Aşka Dair Kuramsal bir Degerlendirme
AŞK’A DAİR KURAMSAL BİR DEĞERLENDİRME ( DOĞAN KARAAĞAÇ )
16 Mayıs 2012, 22:01
İlginç bir konu değilmi? Aşk meşk üzerine yazmak pek tarzım değil ama bir kez bu konuda bir yazı yazacağımı deklere ettim. Bunun gereği olarak aşk üzerine bir değerlemdirme yapacağım artık.
Her insanın yaşamında en önemli yeri ve zamanı tutan ve dolduran bir olgu olan aşk ne menem bir şeydir?Bu yazımızda bunu anlatmaya çalışacağız.
Sevmek..aşık olmak... kara sevdalarda yanmak...
Hem kadın cinsi hem de erkek cinsi bunlardan muzdarip olur mutlaka hayatında. Acılar çeker, sıkıntılar yaşar, trajediler ve cinayetler yaşanır bu uğurda.
Şimdi ben, çok yazılan ve çizilen bu konuyu herkesin aşina olduğu biçimiyle ele almayacağım.
Aşk her şeyden önce biyolojik ve fizyolojik doğa’nın bir gereksinimidir.Ne küçümsenecek bir şeydir ne de ayıplanacak bir durumdur.
Ancak ne varki aşkı ve karşı cinse olan ilgi ve sevgiyi doğru analiz etmeliyiz. Deyim yerindeyse bu konuda taşları yerli yerine oturtmalıyız.
Kişi karşı cinsten birine ilgi duyduğunda esasta ve gerçekte bu eğilimi ile ne yapmış olmaktadır? Karşı cinsten olan kişiyi mi sevmektedir? Yoksa bu noktada bir yanılsama mı vardır?
Şimdi isterseniz soruyu ters yüz edip şöyle soralım:
Sevmeyi , ilgi duymayı, aşık olmayı koşullayan esas olarak cinsel içgüdüdür.Ve bu biyolojik bir ihtiyaçtır.
Dikat edelim burada bir keyfiyete mehal yoktur. Biyolojik doğa’nın bir emri ve dayatması vardır.
Bu durumda burda bir zorunlu ihtiyaç söz konusudur diyebiliriz.
Bir temel biyolojik ihtiyacın karşılanması demek olan psikolojik ve duygusal eğilimlere aşk ve sevgi dendiğini belirtmek zorundayım.
Bu tıpkı yemek gereksinimi gibi bir temel gereksinimdir.
Demekki burda gordion , yani analiz etmemiz gereken husus şudur:
Gereksinimini karşılayan bir birey bu iş ve eylemi için obje ve subje olarak yararlandığı partnerini mi sevmektedir? yoksa kendini sevdiği için bu sevgisini doyurmanın bir gereği olarak bir partnermi seçmektedir?
İşte burda konu karmaşık hal almaktadır.
Bu biyolojik dürtünün bir partner olmaksızın doyurulması söz konusu değildir. Burda bir eş seçimi kaçınılmaz olmaktadır.
Kişi bu noktada yaşam süreçlerinin kendisini şekillendirmesine göre bir fİzik özellikte bir partneri seçmekte ve onu sevdiğini sanmaktadır.
Burda bir yanılsamalı durum söz konusudur.
Ah vah edip ’ ben şöyle seviyorum, şöyle vurulmuşum, uyuyamıyorum vb. ’ diyen herkese ben buradan diyorum ki sen bir yanılgılı algı içindesin . Senin bütün bu ahın vahın seçtiğin ve tercih ettiğin kişi için değildir.
UĞRUNA BUNCA AH VAH EDİLEN SEVGİ DENEN DUYGU ASLINDA KİŞİNİN KENDİ DÖNGÜSÜDÜR ( 1. TEZ )
Şimdi bazı arkadaşlar bir ağaç sevgisini... tanrıya aşık olmayı- ilahi bir aşkı..bir hayvan sevgisini vb vb. segilerin de birer aşk olduğu noktasında ısrarcı olmaktalar.
