- 674 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Züleyha
Yürekleri yerinden oynatan canhıraş bir çığlıkla sarsıldı köy. Aman Tanrım bu nasıl bir çığlıktı?
Öğlen güneşinin yakıcı etkisinden korunmak için tarlaları sulayan ark’ (*) ın kenarında yükselen Söğüt ağaçlarının gölgesinde oturmuştum. Gayri ihtiyarı sesin geldiği yere koşarak gittim. Çığlık Züleyha’nın evinden yükseliyordu.
Evi çevreleyen kerpiç duvarın dışında askeri bir araç vardı. Tek odalı küçük evin avlusunda ise üç asker ile köy muhtarı Halil dayı eli koynunda öylece duruyordu. Sanırım askerler kötü bir haber getirmişlerdi Züleyha’nın Mehmet’inden. Yoksa neden böyle feryat etsin ki. Sesi duyan köylüler ne olup bittiğini anlamak için buraya doğru akın etmeye başlamışlardı. Tanrım o ne acı bir manzaraydı? Züleyha dizleri üstüne yığılmış altı yaşındaki oğlu anasının üzerine kapaklanmış sızlıyordu. Askerlerden biri yere çömelmiş genç kadını sakinleştirmeye çalışıyordu. Ama ne mümkün askerin teselli sözleri Züleyha’nın acı feryadına karışıyor adeta buhar olup uçuyordu.
Kara haber yıkmıştı onu, nasıl yıkılmasın ki. Dünyadaki tek dayanağı, canı gibi hatta canından çok sevdiği adam, biricik evladının babası Mehmet’inin kara haberi gelmişti. Adını, sanını bile duymadığı uzak bir diyardan. Taa Kore’den. Artık kim teselli edebilirdi ki onu?
Köylü toplanmış büyük bir kalabalık oluşmuştu avluda. Ben ancak insanların bacakları arasından gözleyebiliyordum Züleyha ve yavrusunu. Hıçkırıklarının ardı arkası kesilmiyor, avlunun tozlu toprağına gözyaşları sicim gibi akıyordu. Mehmet’im diye feryat ediyor, yüreğinde alevlenen acı her dakika katlanarak artıyordu. Ben bunu hissediyordum.
Savaşmaktan çok daha zor olan bu görevi yerine getiren askerler birkaç hediyeyle birlikte kapalı bir tahta kutuyu muhtara teslim etmişlerdi. Bir süre sonrada araçlarına binmiş ve üzgün ayrılmışlardı köyden. Başka ne yapabilirlerdi ki?
Yaşlı kadınlardan bir kaçı Züleyha’yı yerden kaldırmaya ve onu sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Kalabalıktan kimileri “bırakın ağlasın açılır “kimileri zavallı Züleyha” kimileri yazık oldu Mehmet’e” diyorlardı, Ah edenler, vah edenler, her kafada bir ses.
Bütün bu konuşmaların hiç birini duymuyordu Züleyha. Kara haberi aldığı andan itibaren hayattaki tek varlığı olan oğluna sıkı sıkıya sarılmış bir an olsun onu bırakmamıştı. Ağlamaktan başka hiçbir sığınağı yoktu ve feryadı dinecek gibi gözükmüyordu.
Memedim memedim yiğit memedim
Gittin yüreğimi yaktın memedim
Şu zalim feleğe bilmem neyledim
Beni gam seline saldın memedim
Kara haberini getirdi çavuş
Çavuş ne olursun başımdan savuş
Gayrı bundan sonra yazım kara kış
Beni can evimden vurdun memedim.
Diye yaktığı yürekleri parçalayan ağıt köyün etrafını saran dağların sarp yamaçlarında yankılanıyordu. Kurtlar, kuşlar, börtü böcek kimin yüreği varsa tüm canlılar kulak kabartıyor; adeta Züleyha’yla birlikte gözyaşı döküyorlardı.
Hava öylesine sıcaktı ki anlatamam. Beyin yakan güneşin altında bir gölgeliğe sığınmadan uzun süre durmak imkânsızdı. Böyle olunca da çok geçmeden avluyu dolduran üzgün kalabalık birer ikişer çekilip gitmiş, birkaç kadın ve bir o kadarda çocuk kalmıştı. Saat ilerleyip gün akşama devrilince geriye kalanlarda gitmişler, Züleyha ve oğlu yapa yalnız kalmışlardı. Ve ben.
