Kurşun Kalem ve Kalemtraş
Kurşun kalemi elime aldın. Traş bıçağı ile ucunu sivrilttim. Çıkan tahta kırıntısını güzel kokusunu koklamdım, gözüm kapalı… İlkokul sıralarına gittim hızlıca. Masanın üstünde silgi, kitabım, yanı başımda arkadaşım. Öğretmen ders anlatıyor sabırla… Ne anlatıysa dikkatini kaçıran olursa öğrensine soru sorarak dersini pekiştiriyor, öğretmen. Kapının yanında ceza almış bir öğrenci bir ayağı havada bekliyor. Başı eğik, bakmaya zorlanıyor, utanıyor işte…Belki içinden ders zili çalsa, bir yerlerde yalnız kalsa, ağlasa ağlasa… Kaçsa masallarda ki ormana… Koşsa, koşsa… O da biliyor ki bir geri dönüş olacak, her yaşadığı tekrar edecek, ne kadar isyan etse, kurallara uymak zorunda olduğunu görecek ve kabul edecek. Çünkü orman istediği yaşamı, ne kadar özgür hissetse de ona vermeyecek. Ne nehirinin, ne gölünün, ne asırlaca uzayan yeşil çamları onu teselli edecek dili yok, öğrettiği bir şey yok, hep aynı ve asla değişmiyor. Özgür olacak ama, öğrenmesi de gerekli… Özgür olacak ama yeni heyecanlar verecek, yeniliklere ihtiyacı olacak…İnsanların arasında, illaki acıların içinde ve ortak yaşam kuralları içinde yaşayacak. O kaçtığı orman belki bir nefes aldırcak ama ikinci nefesi orada almayacak da…
Yine aldı kurşun kalemi, yine açtı kalemin ucunu… boş sayfaya döndü yeniden. sayfanın kenarına geometrik şekiller yapmaya başladı. Dinlemiyordu ders vereni… hayal meyal sesler geliyordu kaçın… kaçın… Deprem oluyor. Sallandığını beşikte ki anne şefkatine bağladı. Hani uyusaydı keşke yine. Söylenseydi annesi yine yanık yanık… “Uyusunda büyüsün ninni..” ancak, ciddiydi sallantı ve başını kaldırdı yalnızdı. Kapının önü kapanmış, pencerenin camları kırılmış, aldığı nefes toz topraktı. Bunca şey olmuş ama dalmıştı, dersini dinlememişti işte. Karanlığın içinde hapsedilmişti. Ders vereni dinlememek bu kadar ağır mı omalıydı ki… Ne kalem, ne kalemtraş, ne ışık yoktu…Onlarda isyan etmişti ona işte… Kaidelere uymamak, ortak yaşamı kabul etmememek… Faturası buydu, yalnız, sevgisiz, sesinin duyulmadığı bir yığın üstünde… Ayakta duran bir ayağı havada kalandan farkı yoktu şimdi. O ormanı değil, üstünde ki yığının kaldırılıp, yine ışığı göreceği, alıştığı dünyaya dönme arzusu içindeydi. Açtı, susuzdu… Şefkati unutmuştu. Hiç bir değeri yoktu… İsmi bile kendisiyle o yığının altında kalakalmıştı… Bayılmıştı sonraları, uyandığında bir hastane yatağında koranavirüs karantinasında ki gibi… Sarsılmıştı.
Kalemi aldı, kalemtraş ile onu açtı… Açtı gönül kapısını… Mevlana gibi ne olursan ol dedi, gel… Duygudaş oldu, en sıkıntılı olan oydu. Yardıma muhtaç gibi… Yine de ayağa kalktı, yine de sevgiyle sardı ne gördüyse… Aczini düşünmeden, onu şikayet etmeden, ne yapabilecekse onu yapmaya gönüllüydü. Sevmek, isyan eden de olsa, katil de olsa, bencil ve egoistte olsa, eleştiren de olsa… Olduğu gibi kabul edip sevmek… Merhamet etmek. onları kalem kabul edip, kendisini kalemtraş saymak… Birlikte sivrilmek! Ben değil biz diyebilmek… Kimseyi kırmamak, ne olursa olsun insanlığı yaşatmak! Ne suçlamak, ne eleştirmek, ne kırmak, ne bükmek… Her insanın kendisi kadar layık olduğunu düşünüp yaşamak… Birlikte cennet kapısını aralamak! Cenneti ve onun sahibinin yüce varlığını herkese göstermek, o gönüllerin güller sultanıyla kevserde buluşmasına şahit olmak… O cennet herkese yetecek kadar büyük, kalbimiz gibi. Yeter ki, Yaratıcı sarsın o kalbin her köşesini…
Kalem yine kalemtraşla açıldı, sivrildi…. Ademden beri… Mahşere kadar!
Saffet Kuramaz
YORUMLAR
Çok güzeldi yazınız.
Var olun ağabeyim
Selam ve dua ile
Hep hep yazın ağabeyim
saf şiir
Baştaki özgürlük ve öğrenme ikilemine gidiş çok hoşuma gitti özellikle.
Bilindik sona bağlamanız dışında, yazının tümü güzel ve ilgi çekiciydi aslında.
Kendi payıma, her olayda biraz daha “törpülenmek” sonucu çakardım yazıdan.
Teşekkürler paylaşım için...