- 1063 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
580 – KUMSAL ÇİÇEĞİ
Onur BİLGE
“Kumsal Çiçeği,
Seni unutmaya çalışıyorum ama aşk dediğin öyle şakkadanak kesilip atılmaz ki! Herhangi bir hastalık bile hemen geçmez. Geçse bile bir nekahat devresi vardır. Kaldı ki ben aynı dertten halen mustaribim.
Seni unutmak için ne gerekirse yapıyorum. Bit kadar kusurun varsa deve kadar büyütüyorum. Ne kadar kötü özellik varsa bulup giydiriyorum sana. Aklıma geldikçe kendi kendime söylenmeye başlıyorum. Nafile!
Güneş’imden büyük bir güneş bulamıyorum ki sıcaklığını bastırabilsin, ışığını tesirsiz hale getirebilsin! Öyle bir aşk bulmalıyım ki aşkını gölgeleyebilsin! Öyle büyük bir tutkum olmalı ki o ateşi söndürebilsin!
Yine bu akşam evde duramadım. Yere göğe sığdıramadım hasretini, İskele’ye indim. Kayalıklarda yine bizim takım çalıp söylüyordu. Benim içim kan ağlıyordu. Sanki yarı yerim yoktu. Sanki bedenim buhar olmuş da bir ruhum kalmış. O kadar içtim, kendimden geçtim, ben böyle bir sarhoşluk görmedim! Ne bitmek tükenmez bir derde giriftar olmuşum!
İsmail almış udu eline, eskilerden çalıp söylüyordu. “Benzemez kimse sana, tavrına hayran olayım. Bakışından süzülen işvene kurban olayım!” Hasan’la Fuat yanında… Ufak ufak demleniyorlardı.
Ellerim ceplerimde oralarda dolaştım durdum. Halimi görsünler istemedim. İçin için ağladım, sustum. Sustu Aşkdeniz, sustu ud, sustu İsmail. Vurgun yemişti kalbim, aşk denizinde. İskele vurgun yemiş, dalgakıranlar, kayalar, sandallar, kayıklar, balıklar, benimle beraber her yer, her şey…
Niyetim Kaptan’a gitmekti. Karşımdan Haldun geldi. O da takıldı peşime. Onunla birlikte gitmek yakışık almazdı. Bir şey demezdi ama baş başa yaptığımız sohbetlere benzemezdi. O ziyareti erteledim. Mecburen istikamet değiştirdim. Büktüm boynumu, yürüdüm. Yürüdük kıyı boyunca birlikte öyle serserice…
Soldaki taş merdivenlerden çıkıp, Mermerli’den limanı ve gecenin ışıklarını seyrettik bir süre… Etrafta kümelenen gençler bir şeyler konuşuyor, gülüşüyorlardı. Çoktan kopup gitmiştim bir yıl öncesine.
Geçen yıl, aldığım borçları ödeyemez hale geldiğimde, bir gece yarısı tam oradan aşağıya bakmış, yanan avuçlarımla serin ve nemli korkuluk demirini kavrayarak uzun uzun bahtsızlığıma ağlamıştım ama öyle için için değil, hıçkırıklara boğula boğula. Kimsecikler yoktu etrafta. Bir sen vardın hayalimde, aklımda… Para pul değil de sendin, o günkü ağlamamda da en büyük etken…
Aşk nasıl da ağlatır insanı! Koskoca adamı, çocuklar gibi… Neden ağladığını da bilmez insan… Aniden bir garipseme, bir sulusepken… Dinmek bilmez bir sağanak… O ağlama, en haz verici ağlama… En büyük lezzetin ruhu kaplaması ve fazlasının göz pınarlarından taşması… Şaşıp kalması insanın! “Ne oluyoruz?” diye donup kalması…
Çamlar çiçekler boyunlarını bükmüştü, yollar ıssız, Kaleiçi kimsesiz, sensiz. Sokak lambaları merakla eğilmiş: “O nerde?” dercesine gözlerime bakıyorlardı. Seni soruyordu gökyüzünde ay, ayrı ayrı yıldızlar… Bir zamanlar oralarda kıyasıya mutluluk, doyasıya huzur, çıldırasıya sevinç ve neşe vardı. Bir zamanlar oralarda sen vardın. Evren kadardın!
Kahkahalar vardı bu eğri büğrü sokaklarda yankılanan. Sesin, asırlık evlerin yosun bağlamış taş duvarlarında çınlardı! Çığlık çığlıktı martılar, cıvıl cıvıldı kuşlar… Bakışlar, daha kaybetmeden birbirini arardı. Oralarda bir zamanlar, bir Denizkızı vardı.