Ben onu terk edemezdim, Çünkü onu seviyordum. O benim ilk göz ağrımdı. Onu ilk kez bir akşam alacakaranlıkta tarlalarının yanından akan arkta yıkanırken görmüştüm. Suya batıp çıkarken bir peri kızını andırıyordu. Tanrım bu ne güzellikti böyle. Islak entarisi vücuduna yapışmış, tanrı çizgisi hatlarını ortaya çıkarmış, aklımı başımdan almıştı. O gün bu gündür bir başka bakarım ona. Her kesten kıskanırım hatta kocası Mehmet’ten bile. Ama artık o yok. Ve ben şu an böyle düşündüğüm için kendimden utanıyorum.
Akşama doğru muhtar Halil dayı karısıyla birlikte elinde Bir kaç paket çay ile bir torba şekerle geldi. Muhtar zararsız kendi halinde köylünün isteklerini mümkün mertebe yerine getirmeye çalışan iyi bir adamdı. Bir sürü öğüt, nasihat, teselli verdikten sonra başsağlığı dileyip gittiler.
Züleyha bitkin ve perişandı. Acısı henüz çok taze olmasına rağmen oğlunu düşünerek metanetli olmaya çalışıyor, ama bir türlü beceremiyordu. Mehmet’inin hayali mütemadiyen gözünün önünden gitmiyordu. Sağa sola bakınıyor, amaçsızca ruh gibi dolaşıp duruyor, sürekli gözyaşı döküp, anlaşılmayan bir şeyler mırıldanıyordu.
Artık köye karanlık çökmüştü. Bu gece ve bundan sonraki geceler ve gündüzler çok zor geçecekti Züleyha için. Olup biteni idrak edemeyen evladını yatırmış, kapının önüne çıkmıştı. Evlerinin önünden uzayıp giden yola gözü yaşlı, elleri koynunda olduğu halde boş bakışlarla bakıyordu. Alaca karanlıkta belli belirsiz gözüken yoldan, Mehmet’inin her an çıkıp “Ben geldim, ben ölmedim, ağlama Züleyha’m “ Diyeceğini umuyordu.
Benim varlığımı dahi unutmuştu Züleyha. Ama ben hep onun yanındaydım ve yanında kalmaya devam edecektim.
Kocası Mehmet onu köylerine ot biçmek için çalışmaya gittiği bir gün çeşme başında görmüş ve birbirlerine âşık olmuşlardı. Mehmet’in kimsesi yoktu anasıyla babasını bebekken kaybetmiş teyzesi tarafından büyütülmüştü. Züleyha’nın ana ve babası vardı ama o da kaderin cilvesi olacak ki önce babasını, kısa bir süre sonrada annesini kaybetmiş, Mehmet gibi yapayalnız kalmıştı.
Söylenene göre Züleyha’yı köylerinde isteyeni çokmuş, güzelliğiyle bütün gençlerin rüyalarını süslüyormuş. Ama o Mehmet’e sevdalanmış bir kere. Karlı bir kış gecesi alıp getirmişti Züleyha’sını, kimseler görmeden. Küçükte olsa mutlu bir yuva kurmuşlardı. Birbirlerinin her şeyleriydi onlar ana, baba, eş, kardeş. Mutluydular ve mutlulukları canlarından çok sevdikleri biricik evlatları Kerem’in Dünyaya gelmesiyle bir kat daha artmıştı.
Her güzelliğin bir sonu olduğu gibi güzel günlerinin sonu gelmiş, Mehmet askere gitmişti. Mehmet’in yokluğunda Züleyha oğluyla birlikte zor günler yaşamaya başlamıştı. Ama onlar tüm zorluklara rağmen babalarının geleceği günlerin özlemiyle yaşamışlar, kıt kanaat geçinip gitmişlerdi.
Ne var ki kötü kaderleri peşlerini bırakmak niyetinde değildi. Bir ömür gibi uzun süren üç yılın sonunda tezkeresini alıp Züleyha’sına ve Kerem’ine kavuşmak için gün sayarken Kore savaşı patlak vermiş ve Mehmet Türk birliği ile Kore’ye gitmişti. Ve tabi her şeyi mahveden o kara haber.
