü kolay halletmiştim. Kemal askerlik çağında koca bir delikanlıydı, benim de gençliğimde yaptığım gibi yevmiyeci olarak zeytin budamaya gidiyordu. Ona ilişmedim. Ahmet on dört yaşında çelimsiz bir çocuktu, Zeynep ilkokul son sınıfta okuyordu. Karım ve Ahmet bahçeye gidip zeytin diplerini kazacaklar, annem ev işlerini halledecek, Zeynep okuluna devam edecek, ben de dağdan çoral sökecektim.
Aradan yaklaşık bir ay geçmişti, Selim Bey’in bahçesine –oranın adını Çiftlik koymuştuk- diktiğim çorallara can suyu veriyordum. Fidanları sulamak yorucu olmasa da oldukça oyalayıcı bir işti, çünkü bahçemizin yakınında herhangi bir çeşme, gölet, su kuyusu veya dere yoktu. Marangoz Ömer’e yaptırdığım, ikişer teneke alan L şeklindeki iki ahşap düzeneği katırın semerine karşılıklı bağlıyor, çiftliğe on beş dakikalık yürüme mesafesinde olan bir dereden tenekelere su doldurup geri geliyordum. Her çoralın dibine yavaş yavaş, yedire yedire birer teneke su döküyordum. Yazın her ay en az bir defa çoralları sulamam gerekiyordu.
Dört teneke suyla çiftliğe geldiğimde bir sürprizle karşılaştım. Selim Bey sözünün eriymiş, çiftlikte beni bekliyordu. Yanında da muhtarın on beş yaşındaki oğlu ve bir eşek vardı. Az önce gelmiş olmalıydılar ki semerin iki yanına sardıkları meyve fidanlarını indirmeye çalışıyorlardı. Hoşbeşten sonra muhtarın oğlu eşeğe binip köye gitti.
Baş başa kalınca Selim Bey: “Siz haklıymışsınız,” dedi. “Sorup soruşturunca öğrendim ki Türkiye’de zeytin fidanı yetiştiriciliği yokmuş. Bir rivayete göre İtalyanlar bu işi çözmüş, ağaç dallarından kestikleri filizlerden fidan elde edebiliyorlarmış. İtalya’dan fidan getiremeyeceğimize göre sizin yönteminizle ağaç yetiştireceğiz.”
“Bu işin daha kolay bir yolu olsaydı duyardık beyim.”
Selim Bey kaç çoral diktiğimi sorunca: “Yetmiş tane,” dedim. “On tanesi hediyem olsun.” Selim Bey diktiğim çoralların hepsine tek tek baktıktan sonra: “Hadi devam et bakalım, ne yaptığını görmek istiyorum,” dedi. Dört teneke suyu dört fidanın dibine ağır ağır döktükten sonra tenekeleri katıra koyup Selim Bey’le beraber dereye doğru yola çıktık. Selim Bey konuşkan ve temiz yürekli biriydi. Kendisi koskoca bir fabrikatör olmasına rağmen en samimi arkadaşı benmişim gibi çiftlikle ilgili hayallerini anlatıyordu. Alt tarafa, göl manzarası olan yere ahşap bir ev yaptıracak, evin çevresinde az önce getirdiği meyve fidanları boy verecek, İstanbul’un şamatasından, kargaşasından usanınca yeni aldığı otomobile çoluk çocuğunu atıp çiftliğe gelecek, çeşit çeşit meyveyi dalından koparıp yeme zevkini tadacak, tertemiz kır havası alarak gönlünce tatil yapacaktı.
Tenekeleri doldurup çiftliğe geldiğimizde saatine baktı Selim Bey: “Tam otuz beş dakika,” dedi. “Tenekeleri fidan köklerine dökmen de on dakika sürse eder kırk beş dakika. On dakika mola verip tekrar yola çıksan bir saat eder. Günde sekiz tur atsan toplamda otuz iki fidan sulamış olursun. Bu da demek oluyor ki ben sana iki yevmiye sulama ücreti ve beş yevmiye de çoral ücreti borçluyum.”
Selim Bey’in böylesine hakkaniyetli ince hesaplar yapması şaşırtmıştı beni.
“Ne yevmiyesi, ne borcu beyim?” dedim. “On çoralın lafı mı olur? Hakkım olan parayı fazlasıyla aldım ben.”
