HAD, TEMİZLİK VE BİREYSEL VARLIKLAŞMA
HAD, TEMİZLİK VE BİREYSEL VARLIKLAŞMA
Haklı çıkınca mutlu oluyorum, ama bir yanım da haksız çıkmayı arzu etmiyor değil hani. Çünkü haksız çıkmak istediklerim insanlığı mutlu edecek, insanları sevindirecek şeyler sonuçta. Haklı çıkınca haksız duruma düşmekse en büyük mutsuzluğum, öfkem, çaresizliğim...
Bu girişin sebebi şu:
İnsanların sosyal bir varlık olduğu anlatıldı bana ve sonra öğretmen olunca da anlatmam istendi öğrencilerime. Oysa insanın önce birey olması gerektiğine, kendi tekâmülünü gerçekleştirdikten sonra ancak başkalarıyla biraraya gelebileceğine inandım her zaman. İmam Nevevi adındaki zât “Riyazüs Salihin” adlı eserinde “... Ceset içinde bir parça et vardır ki o iyi olursa bütün ceset iyi olur. O bozuk olursa bütün ceset bozuk olur. Biliniz ki o, (et parçası) kalptir.” der. Yani “bozuk insanların bir araya gelerek oluşturacağı da toplum da bozuk olur” çıkarsamasını yapabiliriz bu sözden sonra. Bozuk bir toplumu red etsem de, malesef bir şekilde onlarla yaşamak zorundayım da. Onlardan etkilenmekteyim. Nasıl mı?
1 yaşındayım. Acıkmışım, altımı pisletmişim, gazım falan vardır, ağlıyorum. Avazım çıktığı kadar bağırmaktayım tiz sesimle. Uykusu bölünüyor sevgili ebeveynlerimin. Uyanıyorlar ve ihtiyaçlarımı giderip, beni susturmaya çalışıyorlar. Gözlerinden öfke kıvılcımları yayılıyor her yana. Sanki bu dünyaya ben gelmek istemişim de onlar da bakmak zorunda kalmışlar gibi öfkeliler bana. Sonuçta, on bir dakikalık bir zevk sonucunda, keyiflerini kaçıran bir mahlûkat olarak atılmışım ortalarına. Dünya angaryalarına yıllarca sürecek bir angarya daha eklenmiş oldu benim yüzümden. Haksızlık da etmeyeyim; canları sıkıldıkça canlı ve tepki veren bir oyuncak gibi de sevdiler beni, birbirlerinden uzaklaşmak için bir bahane olarak da holattılar zıplattılar havaya. Yıllar geçtikçe ben onların hükmünü ve kontrolünü azaltmaya başladım ve onlar da hükümleri, kontrolleri azaldıkça öfkeyle saldırdılar. “Hain evlat!..” “Vefasız evlat!..”
11 yaşındayım. Sakin ve düşünceli adımlarla yürürken, birden, sırtıma yüklenen bir ağırlıkla yere kapaklanıyorum. Burnumun derisi yere sürtüp kanamaya başlıyor ve anlıyorum ki hadsizin biri sırtıma atlamış. Bir de, ben, hem bedenen hem ruhen bir acının içindeyken gülüyor. Değersiz bulduğu varlığını belli etmenin saadetiyle mutlu, içindeki çürük etin soysuz arzusunu tatmin ettiği için de gururludur çünkü...
21 yaşındayım. Hayatı kimseye zarar vermeden yaşamaya çalışmakta, beynimin ürettiklerini şiire dönüştürmeye çalışmaktayım. Bu konsantrasyonla kâğıda, kaleme ve beynimdekilere odaklanmışken, kafamdan aşağıya bir şeyler yağıyor. A4 kâğıtlar! Dizimin üzerinde kalan birini elime alıp üzerindeki yazıyı okuyorum: “Bu nemli ormandan kaçmak isteyen bir ağaç fidesiyim / Ovanın ortasında büyümek istiyorum tek başıma...” yazıyor üzerinde ve başka şeyler de... Biri geçmiş karşıma bağırıyor: “Bana bak pislik! Bencil hayvan! Sana olan sevgime karşılık vermek zorundasın!” Ben de diyorum ki, “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi de gerekmez ki...” Hiddeti artıyor. Kontrolsüz bir biçimde bana saldırıp vurmaya başlıyor. Şiddete her şekilde karşıyım, o yüzden karşılık vermediğim gibi engel de olmuyorum ona. Onlarca tanıdık, tanımadık insan izliyor bu olayı. Hemen herkes, yüzünde, oskarlık bir filmi izliyormuş gibi bir memnuniyetle izliyor bu rezaleti. Eee, sonuçta başkasının başına geldi bu; düşünme yeteneği, olgunluğu ve empati özelliği yok ki, kendi başına gelseydi ne hissederdi. “Allah belânı versin!” dedi, “Sana göstereceğim!” tehdidini ekledi ve gitti bana vuran bu zat-ı muhterem... O, öfkesinive şişirilmeyen egosunu yanına almış uzaklaşırken, ben bedenimdeki acıyı çoktan unutmuş ve indirilmiş sosyal egomla oturakaldım dönüştürülmüş ürünle yapılan plastik sandalyemde.