Bu akşam ona biraz daha yakın olmak için kapısının önünde oturmuştum. O birden beni gördü ve yanıma çöktü “ Ah! Güzel dostum burada mısın” dedi. O anda yüreğim küt küt atmaya başlamıştı çünkü Züleyha benimle ilk kez konuşuyordu üstelik (güzel dostum) demişti. Yıllardan beri dikkatini çekmek için etrafına pervane olan ben, şu an hem üzgün hem sevinçliydim. İkilemler yaşıyor garip düşünceler içinde bocalayıp duruyordum. Ama o bana aldırmıyor, durmadan konuşuyor içinden gelen her şeyi anlatıyordu. “Beni terk etmeyeceksin değil mi? Gördün mü bak, beni Mehmet’imde ayırdılar. Niçin? Nerden bileyim ki. Bilmem nerede savaş varmış Kore miymiş neymiş. Bu bizim savaşımız değil ki. Bize ne el âlemin kirli savaşından bize ne! Yazık değimli bana, yazık değilmi bize, oğlum kime baba diyecek? Ben kimin dizlerine başımı koyup uyuyacağım? Ağustos sıcağında tarlada çalışırken kimin anlının terini sileceğim? Söylesene can dostum. İnsanlara acı ve gözyaşından başka bir şey getirmeyen bu savaşları kim icat etti?
Günler birer birer akıp gidiyordu, sonbahar gelmiş, okullar açılmış Züleyha Kerem’i birinci sınıfa yazdırmıştı. Okulun ilk günü heyecanla el bebek gül bebek göndermişti.
Kerem okul çıkışı koşarak gelip anasına sarıldı. Yüzünde adeta güller açıyor, çok mutlu görünüyordu “Biliyor musun ana” dedi sevinçle “Öğretmenim bize süt tozundan süt yaptı içirdi, hem de parasız.” Züleyha oğlunu kucaklayıp göğsüne bastırdı. Gözlerinden birkaç damla yaş süzülürken sessizce mırıldandı ” Biz onun bedelini ödedik yavrum” dedi “hem de kanımızla”
Acısını kalbine gömmeye çalışan Züleyha Oğlu Kerem için yaşamalı, hayata tutunmalıydı. Çok istiyordu ama bunu başarabilecek miydi? Ne var ki kara bulutlar bahtsız kadının dört bir yanını bir kez daha sinsice sarıyordu.
Köyün başta zalim ağası Mahmut olmak üzere bütün berduş erkekleri Züleyha’yı rahatsız etmeye başlamışlardı. Zaten Mahmut ağanın köye gelin geldiğinden beri kadıncağızda gözü vardı, Köyün en babayiğit ve gözü pek delikanlısı Mehmet’in karısı olmasa ona her kötülüğü yapabilirdi. Artık Mehmet olmadığına göre, meydan ona kalmıştı. Bir kaç kez kendisine varması için haberde göndermişti. Ama oğlunu büyütmek ve Mehmet’inin hatırasını ölünceye kadar yaşatmak isteyen Züleyha’dan her defasında olumsuz yanıt almıştı. Bu da ağayı deli ediyor çok daha hiddetlenmesine yol açıyordu.
Kimi kadınlar ise arkasından olur olmaz çirkin laflar, benzetmeler ve iftiralar atıyorlardı. Bunları işiten Züleyha için için ağlıyor kötü talihine lanet okuyordu. Genç, kimsesiz ve yalnız dul bir kadın için bu kuş uçmaz kervan geçmez Anadolu köyünde yaşamak her geçen gün daha da bir zorlaşmaya başlamıştı.
Bir pazar günü oğluyla birlikte tarlada çalışmaya gitmişti. Hava sıcak olmasına sıcaktı ama gökyüzünde yağmur bulutları kaynaşıp duruyordu. Havanın her an bozulabileceği için bu gibi durumlarda işi çabuk bitirip eve dönmek gerekti. Vakit öğleni biraz geçmişti ki bir anda kap kara yağmur bulutları etrafı adeta gece olmuş gibi karatmış, ardı ardına şimşekler çakmaya ve sert bir rüzgâr esmeye başlamıştı.