Kuşkusuz sevmek sadece karşı cinse yönelen bir duygu değildir.Çünkü insan doğası kaç milyon yıldan beridir tabiat ananın bağrında ve onun etkisinde şekillenmiş ve biçim almıştır. Güzel bir doğa parçasını da severiz elbette.. ruhumuzu okşayan bir müzigi de severiz.
Karşı cinsi kapsamayan bu türden sevgiler insan doğasının ilgiye ve doyuma muhtaç yapısının arzuladığı ve koşulladığı sevgi kapsamında insan yaşamında bir yer tutarlar elbet.
Ancak bu tür ilgi ve eğilimler biyolojik reflektif doğanın ihtiyacı olan karşı cins ihtiyacı ile aynı paralelde ele alınamaz. Karşı cinse duyulan ve bu meyanda oluşan yer yer melankoliye dönüşen karşı cins sevgisine aşk denilmesi biraz da bu yüzdendir.
Yani bir çiçeğe olan sevgi ile karşı cinsten birine karşı ruhta gelişen istek ve arzunun-aşkın nitelik ve niceliği bir birinden farklıdır.Bunları karıştırmak sapla samanı bir birine karıştırmak anlamına gelir.
Şimdi bu noktada şunu açıkça belirtmek ve adını koymak isterim ki Sevgi, aşk sevda( adına ne derseniz deyin) vb ilgiler ve eğilimlerde gerçekleşen diyalektik mekanizmanın özü ve esasında kişinin kendisini sevmesi söz konusudur.
Sevilen; kişinin kendi biyolojik doğasıdır. Bu gizil bir döngüsel mekanizmadır.
Kişi kendini severken bunu karşı cinsten biri aracılığıyla gerçekleştirir.
Döngüsellik burda ifadesini bulmaktadır.
Yani; Birisi;
ben seni çok seviyorum dediği zaman..
onun bu sözünün ve eyleminin doğru okunması şu şekildedir:
Ben kendimi çok seviyorum. Ama bunu ( yani kendimi sevebilmem için ) sana ihtiyaçlıyım.Kendimi sevmem için bana yardım edermisin?
Evet ’ seni seviyorum ’ sözünün doğru okunması tas tamam bu şekilde izah edilebilir.
İNSAN DOĞASI GÜÇSÜZ BİR DOĞA OLDUĞU İÇİN İLGİ , ÖVGÜ VE OKŞANMA İSTEYEN BİR BİYO-PSİŞİK YAPIDIR ( 2.TEZ )
İkinci tezimiz şudur:
İnsan doğası güçsüz bir doğadır ve bundan ötürü ilgi, övgü ve okşanma isteyen (sevilmek isteyen) bir biyo-psişik yapıdır.
Şimdi açıkça belirtmeliyiz ki güçsüz insan doğası motivasyonunun önemli bir kısmını çevresinden aldığı beğeniler, ilgiler , övgüler ve ruhsal okşanmalar üzerinde sağlamaktadır. Deyim yerindeyse kişiye sen iyi ve güzel bir insansın demek ile sen kötü ve çirkin bir tipsin demek o kişi üzerinde önemli tesir yapmaktadır.
Birinci yaklaşım kişiyi olumlu yönde moralle donatırken ikinci yaklaşım kişiyi bunalıma sokabilir.
Tek bir sıcak bakış insanı en zor koşullarda ayakta tutmaya yetebileceği gibi düşmanca bir bakış kişiyi intihara götürebilir.Buna yaşam süreçlerimiz içinde pek çok kez tanık olduk, gördük ve gözlemledik.
Bu anlatım ne anlama gelir?
Bu şu anlama gelir ki insan doğası olumlu anlamda ilgi, sevgi, şefkat ve övgüye muhtaç bir yapının adıdır.
Bakınız dünyada güzellik ile ilgili sektörler,ürünler,ekonomik oluşumlar...ve bu iş için , yani güzelleşmek için sarfedilen çaba ve zaman, emek çok önemli bir yer tutmaktadır .