31 yaşındayım. Uzun sürecek bir birlikteliğin ferdiyim. Ben ferd olarak düşünüyorum, o biz diye. Hiçbir zaman kabullenemediği bir anlayış oluyor bu. Yıllar boyunca, her zaman, her ay, her ay değilse bile birkaç ayda bir aynı cümle kuruldu bana öfkeli bir tonla: “Ruhsuz ve nankör! Seni bu kadar sevmemin bir önemi yok değil mi?” Ve ben de, şu cümleyle karşılık vermek zorunda kaldım: “Sevmediğimi mi düşünüyorsun? Herkes kendince ve şemaları çerçevesinde sever. Senin sevmen öyle, benimki böyle.” Anladı mı peki, kabullendi mi? Tabiki hayır! Olanın tatmini yetmedi, olmayanın kederinin etkisindeydi çünkü. Yıllarca anlatmaya çalıştığım şey anlaşılamadan bu birtelik de bitti...
41 yaşındayım. Orhan Veli’ninki kadar muteber olmasa da bir sevgilim var. Adını tabiki söylemeyeceğim. Çünkü bu yazı şahsiyetleri eleştirmek için değil, şahsi anlayışlarımızdaki yanlışları ortaya koymak için yazılıyor. Kahve içiyoruz, muhabbet ediyoruz falan filan... Sonra, (bana göre başlaması nasıl normal algılanıyorsa bitmesi de o kadar normal) bu ilişkiyi bitirmek istediğimi söylüyorum. Vay efendim, vay! “Sen kendini ne sanıyorsun!” Ben kendimi ne sandıysam yanıldığımı kabul edip kendimi tanımaya çalıştım. Ne kadar çalıştıysam o kadar defolu, eksik ve sakıncalı olduğumu gördüm. Kendimi ne kadar düzeltmeye çalıştıysam da hep yetersiz kaldığımı düşündüm kendimle olan mücadelem de. Ben kendimi bir şey sandıkça yanıldım ve sanmayı da yanıltıcı bulduğumdan bıraktım akışına tanımlanmayı. Ve sonra biri çıkmış karşıma “Ben istiyorum, sen de beni istediğim gibi seveceksin!” diyor. “İyi de ben istemiyorum?” cevabımının duyulduğunu zannetmiyorum zaten. “Bencillik etme, ben seviyorum ya yeter. Sen de buna mecbursun! Yoksa neler yapabileceğimi hayâl bile edemezsin!” Ben kendi yapabileceklerimi bile doğru dürüst hayâl edemezken başkalarının neler yapabileceğini tabiki hayâl edemem. Aylarca süren tehdit ve gerilim... Sonra herkes çekiliyor kendini (uzletine bir süre) nihayetinde.
51, 61, 71...
O yaşlarıma bir şey yazmayacağım. Neden mi? Olaylar ve şahıslar değişse de sorunun değişmeyeceğini biliyorum, çünkü en azından öyle düşünüyorum şimdide.
Şimdi gelelim başlığa.
Had (çoğulu hudûd(t)), mastar olarak “engel olmak, iki şeyin arasını ayırmak”; isim olarak “iki şeyin birbirine karışmasını önleyen şey, bir nesnenin uç ve kenar kısmı, sınır, tanım” anlamlarına gelir. Hem bireysel hem sosyal hem de psikolojik hadlerimizi bilmiyoruz. Bilmiyoruz çünkü kendimizi bilmiyoruz. Bilmek gibi bir derdimiz de yaşarken hiç olmadı. Kendi hadlerimizi bilemezken başkalarının hadlerini bilmemiz de zaten aptalca bir beklenti olurdu. Hadlerimizi aşınca bencilce bir kavga ve kargaşa içine soktuk kendimizi hep. Oysa, bence kendi içimizdeki kavga ve karmaşa zaten yeterince yoğun ve yorucuydu. Sonra zaten zor olan hayatı iyice zorlaştırdık elele vererek kendimize ve başkalarına.
