- 837 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İLİM YOLCULUĞU
Okumak, eğitim ve öğretim almak, ilim tahsili yapmak dünyanın en kutsal görevlerindendir. İslam dini, ilme ve ilim öğrenmeye büyük önem vermiştir. İlim yolculuğu önemliydi. İlme ulaşmak için yola çıkmanız gerekir. Çeşitli zorluklarla karşılaşmanız gerekir. Bu esnada aç ve susuz kalabilirsiniz. Beklemediğiniz ve ummadığınız zorluklarla karşılaşabilirsiniz. Pekâlâ, bunun tersi de olabilir. Siz, zorlukta ve kolaylıkta sabretmesini bileceksiniz. İlim öğrenmek ve ilmi yaşamak üzerine ayet ve hadislerle başlamak istiyorum. Yüce Rabbimiz Allah (cc) bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir.” (Alak Suresi, 1-5.)
“De ki: Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak aklıselim sahipleri öğüt alır.” (Zümer Suresi, 9.)
“Allah içinizden iman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir.” (Mücâdele Sûresi, 11.)
“Allah’tan kulları içinde ancak ilim sahibi olanlar korkar.” (Fâtır Sûresi, 28.)
“De ki: Ey Rabbim! İlmimi artır.” (Tâhâ Sûresi, 114.)
Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav), bu konuda şöyle buyurmaktadır:
“Allah, hakkında hayır dilediği kimseye din hususunda büyük bir anlayış verir.” (Buhârî, İlim 10, Humus 7, İ’tisâm 10; Müslim, İmâre 175, Zekât 98.)
“Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: Allah’ın kendisine ihsân ettiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse; Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268.)
“Allah’ın benimle göndermiş olduğu hidâyet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. Yağmurun yağdığı yerin bir bölümü verimli bir topraktır. Yağmur suyunu emer, bol çayır ve ot bitirir. Bir kısmı da suyu emmeyip üstünde tutan çorak bir yerdir. Allah burada biriken sudan insanları faydalandırır. Hem kendileri içer, hem de hayvanlarını sular ve ziraatlarını o su sayesinde yaparlar. Yağmurun yağdığı bir yer daha vardır ki, düz ve hiçbir bitki bitmeyen kaypak ve kaygan arazidir. Ne su tutar, ne de ot bitirir. İşte bu, Allah’ın dininde anlayışlı olan ve Allah’ın benimle gönderdiği hidâyet ve ilim kendisine fayda veren, onu hem öğrenen hem öğreten kimse ile buna başını kaldırıp kulak vermeyen, Allah’ın benimle gönderdiği hidâyeti kabul etmeyen kimsenin benzeridir.” (Buhârî, İlim 20; Müslim, Fezâil 15.)
“Allah’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin aracılığınla bir tek kişiyi hidayete kavuşturması, senin, en kıymetli dünya nimeti olan kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Fezâilü’l-ashâb 9, Meğâzî 38; Müslim, Fezâilü’s-sahâbe 34.)
“Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Müslim, Zikr 39.)
“Dünya ve onun içinde olan şeyler değersizdir. Sadece Allah’ı zikretmek ve O’na yaklaştıran şeylerle, ilim öğreten âlim ve öğrenmek isteyen öğrenci bundan müstesnadır.” (Tirmizî, Zühd 14. İbni Mâce, Zühd 3.)
“İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlim 2.)
“Bir kimse, ilim elde etmek arzusuyla bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.” (Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19.)
Babamı çok küçük yaşlarda kaybetmiştim. “Okumam, mutlaka okumam gerekir” diye düşünüyordum. Bunu kendime ilke edinmiştim. Başarmak için de elimden geleni yapacaktım. Çalışacaktım, çok çalışacaktım, Allah’ın izniyle bunu başaracaktım. Çünkü yoksulluk içinde büyüyen bir ailenin beşinci çocuğu idim. Ailece çok çile içindeydik. Fakirlik ensemize yapışmış bırakmıyordu. Okumak ilim tahsil etmek istiyordum. İlkokul, Ortaokul ve Lise derken ilim yolunda kendimi Konya Selçuk Üniversitesi kampüsünde buldum. Burada İlahiyat Fakültesinde okuyacaktım.