Züleyha tam toplanıp gitmeye hazırlanıyordu ki, rüzgârın etkisiyle sağa sola eğilen söğüt ağaçlarının ardında atı üzerinde Mahmut ağa bitivermişti. Atını Züleyha’nın üzerine doğru sürüp, tam karşısında durdu. Ağzından salyalar akıyor, iğrenç suratında şeytani, bir gülümseme mevcuttu.
“Sana haber göndermiştim, cevap vermedin “ deyip. Pos bıyıklarını burdu. Züleyha elinde küreğiyle dineldi. Kötü bir şeyler olacağını sezen oğlu anasının arkasına geçip entarisine yapıştı.
“Ben sözümü dediydim” diye cevap verdi Züleyha.
Mahmut Ağa birkaç dakika öylece atının üstünde sinsi sinsi bir şeyler düşündü, adeta donmuş gibiydi, çıtı çıkmıyordu. Sonra ani bir hareketle atından aşağı atladı. Gözlerinde avının parçalamak için fırsat kollayan vahşi bir hayvanın bakışları vardı. Ağanın niyetinin hiçte iyi olmadığını anlaması Züleyha için zor olmamıştı. Tedirgindi, heyecan ve korkudan avuçları terlemiş titremeye başlamıştı. Kadın haliyle ona karşı koymasının imkânı yoktu. Kaçmaya çalıştı ama Mahmut daha hızlı hareket etmiş ve onu bileğinden kavramıştı..
“Ağam ne olursun bırak beni gideyim” diye yalvardı.
“Benim olacaksın” diye bağırdı ağa” Seni kimselere yar etmem.”
Ardından genç kadına sarılmaya ve üzerindeki elbiselerini yırtmaya çalıştı. Züleyha bir an ağanın elinden kurtularak arka doğru can havliyle koştu. Bu arada oğlu yere düşmüş, ağlamaya başlamıştı. Şehvetten gözleri kararmış ağa Züleyha’nın peşinden yıldırım gibi fırladı ve onu arkın kıyısında kıskıvrak yakaladı.
Artık bu olanlara seyirci kalamazdım, bir şeyler yapmalıydım. Tüm gücümle koşup ağanın baldırına dişlerimi geçirip Züleyha’yı kurtarmak istedim. Ne var ki buna fırsatım olmamış Mahmut Ağa’nın tekmesi tam çenemin üzerinde patlamıştı. Tekme öylesine şiddetliydi ki bir kaç metre havada uçmuş kendimi arkın içinde bulmuştum. Canım çok yanıyordu ama bunun önemi yoktu, Züleyha’ya yardım edemediğim için daha çok ruhum ağlıyordu. Bu arada savurduğu tekmenin etkisiyle dengesi bozulan ağa Züleyha’yla birlikte zaten sığ olan arkın içine yuvarlanmışlardı.
Zalim adamın gözü dönmüştü bir kere. Bütün gücüyle masum ve savunmasız Züleyha’ya acımasızca saldırıya geçmişti. Artık çamurlu arkın içerisinde İffetini korumaya çalışan bir kadın ile insan azmanı bir yaratıkla amansız ve eşitsiz bir mücadele başlamıştı. Kısa bir süre içinde de başörtüsü başından sıyrılmış, giysileri paramparça olmuştu. Her geçen dakika mukavemet gücü azalan Züleyha çırpınıyor, bağırıyor, yalvarıyordu. Ama bu havada ve bu ıssız yerde sesini kim duyacaktı ki?
Ben ise ne yapacağımı şaşırmıştım, çünkü elimden hiçbir şey gelmiyordu. Mahmut Ağa güçlü ve acımasızdı.
Bir anda adeta gök delinmiş yağmur bardaktan boşanırcasına kara toprağı dövmeye başlamıştı. Bir süre sonra çakan şimşekten yayılan mas mavi bir ışık etrafı gündüze çevirmiş, ardından kulakları sağır eden gök gürültüsü dağın döşünden yankılanmıştı. Ve talihsiz Züleyha’nın çığlıkları gökyüzünden gelen sese karışıp kaybolmuştu..