Ağaçlar vardı bir zamanlar oralarda, çiçekler vardı. Kaleiçi’nin canlılığıyla canlılık katan, güzelliğine güzellik, rengine renk veren bir dünya güzeli vardı. Aydınlığıyla aydınlatan, ışığıyla ışıldatan bir nur… O/nur, çalınmış, kaçırılmıştı. Esir alınmış, zindanlara atılmış, zincirlere vurulmuştu.
Ben, o akşamki kadar sarhoş olmak istememiştim hiç! Kadehime rakı yerine seni doldurarak içmeyi o denli özlememiştim! Aşkınla doldurup doldurup kadehimi, her yudumda sen diye dudaklarıma götürmeyi, sabaha kadar… Kaç sigarayı uç uca eklediğimi bilmiyorum.
Kimse olmamalıydı yanımda… Sabaha kadar dolaşmalıydım oralarda, durmadan, haykıra haykıra… Yanık türküler söylemeliydim, içli şarkılar… “Şimdi uzaklardasın, gönül hicranla doldu. Hiç ayrılamam derken, kavuşmak hayal oldu.” diye başlamalıydım mesela. Sonra Zeki Müren’den daha ne varsa…
Az dolaşmamıştım oralarda, elimde şişe, cebimde leblebi… Sahilde sabahlara kadar, ağlayıp söyleyerek… Az oturmamıştım ıslak kayalıklarda. Az konuşmamıştım gözleri yaşlı çakıl taşlarıyla, az dertleşmemiştim kirpikleri nemli yosunlarla… Az ısmarlamamıştım sesini rüzgârlara… Gelene geçene laf atışım: “Nerelisin birader?” diye soruşum da belki: “İzmirliyim!” demesini umduğum içindi. Seni tanıdığı bildiği için değil, ortalardan bir esinti getirme ihtimali içindi.
Bir kerecik gelseydin! Gelseydin de Azrail gibi gelseydin! Gelseydin de ecel gibi gelseydin! Bir kere daha görseydim de keşke o anda ölseydim!
“Derinlere daldın, Sırdaş! Daha ne kadar kalacağız burada? Haydi gidelim! Gezelim biraz! Ara sokaklara dalalım! Bakalım kimler var oralarda.” Haldun’un sesiyle kendime geldim.
“Gidelim evlat!” dedim. Sesim nasıl çıktı, bilmiyorum.
Sola saptık, ilerledik. Her sokak başında: “Sağa mı sola mı?” gibisinden birbirimize bakıyor, sessizce anlaşıyor, süzülüp gidiyorduk. Seslerimiz dış seslere karışıyor, ayrışıyordu. Seslerimiz o seslerle sarışıyordu. Sesler, radyo sesleriyle yarışıyordu.
Evler kapılarını pencerelerini açmış, serinliyor, ev halkı içerde de dışarıdaymış gibi ferahlıyordu. Kapı önlerinde oturanlar, pencerelerden bakanlar… İçerilerden dışarılara, dışarılardan içerilere sarı ışıklar… Engebeli taşlı tozlu yollar, rutubet ve çeşit çeşit çiçek kokan karmaşık dar sokaklar… Bahçe duvarlarında hanımelleri, beyaz yaseminler, mor salkımlar, kapı önlerinde yapraklarını açabildikleri kadar açmış rengârenk akşamsefaları, bayıltıcı kokularıyla has güller, parfüm çiçekleri… Ötelerden klarnet, keman ve darbuka sesleri… Roman vatandaşlar… Kaleiçi’nin renkli simaları…
“Memoli söylüyor. İnci Sineması’nın önündeler.” dedi Haldun. Bilmez mi arkadaşlarını!
“Amma da kulak var oğlum sende de ha! Hemencecik teşhisi koydun! Koordinatları belirledin!” diye isteksizce gülümsedim.
“Sen de başka konularda uzmansın Sırdaş! Parfüm kokularını çok uzaktan alıyorsun, hatta kime ait olduğunu bile biliyorsun. Bizim de koku alma duyumuz gelişememiş.” dedi, sırıtarak. Nerden bilecekti içimdeki kıyametin dehşetini! Yine de halimi bilmesin diye:
“Bırak şimdi didişmeyi! İlgi alanlarımız farklı… Haydi o tarafa!..” diye umursamaz bir tavırla mırıldandım.
“Nerde çalgı, orda kalgı! Haydi Sırdaş, gidelim!” dedi, neşeyle. Deli kanlı… Boşuna “Delikanlı” dememişler bunlara. Kanı ateş, deli deli akıyor! İçi cıvıl cıvıl… Ruhunda neşe ve coşku…
Coşkumun kaynağı sendin, Kumsal Çiçeği. Şimdi kederimin ismisin. Ben, serseri mayın gibi Antalya sokaklarında, içmeden sarhoş, kimsesiz, bomboş… Sen o soysuz şair bozuntusunun göstermelik eşi, gözünün nuru bebeğinin annesisin.
Ya benim neyimsin? Ya benim neyimsin?
Serseri Mayın”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLRİ – 580