Ortaokul ve lise yıllarımda yatılıda kalmıştım. Çocukluğumda yeni elbise ile hiç tanışmamıştım. Ancak devlet yurdunda, devletin vermiş olduğu elbiseleri ve ayakkabıları giyebildim. Buna da çok şükrediyordum. Bunu bulamayanlar da vardı. Köyde yokluk, çile ve ıstırap vardı. Maddi gelir yoktu. Geçim sıkıntısı hat safhadaydı. Beyaz turpu, kırmızı şalgamı bıçakla dilip tuzlayarak ekmeğin arasına koyup dürüm yapardık. Bu dürüm, bize çok leziz gelirdi. Döner dürümünden daha tatlıydı. Bir ineğimiz vardı. Ondan annem tereyağı yapardı. O tereyağını tuzlayarak yufka ekmeğime dürüm yapıp verirdi. Belki de çocukluğumda yediğim en leziz yiyeceklerden biriydi bu…
Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi artık benim evimdi, yuvamdı. Günler aylar hatta yıllar hızla geçiyordu. Hazırlık, birinci, ikinci sınıf derken kendimi üçüncü sınıfta buluyordum. Bizim fakültemiz hazırlık sınıfıyla beraber beş yıllıktı. İşin garip tarafı diplomaya dört yıllık diye yazılıyordu. Bu bir haksızlıktı. Bu yanlışlığın derhal düzeltilmesi gerekir.
Bayram tatili için Konya’dan memleketim Yozgat’a gelmiştim. Tatilim, neşe yüklü idi ve çok güzel geçti. Köyümde sılayı rahimde bulundum eş ve dostlarıma. Akrabalarımı ziyaret ettim. Köyümün hasta ve yaşlılarını tek tek ziyaret ettim. Onlara sağlık, afiyet diledim. Bunu köyüme her geldiğimde yapardım. Bu gerçekten de güzel bir adetti. Hâl da yaparım bunu. Sayılı tatil günlerim su gibi akıp gidiyordu. Ben, tatil bitmesin diye uğraşıyordum ancak buna engel olamıyordum. Zamanı tutup çuvala koyarak ağzını bağlayamazdım.
Köyümde geçirmiş olduğum güzelim tatil bitmişti. Tadına doyamadığım tatilim bitmişti. Konya’ya Dönüş hazırlıklarımı yapmaya başladım. Hazırlık olup da ne olacaktı sanki? Elbisemi koyacağım bir el çantası vardı. Başka da hiçbir şeyim yoktu. Elime aldığım bir çantamdan başka neyim vardı ki? Otobüs biletimi Çekerek’ten Ankara’ya aldım. Çünkü Çekerek, Sorgun ve Yozgat’tan Konya’ya direk gidecek otobüs yoktu. Ya Kayseri’den gidecektim Konya’ya ya da Ankara güzergâhından. Ben Ankara güzergâhını seçmiştim. Anakara yolculuğum böylece başlamış oldu. Sağ selamet Çekerek’ten Ankara’ya ulaştım ve vakit geçirmeden Ankara otogarından Konya otobüsüne biletimi de aldım…
Otobüs ile Konya’ya yolculuğum Ankara’dan başlamıştı. Gündüz yolculuğu yapıyordum. Vakit öğle sonuydu. Ankara şehir içini trafik yoğunluğundan dolayı yavaş çıktık. Gölbaşı istikametine doğru ilerliyorduk. Otobüs tıklım tıklım doluydu. Yaşlı, kadın, erkek çocuk… Arabanın içinde çocuk ağıtları kesilmek nedir bilmiyordu. Çişi gelen çocuklar, su isteyen çocuklar, “açıktım anne” diyen çocuklar velhasıl istekleri bitmeyen çocuklar vardı. Bunlar güzel duyguydu. Rahatsız olmuyordum. Anacak bu çocuk seslerine homurdanan yolcuların dayısı da az değildi. Sigara dumanlarından otobüsün içi Erciyes Dağı’nın dumanlarını andırıyordu. Öyle içten sigara çekiyorlardı ki soba borusundan çıkan dumanlar gibi duman çıkıyordu. Sanki sigara dumanları dertlerini gam ve kederlerini uçurup gideriyordu. Onlar öyle zannediyorlardı ancak kendilerine yenini bir dert yüklediklerinin farkında bile değillerdi. Arkasından öksürükler kesilmek nedir bilmiyordu. Otobüs içindeki herkes nefes almakta zorlanıyordu. Bu dumanlar herkesi etkiliyordu. Sigara içmeyenler de böylece bu dumanlar sayesinde sigara içmiş oluyorlardı. Sigara içmeyenler pasif içiciydi. Sigara içenlerin keyfine diyecek yoktu. “Altta kalanın canı çıksın” misali ver ediyorlardı sigara, içmeye. Otobüste bulunanlar:
“Arkadaşlar! Otobüsün içinde niçin sigara içiyorsunuz? Burada sigara içmeyenler de var. Çocuklar, yaşlılar var. Bırakın şu sigara içme işini. Otobüs mola verdiğinde sigaralarınızı içebilirsiniz. Bu yolcuları rahatsız etmeye ve zehirlemeye hakkınız yoktur.” demiyorlardı. Otobüs şoförü, muavin de bir şey demiyordu. Sigarının alasını içenler de onlar değil miydi? Kazan kazana; “Senin de dibin kara” der miydi? Zehirlenen, acı çeken akciğerler isyan ediyordu sigara dumanına. Ama bütün bu isyanlar nafileydi. Sigara içenlerin keyfine ise tek kelimeyle diyecek yoktu…
İlk zamanlar, yollar yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidiyordu önümüzden. Yollar zaten hayatımız boyunca bizlere eşlik yapan yegâne arkadaşımızdı. Yolların hakkını asla ödeyemeyiz. Yollar; dağları, taşları, denizleri ve havaları delen yollar. Üzerine basan herkesi taşıyan yollar. Suçluyu, suçsuzu taşıyan yıllar. Yollar, yolculuklar ve etraftaki güzellikler insanı büyüledikçe büyülüyordu…
Otobüsün motorundan öyle güzel sesler geliyordu ki sizi büyülüyordu. Otobüsün motorunun turbo sesi bana ninni gibi geliyordu. Yolcuları bu loş ses, ninnilerle uyutuyordu. Çocukluğumdaki annemin ninnileri gibiydi, öyle hoş öyle tatlıydı ki. Beni tatlı tatlı uyutmaya çalışıyordu. Etrafıma bakıyorum güpe gündüz herkes uyumaya çalışıyordu. Uyku tutmayanlar da vardı. Gözleri fal taşı gibi apaçıktı. Etrafın büyüleyici güzelliklerini izliyorlardı. Bense daha çok ninni dinlemek için ninnilere ayak diriyordum. Koltuğum beni incitmiyor, en güzel yatak görevini yapıyordu. Belki yün yatağım ve yastığım bu rahatlığı vermiyordu bana. Biliyorum, o koltuklar da beni seviyordu. Ayrıca bir bebeğin beşiğinin görevini de ifa ediyordu benim için. Genç yaşta bebekliğimi yaşıyordum ninniler arasında…
Otobüs gidiyor, tekerler dönüyordu. Tekerler tümseklere düştükçe oturduğum koltuğum beni sessizce ve incitmeden sallıyordu. Salıncaklar gibi sallanıyordum. Ben beşikte uğullenir gibi uğulleniyordum. Bu sallanmalar, beni daha da mutlu ediyordu. Etrafımdaki her şey bana:
“Hey delikanlı! Rahatsız olma! Uyu, ne olur uyu.” Diyordu.
Yine bana:
“Sen çok küçüksün uyu. Sen çok yorgunsun uyu. Sende yılların yorgunluğu, çilesi ve ıstırabı var uyu, uyu…” diyordu. Ben de bu rehavete kapılıp müthiş bir uykunun derinliklerine dalıyordum. İnanın ki hayatımda en iyi uykularım otobüslerde geçmiştir. Bu da beni çok mutlu etmiştir. O dayalı, döşeli ve konforlu yataklarda, döşeklerde tadamadığım uykunun zevkini, otobüs koltuklarında tadıyordum. Bu ne muhteşem bir duyguydu öyle.
Uykular benim en iyi dostumdu. Benim dostça derdimi dinleyen ve derdime çare arayan uykulardı. Acılarımı unutturan uykularımdı. Beni mutluluk denizlerinde yüzdüren uykularımdı. Rüyalarla ve rüyalarımdaki kişilerle tanıştıran uykularımdı. Yüce Rabbimin bana vermiş olduğu en kıymetli nimetlerden biridir uyku. Beni dinlendiren, konuşturan ve hakikatleri daha iyi görmemi sağlayan, en derin dostumdur uykular…
Otobüsümüz, gülücükler saçıyordu yolcularına. Otobüsümüz, şoförümüz ve yolcular çok güzeldi ve iyi kalpliydiler. Herkes gideceği yere ulaşmanın planını yapıyordu. Otobüs yolculuğumu uykularımın derinliğindeki rüyalarımla süslüyordum. Uyanık olduğumda da tefekküre dalarak; ağaçları ve rengârenk çiçekleri, uçan kuşları gözlemliyordum. Onlar da yol boyunca bizlere eşlik ediyordu.