Selim Bey daha fazla üstelemeden “Gel bakalım, şu tarlayı birlikte gezelim,” dedi. Sınır boyunca tarlanın alt tarafına doğru yürürken: “Toprağı çok güzel sürdürmüşsün,” diyerek teşekkür etti. Ev yapmayı planladığı yeri gösterdi, meyve fidanlarını nereye dikmem gerektiğini söyledi. Geri dönerken oldukça düşünceli görünüyordu, çünkü hiçbir söz söylememişti. Katırın yanına geldiğimizde: “Söyle bakalım, sulama işi gibi benim bilmediğim, hesaba dâhil etmediğim başka işler var mı?”
“Olmaz mı beyim? Zeytin dediğin çocuk gibidir, devamlı bakım ister. İlkbahar ve yaz aylarında, nisandan eylüle kadar her ay birer defa sulamak lazım bu çoralları. Üç yıl geçip de fidanlar kök salınca sulamasak da olur; susuz fidan az büyür ama en azından kurumaz. Ayrıca fidanların köklerini çepinle kazıp yabani otları temizlemek lazım, bahar geldiğinde sırt tulumbasıyla göztaşı – kireç atmak lazım, fidanlar ağaca dönüştüyse bahar aylarında budamak lazım, köklerin çevresine gübre atmak lazım.”
Selim Bey’in kafasına su meselesi takılmış olacak ki: “Bahçenin başına artezyen açtırıp su çıkarsak nasıl olur?” diye sordu.
“Burası cennet olur beyim,” diye cevap verdim. “Var ya, çok değil, iki parmak su çıksa şuradan cennet bahçesi yaparım senin çiftliğini. Zeytinler desen on senede iki adam boyuna ulaşır, topladığın zeytini satarsan masrafı çıkardığın gibi kâra da geçersin.”
“Sebze de eker misin?”
“Ekmem mi beyim! Her türlü sebze yetişir bu toprakta. Fasulye, biber, domates, mısır… Yeter ki su olsun.”
İşte bütün hikâye o zaman başladı. Selim Bey beni çiftliğine bekçi olarak işe almıştı, on iki ay asgari ücretten maaş verecek, beni SSK’lı yaparak sigortamı ödeyecekti. SSK’nın ne olduğunu bilmiyordum, sigorta kelimesini ilk defa işitiyordum. Ben “Sigorta da neymiş, boşuna masraf etme beyim!” dedikçe Selim Bey: “Ben kıytırık kuyturuk işlerden hoşlanmam, hakkın neyse öderim, sigortanın kıymetini de yaşlanınca anlayacaksın,” diyordu.
Apar topar köye geldik. Katırı dama bağlayıp nüfus cüzdanımı alarak bayramlık kıyafetlerimi giydim. Selim Bey, köy meydanına park ettiği Amerikan malı kırmızı otomobilinde beni bekliyordu. Yarım saat sonra ilçedeki Ziraat Bankası’ndaydık. Bankada benim adıma hesap açtılar. Daha sonra Köfteci Şemsi’ye girip köfte ve piyaz yedik. Çaylarımızı içerken Selim Bey nüfus cüzdanımdaki bazı bilgileri ve banka hesap numaramı not defterine yazdı. Ayrılırken bana gıcır gıcır iki tane yüz lira verdikten sonra: “Bugün ayın yirmisi,” dedi. “İki yüz lirayı, nisan başına kadar olan on günlük maaşına binaen verdim. Nisan maaşını mayısın beşinde alacaksın, yani kırk beş gün sonra. Kısaca mayıstan itibaren her ayın beşinde banka kartını ve nüfus cüzdanını alarak bu bankaya gelip maaşını çekeceksin.”
SSK’lı olarak işe başlayışımın hikâyesi buydu işte.
“Bir lira vereceksin dede.”
“Sonra ne mi oldu? Neler olmadı ki!”
Biri “Dede, sana söylüyorum, bir lira vereceksin,” diyerek omzumdan sarsınca mazimin güzel hatıralarından koparak para isteyen kişiye bakıyorum. Yine aynı garson, çay ücretini istiyor. Bir lirayı verip kalkıyorum banktan, terminale doğru yürürken tekrar maziye dalıyorum.