Sanatta, edebiyatta, musikide, şiirde, giyimde ,estetikte vb vb..alanlarda aşk, sevgi , cinsellik...nerdeyse bu alanların tümüne damgasını vurmaktadır.
Neden?
Neden olacak; insan sevilmek istiyor . Özü esası bu.
Yani, herkes birileri tarafından sevilmek istemekte. Doğa buna ihtiyaçlı . Hal böyle olunca çabanın merkezine bu yönlü tasarımlar, kurgular, yaratımlar ve ürünlerin geliştirilmesi konmaktadır.
Hemen herkes güzel giyinmek ister, saçını başını bu amaçla yolar! ( düzeltir şekil ve biçim verir demek istiyorum).
İnsanlar nerdeyse tüm çabalarının merkezine bunu ,yani güzel görünme işini koymıuş bulunmaktadır.
Neden bunca çabalar?
Güzel görünme isteği sevilmek isteğinin pratikleşme çabasıdır
Güzel görünmek ilgi çeker ve buda sevilmeye yol açar düşüncesi adeta kamçılayan bir düşünce olarak yer tutar insan yaşamında.
Şimdi birileri diyebilirki yok efendim ben de böyle bir hal yok.
O zaman niye bu kadar süslenip püsleniyorsun sorusuna bir yanıtı olmalıdır bunu diyecek olanın.
Ve ben böyle diyene peki , o halde eski püskü, solmuş hatta yamalı elbise ile niye olamıyorsun? Niye huzursuz oluyorsun üstün başın iyi değilse. Ve her gün kuaförlerin kapısına niye koşuyorsun?
Demekki güzel görünmek isteği sevilmek arzusunun kamçıladığı bir pratikleşmedir.Bu yönlü koşuşturmaların özünde biyolojik doğanın emri olan arzuların giderilmesi, doyurulması vardır.
Kimi dostlarım aşka dair değerlendirmeme göz atar atmaz "aman hocam aşk içgüdülerin doyurulmasıyla ve kişinin kendine sevgisiyle açıklanamaz aşkta canan ’ can dan önce gelir ve gelmeli " mealinden görüş bellirtiler.
Böyle diyen dostlarıma siz bu konuyu yeniden bir düşünün diyorum.
Ve soruyorum:
siz cananı niçin bu kadar seviyorsunuz?
kendinizden daha mı çok seviyorsunuz?
Onu sevmenizdeki gaye onunla yaşamak arzusu değilmidir?
onunla yaşamak arzusunun özü ve esası onda kendinizi gerçekleştirmek , doğanızdaki güçlü potansiyel enerjinin şarzı ve deşarzı değilmidir?
Burda gerçekçi olmak zorundayız.
Canan can’ın yaşam enerjisine (phisis’ine ) obje ve subje olabildiği ölçüde canan’dır. Canan cana can katmadığında bir kıymeti ve önemi kalmayıverir.
Bitimsiz gibi görünen nice aşkların yerle bir olması başka türlü nasıl açıklanır diye bu arkadaşlara sormak gerekir.
Demek ki bu yaşam denen süreçler toplamında her kişi için esas olan , merkez olan kendisinin doğasal gerekleri ve ihtiyaçlarıdır.
Canan önemsizdir anlamını çıkarmasın kimse bu anlatımdan.
cananın yerini de izah edeceğim.
Kişi kendinde döngüseldir,merkez kendidir ama ne varki tek başına bu döngü dönmüyor.
Tam da bu nokta da eş, yada partner denilen objenin olması ve onun subjektif konumlanması hem zaruri hem de olmasa olmazdır.
Yani döngünün dönmesi canansız olmaz , olamaz.
Cananın büyük önemi ve onun cana canan olması bu yüzdendir.
O olmadan olmazlık vardır.
olmadan olmaz , yaşamdan da tad alınmaz.
İşte can için canan bu kadar önemli ve elzemdir.