Yolu seveceksin, yolcuyu seveceksin, yaşamı seveceksin, o zaman yol seninle olur sen de yolla olursun. Sana arkadaş, sırdaş ve kardeş olur. En gizli mahremlerini ona çarsın, o da sana açar. Sohbetin dibine vurusun. Dertleşirsin, dertleştikçe de rahatlarsın. Onunla mutluluktan havalara uçarsın. O da bu sohbeti dertleşmeyi o kadar özlemiştir ki anlatamam… Günlerce, aylarca ve yıllarca dertleşeceği birini arar durur. İşte o sensin. Kıymetini iyi bil. Sakın ha bu fırsatı kaçırma!
Karşıdan gelen araçlar sizi geçmeye çalışır, durur. Her araç ulaşacağı yere kazasız belasız varmak ister. İnsan acelecidir. “Çabucak ulaşayım, varacağım yere” der. Der demesine de acelecilik kazlara davetiye çıkarır. İşte o zaman acı haber, sizden daha önce ulaşır varacağız yere. Önemli olan acele etmeden sabırla yola devam etmektir. Yol, tek şeritli olduğu için daralma olur. Araçlar sıkıştırır sizi. Araba sizi bir sallar, silkeler, o vakit korkudan tir tir titrersiniz…
Bütün yolculuklar beni tefekkür dünyasına yönlendirerek mutlu etmiştir. Ben onlarla yaşadım ve mutlu oldum. Dalmak, engin tefekkürlere dalamak ve onda kaybolmak ne güzeldir. Tefekkür, sizin en büyük dostunuzdur. Sizi kendinizle konuşturur. Mutlu olursunuz, onun derinliklerine daldıkça. Onun kollarına bırakırsınız kendinizi, otobüsün küflü dumanları arasında. Tefekkür de bir deniz gibidir. Dalgası vardır, durgunluğu vardır, coşkusu vardır ve sükûneti vardır…
Tekerlekler yuvarlanıyor, otobüsümüz hareketine devam ediyordu. Tekerlekler döndükçe düşüncelerimiz de dönüyordu. Bembeyaz kartopuna dönüyordu. Hem de bembeyaz, sigara dumanlarından arınmış olarak. Yolculuğumuz çok güzel başlamış ve güzel de devam ediyordu. Hani bir söz var ya: “Güne güzel başlayan, güzel bitirir” diye. Otobüsümüz zamana meydan okuyarak ilerliyordu. Tekerlekler korkmuyordu, önüne gelen engellerden, tümseklerden. Yollar önümüzde dürülüyordu. Asfalta ve kendisine engel olarak çıkanlara karşı meydan okuyarak ilerliyordu. Yolun derinliklerine doğru cesaretle ilerliyordu. Bu gizemli yolculukta ben ise yarı uyanık, yarı uyku halindeydim. Uyuyordum doğru. Uyanıktım o da doğru. Ben hem uyuyor hem de uyanık halde yola devam ediyordum. Hem uyuyordum, hem de etrafı gözlemliyordum. Diyeceksiniz ki “bunu nasıl başarıyorsunuz?” Bunun cevabını inan ki ben de veremiyordum. Ancak bunu ben yaşıyordum. Hem de doyasıya. Yarı uykulu olmak ve etrafı izlemek. Ne güzel duyguydu bu. Keşke bunu bilip bir tatsaydınız. Ne kadar mutlu bir duygu olduğunu o zaman anlardınız. Diyebilirim ki; “bu uykuların en güzeliydi…”
Otobüsümüz, Konya Ovasının kalbine doğru ilerliyordu. Bu ova, uçsuz, bucaksız bir ovaydı. Dünyanın en güzel ovalarından biriydi. Biz ise o ovada uçuşan mutlu birer kuştuk. Kuşlar gibi cıvıl cıvıldık. Bizimle yarışan kuşlar vardı. Otobüs uçuyor, kuşlar uçuyordu. Hep beraber uçuyorduk göğün maviliklerine, uzayın derinliklerine. İklim bahardı ve her taraf yemyeşildi. Ekinlerin aynı boyda ve yeşillikte olması muhteşemdi. Yeşil ekinlerin etrafını aynı boyda otlar sarmıştı. Ekinden farkları yoktu. Dikkatlice bakmazsanız bunu fark edemezsiniz. Hep düzlükler ve yeşil yeşil ekin tarlaları... Bu ova, her tarafı sini gibi dümdüz olan bir ovaydı. Boydan boya bir ovaydı. Bütün güzellikleri barındıran bir ovaydı. Sevgiyi, kardeşliği barındıran bir ovaydı. Burası Konya Ovası’ydı…