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kendimden geçmişim. Çamurlara bulanmış halde gözlerimi açtığımda yağmur durmuş artık şimşekler çakmıyordu. Mahmut ve Züleyha sırılsıklam beş on metre ötemde, Züleyha başını dizleri arasına almış çocuk gibi ağlıyordu. Bir müddet sonra Mahmut Ağa ayağa kalktı, elleriyle üstünün başının çamurlarını temizlemeye çalıştı, yerde az ötesinde duran ıslak şapkasını aldı suyunu sıktı, kafasına geçirdi. Zafer kazanmış bir komutan edasıyla sırıttı, sonra çizmesinin sivri ucuyla Züleyha’yı dürttü ve “ Yarın sabah şafak sökünceye kadar sana müsaade. Eğer o vakit kapımda olmazsan senide oğlunu da yaşatmam. Böyle bilesin” dedi. Sağa sola bakındı atı ortalıkta gözükmüyordu. Ardından arkasını döndü hızlı adımlarla yürüdü gitti.
Mehmet’inin aldığı kırmızı çiçekli entarisi paramparça olmuş, her yanına çamur bulaşmıştı. Kadife renkli saçları darmadağınık, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Yüzünde dünkü boğuşmadan kalan tırnak izleri görünse de Yusuf’un Züleyha’sı kadar güzeldi. Gözlerinde çaresiz bakışlar, ruhunda ümitsizlik, bedeninde bitkinlik vardı. Son bir ümit… Oğlunun geleceği için elinden tutmuş ağanın kapısına dayanmıştı Züleyha. Başka ne yapabilirdi ki?
İsteksizce kapıyı birkaç kez çaldı. Çok geçmeden kapı açılmış ardında genç bir kadın belirmişti. Kadın ağanın üçüncü karısı Sunaydı. Suna Züleyha’yı perişan halde görünce yüreği burkulmuştu. Ah zavallı Züleyha’m, kadersiz Züleyha’m” diye seslendi.
Kapının önünde yapayalnız kaldığım o an hayat benim için tamamen anlamsızlaşmıştı. İçimi tarifi imkânsız garip bir his, acı veren bir büyük boşluk kaplamıştı. Kendimi çırpındıkça daha derinlerine çekildiğim bir girdabın içerisine hissediyordum. Bu nasıl berbat bir duyguydu böyle. Bir anda beyninde çakan milyonlarca şimşek susuyor, içindeki yaşama şevki yerini anlamsız bir karanlığa bırakıyor ve sen öldüğünü hissediyorsun. Sevdiğinden ayrılmak böyle bir şeydi sanırım.
Birkaç dakika sonra kapı tekrar açıldı. Suna elinde tuttuğu küt (**) ekmeği bana doğru fırlattı. Ekmek havada süzülüp sabaha kadar yağan yağmurun balçık haline getirdiği toprağa yapışıverdi. Sabahın bu erken saatinde böyle bir aşağılanmayı kaldıramazdım, oralı ile olmadım. Ağanın kapısından uzaklaşırken başımı kaldırıp doğuya doğru baktım.
Bütün bu acılar sanki hiç yaşanmamıştı. Güneş kendisini her gün olduğu gibi, bu gün yine ufuktaki bulutları kızıla boyayarak bir tablo güzelliğinde gösteriyordu. Horozlar sabah ötüşlerini yapıyor, çobanlar koyunlarını yeşil çayırlara yaymak için ahırlarından çıkarıyor, köy taze bir güne uyanıyordu. Ve Yaşam acılara sevinçlere savaşlara rağmen devam edecekti.
Benimse Züleyha’dan ayrılmanın acısı yüreğime kor gibi düşmüş her geçen saniye daha da bir yakıyordu.
Çok geçmemişti ki kurşun yemiş gibi acı çeken bir köpeğin canhıraş feryadı köyün üzerini kapladı.
SON
Öykü: Züleyha
Nizamettin Uca/Iğdır 18.02.2020
*) Ark: Tarlaları sulamak için toprakta açılan suyolu.
**)Küt ekmek: Tandıra yapışmayan hamurun tandır içine düşmesi sonucu oluşan ekmek
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.