Emeklilik hikâyeme gelince… Evet, sonra neler olmadı ki! Selim Bey de ben de her sözümüzü tutmuştuk. Selim Bey çiftliğin başında artezyen açtırıp Gümüş Motor koydurdu. Motor çalışınca bilek kalınlığında su fışkırdı susuz topraklarımıza. Daha sonra çiftliğin çevresini dikenli telle çevirip tasarladığı yere iki katlı ahşap bir ev yaptırdı. Selim Bey üst katı kendisine ayırmış, alt katı bana tahsis etmişti. İki evli, bir köylü olmuştuk. Kışları köyümüzdeki kerpiç evde, yazları ise çiftlikteki -tabiri caizse- konakta geçiriyorduk. Ben de üstüme düşen görevi fazlasıyla yapmıştım. Yaklaşık iki yıl uğraşıp diktiğim çorallar zamanla ağaca dönüşmüş; kiraz, erik, vişne, elma, armut, şeftali, ayva fidanları üç beş yıl sonra meyve verir olmuştu. Selim Bey ve ailesi yaz aylarında hemen hemen her hafta sonu çiftliğe geliyor, sebze bahçesinde yetiştirdiğim sebzeleri toplayıp pişiriyorlar ve bundan müthiş keyif alıyorlardı. İstanbul’a giderken otomobilin bagajı çeşit çeşit sebze ve meyveyle dolu oluyordu. Biz ve Selim Bey ailesi akraba gibi olmuştuk, aramızda ayrı gayrı yoktu.
Selim Bey’in ne kadar ileri görüşlü olduğunu akşamları ve sabahları evimin balkonunda yemek yerken anlıyordum. Doğu ve batı ufkunda güneşin sarıdan kızıla kadar her tondaki muhteşem ışıkları ve bu ışıkların sakin göldeki göz alıcı yansımaları insana huzur verirken cana can katıyordu.
70’li yılların başıydı, başta Demirel vardı. Yine bir yaz mevsimiydi, bir akşam Selim Bey beni üst kata davet etti. Balkonda çay keyfi yaparken: “Artık benimle işin bitti Çınar Ağa,” dedi. “İki gün sonra son maaşını alacaksın benden.”
O an yüreğim titremişti korkudan. Anlaşılan o ki ömrümün en iyi yılları sona eriyordu. Selim Bey sayesinde hiç parasız kalmamış, üç evladımı da ev bark sahibi yapmış, üstüne üstlük her biri dört beş dönüm olan dört parça boş arazi alarak zeytin yetiştirmeleri için oğullarıma vermiştim. Selim Bey böyle diyorsa geri dönüş yoktu. Ya İstanbul’daki işleri iyi gitmiyordu ya da benden memnun değildi. Heyecandan titreyen bir sesle: “N’oldu ki Selim Bey? Size karşı bir kusur mu işledik?” diye sordum. Yüzüme bakınca üzüntümü anlamış olacak ki şen bir kahkaha atarak: “Beni yanlış anladın Çınar Ağa,” dedi. “Bundan sonra maaşını devlet ödeyecek.”
Şaşkındım tabii. Bir şey anlamamıştım bu sözden. “Nasıl yani?” dedim, “Senin çiftliğinde çalışırken devlet maaş mı verecek bana? Çiftliği devlete mi devrettin?”
“Vallahi Çınar Ağa, sen gerçekten saf bir adammışsın. Seni bu çiftliğe bekçi yapmadım mı? Her ay maaşını öderken SSK’ya senin için prim yatırmadım mı? Bitti işte, beş bin iş günün doldu. Emekli oldun artık, maaşını SSK’dan alacaksın.”
Doğrusu bu ya ben SSK’dır, primdir hepsini unutmuştum. Maaş almaya devam edeceğimi duyunca ne kadar rahatladığımı bilemezsiniz. İnsanoğlu işte, gözü doymuyor, sahip olduğu imkânların elinden gitmesine razı olmuyor. “Peki çiftliğe kim bakacak?” diye sordum. “Benim yerime başkası mı çalışacak burada?”
Selim Bey “Ne alaka Çınar Ağa? Senden iyisini mi bulacağım?” dedikten sonra benden yana eğilip fısıldayarak devam etti sözlerine: “Sana bir sır vereceğim, ama kimseye söylemeyeceksin. Aslına bakarsan üç dört yıldır bedava çalışıyorsun bana. Nasıl mı? Hani topladığın zeytinleri tuzlayarak tenekelere koyuyordun ya, ben de bir kamyonet tutup İstanbul’a götürüyordum ya!.. İşte o zeytinlerin çoğunu çok iyi fiyata satıyorum ben.”
“Kime satıyorsun ki onca zeytini beyim?”
“Aslında aklımda zeytin satmak diye bir fikir yoktu. Dört beş yıl önce fabrikada çalışan işçilerime birer teneke zeytin hediye etmiştim. Hepi topu otuz kişi zaten. Bir iki ay sonra para karşılığı zeytin almak isteyenler çıktı. Ben de verdim. İşçiler baktılar ki piyasaya göre çok daha kaliteli ve çok daha ucuz zeytin satıyorum, hısım akrabaları için de almaya başladılar. İnan ki Çınar Ağa, geçen sene götürdüğüm üç tona yakın zeytin bir ay içinde satılıverdi. Şimdi sen söyle, boş tarlayı cennet bahçesine çeviren Çınar Ağa’yı bırakır mıyım ben?”