AŞK NARSİST ZEMİNE DAYANIR. AYNI ZAMANDA NEFRET İLE TAPINMANIN BİLEŞİK HALİDİR ( TEZ .3)
Üçüncü tez:
Aşk narsist zemine dayanır. Aynı zamanda nefret ile tapınmanın billeşik halidir.
İnsan doğası ve sosyalizm ütopyası başlığı altında kaleme aldığım yazı dizimi takip eden okuyucularım egosantrizm kavramını açımladığımı hatırlayacaklardır.
Ego santrizm ; Benmerkezcilik olarak tercüme edilebilir.
Egosantrik eğilim insan doğasının merkezi eğilimidir. bu ne demektir?
Bu ; istisnasız her insanın bulunduğu ortam ve çevrede kendini merkez gibi görme arzusu ve eğilimi demektir.
Bu arzunun gerçekleşip gerçekleşmemesi sorunundan bağımsız olarak durum izah ettiğimiz gibidir.
Yani kişi merkez olabilir yada olmayabilir bu ayrı birşey, ama bu istek -merkez olma ( ilgi ve sevgi odağı olma arzusu ) vardır.
Benmerkez olayım (egosantrik eğilim) arzusu nerden kaynaklanır?
Her doğa’nın kendini beğenmişliğinden tabiki.
Evet her insan kendini beğenir. Söz ile dil ile kişi bunun tersini söylese bile esas gizil olan hal ile ahval; kişinin kendini beğenmesi ve sevmesidir.
Zaten ben merkez olma isteği de bunun kaçınılmaz sonucudur.
Kendini beğenme veya kendine sevdalanma narsizim kavramı ile ifade edilir olmuştur. Şu ünlü Narsius öyküsünü herkes bilir.özeti şudur: Berrak bir su göletinde kendi suretinin yansımasını ilk kez gören Narsius kendi çehresini suda seyretmeye doyamaz. Her gün gölete gidip saatlerce sudaki yansımasını seyreder, izler.
Kendi suretine sevdalanan Narsius’tan bu kavram türetilir.
Aşk duygusu işte bu psiko-narsist yapı üzerinde şekillenir.
Beğenilmemek kadar insanı yıkan , kahreden başka bir duygu olamaz. Neden?
Çünkü;Kişilik oluşumu doğasal varoluşta benmerkez üzerine inşaa olmuştur.
Yani herkes kendini ’ ben iyiyim, güzelim, mükemelim’ inanışı ve bunun kendince yedieminliğinde bularak büyür ve yaşar.
Bu inanışa ve Psikolojik külte aykırı ve zıt olan ’kötüsün, çirkinsin, güzel değilsin vb.’ bir söz ve savunuyla, beğenisizlikle karşılaşıldığında yıkıma uğranması tam da bu doğasal şekillenmeyle alakalı bir durumdur.
Özetle herkes beğenilmeme korkusundan muzdariptir.
Herkes beğenilmek, övülmek isteğiyle doludur.
Şimdi bu noktada şu saptamayı rahatlıkla yapabiliriz:
’Ben cananı candan çok severim ’ diyenler büyük bir yanlış söylem içindedirler. Zira bu idia insanın biyo_psikolojik doğasıyla çelişen , onunla taban tabana zıt bir söylemdir.
Her eşyanın bir tabiatı-doğası vardır. İnsan denen canlı organizmanın da bir doğası vardır ve bu doğa baştan beri izah ettiğimiz temeller üzerinde ve bu şekilde husule gelmiştir.
İnsanın bu spesifik doğasını yadsıyan, bay-pas edip atlayan ve aksi iddiayla ortaya çıkan birinin yaptığı şey subjektif davranmış olmak dışında bilimsel bir anlam taşımaz.
Subjektif davranmak yada subjektivizm şudur;
kişinin bir şeyi olmasını istediği gibi görmesi ve öyle algılayıp dile getirmesidir.Subjektif yaklaşımda olgunun objektif hali görmezden gelinerek nasıl olması arzulanıyorsa o şekilde ifade edilir.Bu yaklaşımda gerçeğin gerçekliğinin suistimali söz konusudur yani.
