- 369 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
B İ R A D I M
B İ R A D I M
Fiziksel gelişimi sağlamamış ve akli olgunluğa erişmemiş birey yaşanılan dünyayı dert, kasavet ve kötülükten arınmış fırfır dönen bir misket sanır. Gözünü açıp kapattığı her vakitte oyun oyna mak vazgeçilmez bir istek. Fiziksel yorgunluk sonucu inciklerde derman kesilince bir köşeye kıvrılıp mışıl mışıl uyumak başka haslet. Bu evrede yaşam oyun, şımarıklık ve uyumaktan ibaret çocuklar için.
Henüz beş yaşında bile değildim. İyiyi, güzeli ve içi kin dolu kötülükleri tam anlamıyla kavraya mıyordum Matraklık boş vermişliğin nişanesi. Matrakça bir şey sorulduğunda; eğlendirmek ve gül dürmek ve en önemlisi ilği çekmek için “Serçenin dört gözü var” cevabı veriyor. “İki gözü var diyen büyüğüme de; Sen öteki gözleri görmüyorsun” diyordum. Uzatılan her eli sevinerek tutuyor, kalbim den çağlayıp coşan sevgiyi hep beraber olmak istediğim dedemin küçükbaş (keçiler) hayvanları ve yavrusu oğlaklarla paylaşmayı çok istiyordum. Mini minnacık oğlakları fırsat buldukça hep sevip ok şuyor. Bu anın her daim olması için sabah erkenden meraya sürülen sürünün akşam eve tez getiril mesin sabırsızlıkla bekliyor, gözümü gün doğumu ılkılıktan ayırmıyordum.
“Hacı Emmi” lakaplı dedemin büyükbaş hayvanları (öküzler) ve keçileri ile oğlakları her gün me rada otlatan üç çobanı vardı. Çobanlar aileden biri sayılırdı. Sabahleyin ekmek çıkınını peşğirle beline saran çoban keçi sürüsün meraya götürürken gözleri uykulu, içi umut dolu ve adımları müla yim olurdu. Oğlaklar ise; kuşluk vaktine doğru merada yayılmaya gidiyordu. O vakti sabırsız bek lerdim. Meleyerek yanımdan ıraklaşan oğlakların her adımı hançer gibi yüreğime saplanıyor ve ardı sıra melmel bakardım. Sanki eli kınalı yiğidi Peygamber ocağına asker ediyordum. Oğlaklarla beraber gitmek istesem de, ailem ve dedem asla müsaade etmezlerdi.
Günlerden bir gün dedem, “Oğlaklar ile çayıra gidebileceğimi, fakat çoban Mustafa’nın yanından asla ayrılmamı ve sözünü dinlemem gerektiği” söyleyince çok sevindim. Bu sevinçle hemen anne min yanına gidip haber vermek istedim. Köy yerinde dedemin evi ile babamın evi farklı yöndeydi. Topuklar belime değercesine eve koşarak varınca annemin evde olmadığı, evin giriş kapılarının ki litli olduğun gördüm. Bir an şaşkınlık yaşadıktan sonra çok üzüldüm. Sevincim kursağımda kala caktı. Kapının anahtarı nerede olduğunu bilmiyordum. Halbuki azığa ihtiyacım vardı. Taş duvar iki katlı evimizin etrafın çepeçevre dolaşarak içeri girecek bir yer aradım ve arka tarafa bakan mutfak penceresin açık olduğun gördüm. Duvara tırmanarak pencere önünde bulunan taban ağaçlarına eri şince daha yukarı çıkınca açık pencereden içeri girebileceğimi düşündüm. Planım gayet güzel ve yerindeydi. Başka da yapacak bir şey yoktu.
Binanın taş duvar çıkıntılarına tutunarak pencere önündeki ağaç uzantılarına tutunmak üzerey ken elimin kaymasıyla birlikte kendimi yerde buldum. Eyvah dedimse de iş işten geçti. En az üç met re yükseklikten taşla kaplı, beton gibi sert bir zemine düşmüştüm. Sersemleşen başım zonkluyor, burnum ve çenem kanıyor, tüm vücudum ağrıyor ve en önemlisi bacağımı yerden kaldıramıyor dum. Yara bere ağrısından inim inim inliyordum. İniltimi duyan, ya da düştüğümü gören komşu tey ze koşarak gelip yattığım yerden kaldırmaya çalışmıştı. Komşu oğlu Ahmet’in getirdiği su’yu içirdikten sonra elimi yüzümü yıkadılar ve biraz ferahlamamı sağlamışlardı.
Bir müddet sonra hem kızgın hem de üzgün bir serzenişle annem yanıma gelmişti. Nasıl düştüğümü anlamak için sorup, soruşturuyordu. Annemi görünce ağrılarım bir kat daha artarken gözlerim nisan yağmuru gibi çağlıyordu. Suçlu psikolojisiyle cevapta veremiyordum. Komşularımı zında yardımıyla evde odaya taşındım ve tez elden kaşımda, çenemde oluşan yaralar sarıp sarmala nınca derin bir uykuya daldım.