“Bırakmazsın,” dedim gururla.
“Yine burada çalışacaksın,” diye devam etti Selim Bey. “Aynı düzen devam edecek ama başka türlü bir sözleşme yapacağız.”
“Nasıl yani?”
“Biliyorsun ki yarıcı denen bir ortaklık türü var bu yörede. Gübre, zirai ilaç, toprağı sürme, budama ve toplama masraflarını tamamen sen üstleneceksin. Başka bir deyişle benim cebimden beş kuruş çıkmayacak. Hasat zamanı toplanan zeytini yarı yarıya paylaşacağız.”
Bundan iyi sözleşme mi olurdu! Derhâl kabul ettim tabii.
Emeklilik işlemleri için ben de Selim Beylerle gittim. İstanbul’da fabrikanın muhasebecisiyle SSK’ya gidip birtakım evraklara imza attım. Dört ay sonra da bankadan emekli maaşı almaya başladım.
Önceleri “Benim adıma on dört yıl prim ödenmişse devlet bana en fazla on dört yıl maaş öder,” diye düşünüyordum. Fakat sonradan öğrendim ki emekli maaşı ölünceye kadar devam ediyormuş. Evet, devlet böyle takdir etmişti ama ben emekliliğimin on altıncı yılından itibaren kendimi suçlu hissetmeye başlamıştım. İçimdeki suçluluk duygusu fidanın ağaç olması gibi her geçen yıl büyümüştü.
Fakat yine de sormak lazım: Ben mi haklıyım, Kör Gudubet mi? Her şeyi anlattım işte! Emekli olmayı isteyen de ben değilim, bu kanunu çıkaran da…
Evet, çok mantıksız: On dört yıl çalış, elli yıl maaş al. Kör Gudubet’in dediği gibi bu ülke batmaz mı? Elbette batar. Fakat battığı falan da yok kardeşim!
Zihnim allak bullak. Beynimin yarısı “Hak etmediğin parayı alamazsın,” derken, diğer yarısı “Yasal hakkın, alacaksın,” diyor.
Terminaldeki markete girip altı çikolata, altı gofret, altı tane de kutu kola alıyorum, durakta tezgâh açan simitçiye altı simit sardırıyorum. Bunca harekete ve meşguliyete rağmen kafam başka yerde. Kör Gudubet’in vatan hainliği imalı sözlerinden o kadar etkilenmişim ki ruhumun ezildiğini, yaşama sevincimin yok olduğunu hissediyorum. Köy minibüsündeki tekli koltuğa oturduğum anda saçma sapan fikirler geliyor aklıma: “Hükümete kendimi ihbar etmem lazım,” diye düşünüyorum. “İnsan olan insan bu durumda ne yapar? Elbette ki kaymakamın huzuruna çıkıp ‘Yeter artık, kesin maaşımı!’ der.”
Fakat para tatlı kardeşim, yapamam, kendi ayağıma kurşun sıkamam! Aslında yaparım, yolumu gözleyenler olmasa yaparım da öte bile geçerim. “Delirdin mi sen Çınar?” diye sesleniyorum kendime. “Devlet bilmiyor mu senin emekli maaşı aldığını? İhbar etmek de nereden çıktı?”
“Bu işin sonu ne olacak?” diye düşünüyorum. “Yasal olan her şey helal midir? Yarın Allah’ın huzuruna çıkıp da ‘Yediğin haram lokmaların hesabını ver!’ derlerse ne diyeceğim?”
Binlerce kez aklıma takılan bir soru var: “Bu para helal mi, haram mı?” Evet, binlerce kez aklıma düşen ve her seferinde de “Müftüye danışmalıyım,” dediğim bu uğursuz soruya yine aynı cevabı veriyorum: “Müftüye danışmalıyım.”
Müftü, kaymakamlık binasında; yerimden kalkıp yürüsem on beş dakikada ulaşırım ona. Gitmiyorum tabii ki. Neden gideyim ki? Ya “haram” derse? Elli yıldır aldığım maaşların hesabını kime ve nasıl vereceğim?
“Battı balık yan gider,” diye geçiriyorum içimden. “Bu iş Allah ile benim aramda; muhasebesi huzur-ı mahşerde yapılacak.”
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.