Ben sevdiğimi kendimden çok seviyorum söylemi...canan can’dan önce gelir söylemi..işte böylesine subjektif bir yaklaşımın ürünü ve sonucudur.
İnsanın anatomisi ve fizyolojisi hakkında yeterli bir bilgiye sahip değilseniz insanın biyo-psikolojik yapısı ve / veya doğası hakkında diyelim , yeterince bilgi sahibi değilsiniz demektir.
Temel içgüdülerden olan cinsel içgüdünün genital sistemde nasıl bir oluşum zinciri içinde meydana geldiğini bilebilmek ve bunun insanın psikolojik dünyasını nasıl koşulladığını bilmek için yeterli bir anatomi ve fizyoloji bilgisi gereklidir..
Aşk tapınma ve nefretin bileşik halidir dedik.
Bu ne anlama gelmektedir? anlamı şudur:
Aşık olan kişinin duygusu homojen bir duygu değildir.Yani aşk duygusu heterojen bir duygudur. Sadece sevgiyi-sevmeyi kapsamaz. Aynı zamanda nefretide barındırır ve içerir.
Şimdi bir kısım arkadaşlarımdan ’ böyle şey mi olur’ diye itirazlar olacak. Bunu tahmin ediyorum.
’Nasıl olur aşkta nefret olur mu hiç’ şeklinde itirazlar olabilir. Ancak gerçeği ifade etmek dışında bir gayemiz yoktur. ve gerçeklik te malesef böyledir
Yani; aşkta iki karşıt duygu iç içe vardır.
a) tapınma düzeyinde sevmek
b) nefret etmek.
Hem çok seviyoruz hem de aynı zamanda nefret ediyoruz.
Bu bir çelişki değilmi diye sorabilirsiniz. Bu objektif babda elbette ki bir yaman çelişkidir.
Peşinen belirteyimki Çelişkinin olmadığı hiç bir şey , alan vb yoktur.
Duygu dünyamız da yaman çelişkilerle doludur.
Eşyanın diyalektiğini ve diyalektiğin yasalarını biliyorsak bunda şaşılacak bir yan da yoktur.Her şey en az iki yan ve kutup üzerinde vardır ve ancak bu şekilde var olabilir.Kutupların olduğu yerde de çelişki mutlaktır.
Kıskanmak nefretin kibar görüngüsüdür.
Sevdiğimiz insanı neden kıskanırız?
Kıskanmak sevdiğimizi sadece kendimize ait görme arzumuzun doğal bir sonucudur değilmi?
Çünkü; biz aidiyet istiyoruz.Sadece benim olsun istiyoruz.
Bu ne demektir?
Benmerkezci doğamızın kaçınılmaz bir tezahürüdür bu.
Yüzde yüz benim olmalısın derken biz sevdiğimize aslında şunu demiş oluyoruz:
Ben mükemmelim. sevilmeye en layık insan benim. benden başkasıyla seni hiç bir düzeyde paylaşamam. Sadece benimle ol. Bana bak. Başkasıyla konuşma , başkasına bakma. Gözün sadece beni görsün. vb. vb.
Bu ne büyük kendini beğenmedir?
Bu ne büyük kendini sevme düzeyidir?
Bir düşünün kendini sevmenin bu biçimi , bu düzeyde kendini birine dayatma biçimi aşkta kişinin kendini ne kadar esas aldığının da bir kanıtlanmasıdır.
Burda sevilen karşıdaki kişi değil kişinin kendi kendisidir.
O kadar kendimizi seviyoruz ki , kendimize o denli aşıkız ki karşımızdaki kişiye kendimizden başkasını asla reva görmüyoruz.
Aşk denen tahtırevalinin bir ucunda sevgi varken diğer ucunda nefret var dedik.
İşte kendimizle sınırladığımız ve beni sev diye dayattığımız yaklaşım eğer tam olarak olumlu bir cevap bulmazsa o zaman çok sevdiğimizi sandığımız kişiden nefret etmeye başlarız.
Kıskançlık denen kibarlık örtüsünün altındaki nefret çıplak haliyle tezahür eder.