Günler geçtikçe yaralarım iyileşirken sol ayağımı hareket ettiremediği gibi ayağım üzerine basıp dikilemiyordum. Sol bacağında çok şiddetli bir ağrı hissediyordum, bacağım sakatlanmıştı. Köyün anlı şanlı ve maharetli kırık, çıkık ustaları, bacağımda kırık olmadığı halde soruna çare bulamayınca ailemde bir endişe başlamıştı. Tez elden kaza merkezine doktora götürüp tedavisi sağlanmalıydı. Bu amaçla katırın semerine yerleştirilen mahmel sandık içinde bir yaz gecesinin karanlığında yirmi kilometre ıraklıkta hastaneye götürüldüm. Çocuk yaşta tahta sandığın içine hapis olmuştum. Bacağımı kıpırdatmadan, upuzun saatlerce uzanmak kolay bir iş değildi.
Doktor Mehmet (Sönmez), düşmeden dolayı çatlayıp iltihaplanan kaval kemiğin tedavi etmek için penisilin iğne ve mehlem verir. Neredeyse bir çuval dolusu iğne. Askerde sıhhiye kalfası olduğu için köyün sıhhiye başı Recep iğneyi her gün sabah akşam enjekte edip dizin alt kısmanda kaval ke miği ortasından akan iltihabı temizleyip pansuman ediyordu. İğneden korkmayan, hele bu işlemi gerçekleştiren kişiyi “öcü gibi görmeyen” çocuk olmaz. Ben de iğne vakti gelince sararıp solardım. Günlerce sabah akşam iğne yaptığı için korkarak rüyalarımda görürdüm . Recep bu tabuyu yıkmak ve daha az sevimsiz olmak için yanında mutlaka elma, erik, armut türü yaz meyvesi getirirdi. O dö nemde yaz meyvesi bahçesinde dikili ağacı olmayanlarda pek bulunmazdı. Doktorun verdiği penisi lin iğne tedavisi titizlikle uygulamanın yanı sıra aile büyükleri, geleneksel tedavileri de yapmaktan geri kalmazdı. Nitekim geçmiş olsun ziyaretine gelen aile dostları acizane görüş bildirirlerdi. Yaralı kaval kemiğine havanda dövülmüş serçe eti, oğlak ciğeri ve bacağın tamamının yeni kesilmiş oğlak derisini sıcak haliyle sarılıp bir hafta süreyle bekletilmesi bazı tedavi yöntemi. En büyük endişe, kor ku ise, bacağın kangren olup kesilmesi.
Endişe içinde günler aylara döndükçe yüzler asıldıkça asılıyor. Yürekte közleşen sıkıntı küllense de içten içe yakıyor ciğeri. Odanın bir köşesinde sessizce yatınca isteklerim imkanlar ölçüsünde kar şılanıyordu. Ailemde yaşam ve rızık mücadelesin umutsuzluğa kapılmadan devam ettirme gayreti vardı. Tevekkül en büyük sabırdı. Rızık temini için bağa, bahçeye çalışmaya giden ailem bireyleri ak şam eve dönünce beni gün boyu yalnız bıraktıkları için soluğu yanımda alıyor ve halımı soruyor lardı. En büyük merakları, bastonla da olsa sakat ayağımın üzerine basıp basmadığımı merak ediyor du. Bir muştu bekliyorlardı. Ben ise, yürümeyi unuttuğum için sakat ayağımın üzerine basmaktan çok korkuyor, oynatamıyordum bile.
Günlerden bir yaz günü dedemin düz damında güneşin yakıcı sıcaklığından bunaldım. Duvar dibindeki gölgeliğe tek ayak üzerinde sekerek ve bastona dayanarak ulaşmaya çalışırken yardımcım baston değnek kırılınca sakat bacağının üzerine düştüm. Sanki bu düşüş yaşama yeni bir başlangıç için hayırlı oldu benim için. Sakat bacağım düşündüğüm kadar acımadığı, normal durumumdan fark lı bir değişim olmadığı için çok sevindim. Düştüğüm yerde upuzun, yardım istemeden yatmaktansa, kendimce ayağa kalkmayı denedim. Zaten yardım edecek birileri de yoktu. Sürünerek duvarın dibi ne ulaştım ve elimin üzerine abanarak hafifçe doğruldum, duvara tutunarak iki ayağımın üzerinde dikildim. Bir sakat bacağıma baktım bir de adım atılacağım mesafeye. Aylardır hareket ettirme diğim ve hakimiyeti bende olmayan ayağımı yerde sürüyerek hareket ettirdim.
Bu adım, bebekken attığım ilk adım gibi çok değerliydi.
Süleyman YILDIZ
(Lemas 5303)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.