Temizlik kavramında da çok eksiğimiz var. Sandık ki bedensel temizlik yeter. Ruhunu ve zihnini kirletenlere tedbir almak hiç mi hiç aklımıza gelmedi. Taa annemizin karnında başladı kirlenmemiz, kötü şeylerden etkilenmemiz. Sonra sokaklarda, okullarda, iş ortamlarında ve sosyal ortamlarda zifte bulanıp tüylerle kaplandığımızı ve ortaya salındığmızı fark etmedik nasıl olduysa. Oysa “Yapma bunu demeliydik!” kendimize (başkalarına değil, kendimize). İnsanın ne ederse kendine eder, yani insanın en büyük düşmanı yine kendisidir. Birine kötülük ederken de aslında başkasına değil de, kendine edersin kötülüğü... Başkası sana kötülük ederken de kendine... Başkasını da, kendini de suçlama... Ama durumu düzeltecek çareleri ara... Marcus Aurelius “Kendime Düşünceler” adlı eserinde: “Sadece bizim irademize bağlı şeylerin iyi ya da kötü olduğunu düşünürsek, ne tanrıları suçlamamıza ne de insanlara düşmanca davranmaya gerek kalır.” der. Ruhumuzu ve zihnimizi temizlemeye daha çok özen göstermek, daha çok zaman ayırmaya gerek var, çünkü sadece suyla temizlenen bedenden daha zor işimiz bu alanda.
Varlığım, varlığıma armağan olsun! Kendimi değerli, yeterli ve doğru kılarsam yakınlarıma, vatanıma ve tüm insanlığa yararlı olabilirim. Önce canımı sevmeliyim ki sonra başkalarını canan bileyim. “Seni seviyorum ve sana ihtiyacım var.” cümlesinin gerçek anlamı, “Ben kendimi sevmiyor ve sevemiyorum, o yüzden, yalvarırım sevgi ihtiyacımı sen gider!” demektir. Bu, “Ben açım, benim yerime sen yesene.” demek gibidir. Olmaz, olamaz! Olmayınca da “bir eksiklik, bir mutsuzluk, bir kıl oldum abi” durumu... ve savaş, savaş, savaş! Bireysel olarak, kendimle var olmayı başarırsam, kendimle barış içinde yaşarsam, kendimle kendi eksiğimi telafi etmeyi sağlarsam; zaten fazlasıyla başkalarıyla güzel yaşayacağımı biliyorum ve bilinsin istiyorum. O yüzden diyorum ki; “Varlığınız, önce kendi varlığınıza armağan olsun!”
Sonuçta, koca bir ceset olan bedeni sırtlamış minicik bir ruhuz. İşimiz zor, ama ruhu güçlendirebiliriz bilgi, düşünce ve kendini bilmeyle. Sonuçta, eşit dağıtılmayan ve ne kadarı payımıza düştü bilmediğimiz günlerce kalmak için gönderildik dünyaya. Sonuçta, o günleri de başkalarıyla savaşarak hebâ edemem, etmemeliyiz de hiçbirimiz. Yarın ya da elli yıl sonra, şu ya da bu sebeple ölecek olmamızın da bir anlamı yok nasıl olsa. Sarayda, sokakta ya da tek başına bir odada olmanın da bir anlamı yok kendini tanıyana. İhtiyaç da yok!.. Sürekli çalışmanla, boş boş duvara bakmak arasında çok fark var ama. Duvara bakacak kadar sabırlı ve yalnızlığa tahammüllü olmalıyız. Belki bu sayede duvara hapsettiğin kendini görür ve kurtarırsın kendini, rutubetli ve karanlık zindanından. Karanlıkta yürüyebildiği için kendini görüyor zanneden ahmak, beyaz başkadır, karanlık başka; bakmak başkadır, görmek başka! Arkadaşı Enkidu kendi bencilliği yüzünden ölen Gılgamış gibi yapma! “Nasıl olsa öleceğim ve geçeceğim karanlık tarafa” deyip yaşamın aydınlığından kaçma! “Nasıl olsa, cahilim dünyanın rengine kandım, öleceğim, anladım.” deyip kendini öğrenilmiş çaresizliğe de, cahilliğin karanlığına da teslim etme!
Kendini bilmek, Rabb’ini bilmektir. Bilmeye, bilip yaşamaya ve ölmeye ihtiyacın var zamanı gelince...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.