Ve cinayete kadar uzanan bir dizi entrika ve yaklaşım geliştiririz güya çok sevdiğimizi sandığımız ve binlerce kez bunu ifade ettiğimiz kişiye karşı korkunç bir düşman oluveririz.
Neden ?
Kendimizi sevmemize yardımcı olmadığı için tabiki.
Aşkın özünün kişinin kendini sevmesi olduğu tezimizi tahtırevalinin bu iki ucundaki sevgi ve nefret duygularının yer değiştirmelerinden rahatlıkla okuyabilir ve anlayabiliriz.
Tahtırevalinin üzerine oturduğu eksen yada kaide de konumlanmış olan kişinin kendine olan büyük aşkıdır.
Bu aşkını tek başına gerçekleştiremediği için seçtiği kişilikten ise istediği ise kendini sevmesine yardımcı olma isteğidir.
Bütün o ahlar vahlar, sızlanmalar, ataşlarda yanmalar...esas olarak kendini tek başına sevememenin sancılarıdır.
TEZ 4: AŞK YAŞAMIN TÖZÜDÜR VE MEZARDA SON BULUR.
Aşk yaşamın tözüdür.Ve mezarda son bulur.
Tözden kastımız özün özüdür demek istiyoruz.
Yaşamak arzusu aynı zamanda temel içgüdülerden biridir.Denilebilirki en güçlü içgüdü yaşamak içgüdüsüdür.
Hiç kimse ölmek istemez hep yaşamak ister. Tersi durumlar istisnadır ( intihar pratikleri ) ve bunların bilimsel bir analizini yapmak da güç bir iş değildir.
Ancak burda çok kısaca intihar pratiğini bir cümleyle açımlayıp geçmek istiyorum.
İntihar da aslında yaşamamayı dayatan koşullara yaşama arzusunun koyduğu bir tepki ve protesto olarak bakmak bence bilimsel bir ele alıştır.( bu konu başlı başına bir değerlendirme yazısını gerektirir. Yakında bu konuya ilişkin bir yazı dizisi geliştireceğim)
Konumuza dönelim ve yaşamak arzusunun biyo-genetik bir güdüsellik olduğunu belirtelim.
Yaşamak isteği güçlü bir yaşam enerjisi olarak var olur.Psikolojik literaturde buna Phissis adı verilir.
Phissis; yaşama arzusunu, soyu sürdürme arzusunu ve sevilme arzusunu kapsayan tükenmez bir enerjidir. Bir akümülatör gibi daima kendini şarz eden bir mekanizmanın adıdır.
Yaşam enerjisinin tükenmesi demek ölüm demektir.
Yüz yaşına merdiven dayamış insanlarla diyaloglar kurun hemen tümünün ortak arzusunun bir kaç yıl daha yaşayabilmek olduğunu göreceksiniz.
Cinsel enerjinin zirveselliği aşktır. Aşk; kendisini üreten ve besleyen bu akümülatörün yarttığı güçlü bir manipülasyondur. Canlılık hali sürdükçe bu mekanizma çalışmaya ve kişi sevgi-döngü girdabında kıvranmaya devam eder.
Cinsel enerji demek olan eros phissis’in nebulasıdır.
Bu nebula o denli sağlam ve güçlü bir yapıdadırki milyonlarca yıllık tarihsel süreçte soyun bugüne gelmesine yetebilmiştir. Bunu her türlü dezavantajlara, yokluğa, tabiatın acımasız yasalarına karşın yapabilmiş olması bu temel içgüdünün ne denli güçlü olduğunu anlatır bizlere.
Her insan ölüm anına kadar temel iç güdülerin dayatması , baskılaması ve manipülasayonu altında bir yaşam sürdürür.
AŞK; ÖLÜNCE BİTER.
YANİ KİŞİNİN KENDİNE OLAN SEVDASI VE AŞKI NEFES ALIP VERDİĞİ SÜRECE DEVAM EDER.
Doğan Karaağaç 16 Mayıs 2012
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.