Konya Ovası’nın gizeminde yüzerken, kendimi birden bire otobüsle sahilin kumsallarının kucaklarında buluyordum. Denizin derinliklerinde buluyordum. Deniz vardı, dalga vardı ve uçsuz bucaksız mavilik vardı. Denizin mavisinin derinliği vardı. İşte ben bu derinliklerde yüzüyordum. Otobüs, deniz sahili boyunca ilerliyordu. Turbo sesi yine ninni söylüyordu. Benim yarı uykulu halde kalmama neden oluyordu. İyi ki de oluyordu. Otobüsümüzün tekerlekleri, kumları yaladıkça yalıyordu. Denizin masmavi suyuna dokundukça dokunuyordu. Bütün yolcularını denizin maviliğiyle muhteşem kumsalıyla baş başa bırakıyordu. Denizler, sahil ve kumsal bizi bekliyordu. Sanki günlerce yolumuzu bekliyordu. Bizim hasretimizle neredeyse yanıp kül olmuştu. Evet, bekliyordu hem de dört gözle. Geceleri ve gündüzleri hayalimizi kuruyordu. İşte beklenen an gelmişti. Kerem’in Aslı’sına kavuştuğu gibi bizde de denizimize, sahilimize ve kumsalımıza kavuşmuştuk. San ki o da özlem gideriyordu. Ben ve bütün yolcular mutluluktan uçuyorduk. Denizin dalgaları üzerimize üzerimize doğru geliyordu, hem de korkmadan. Biz ise dalgalardan korkmaksızın ilerliyorduk. Dalgaların üzerine üzerine gidiyorduk… Güneş adeta ufukta bizi bekliyordu. Batmıyordu. Batmak istemiyordu. Bizim için nöbet tutuyordu. Bu güzellikten mahrum kalmak istemiyordu. Kızıl Güneş’in bu muhteşemliği; denizi, sahili ve kumsalı (Konya Ovası’nı) büyülüyordu…
Güneş, kızıllığını ufukta bekleterek bize gönderiyordu. Güneşin kızıllığı, deniz, sahil dalgalar ve biz yolcular birbirimize karışmıştık. Hem hal olmuştuk. Gün batımında yaşadığımız bu manzara, ne kadar da muhteşemdi. Güneş inadına batmak istemiyordu. Bu anı asla kaçırmak istemiyordu. Yolculuk ise bitmek istemiyordu.
Yolculuk:
“Ne kadar uzarsam, o kadar iyi” diyordu. Bu mutluluğu kaçırmamak için elinden geleni yapıyordu. Otobüsümüz, deniz ve sahilden uzaklaşmak istemiyordu. Ben ise bu esnada başımı kaldırmak istiyorum ancak bu mutluluktan ayrılarak kaldırmak istemiyordum. Kendi kendime:
“Rabbim! Bu muhteşem güzellik ve manzara bitmek bilmesin, tükenmesin istiyorum.” Diyordum. Çünkü ömrüm boyunca böyle güzel, muhteşem bir yolculuk asla yapmamıştım. Mutluluğun kanatlarında bulmamıştım kendimi. Bu yolculuk beni cezbediyor ve içine çektikçe çekiyordu. Bu yolculuğun içinde kendimden geçmiştim adeta. Yolculuğum mutluluğun kanatlarında beni coşkuyla uçuruyordu. “Aman Allah’ım! Başımı kaldırmasam, gözlerimi ayırmasam. Bu tatlı rüyam bitsin istemiyordum. Bu tatlı rüyamın bitmemesi için Yüce Rabbime duâlar ediyordum...
Yarı uykuluyum, yarı uyanığım. Otobüs motorunun turbo sesi; şarklıların, türkülerin ve ninnilerin en güzelini söylüyordu bana. Hep onu dinledim. Bu ses hiç kesilmesin istiyorum. Bu zaman sona ermesin istiyorum…
Otobüsümüz; vadileri aşıyor, gitmediğim, adını dahi duymadığım mekânlara götürüyordu beni. Görmediğim yerleri gösteriyordu bana. Benim hissettiklerimi acaba yanımdakiler hissediyorlar mıydı? Onu da bilmiyordum. Herkesin bu mutluluğun içinde yüzdüğüne inanıyordum…
Gün batımına doğru otobüsümüz hâlâ sahilde ilerlemeye devam ediyordu. Denizin ortasındaki tarlalar, yemyeşil duran ekinler, kumsallar, sahiller ve deniz hep birbirine karışmış mutluluk içindeydiler. Gözüm tam açıldığında, boy boy uzanan yemyeşil ekin tarlaları hep gülüyordu, mutluluklar saçıyordu. Etrafımızda, dünya nimetlerinin en güzelini seyrediyorduk…
Otobüs nereye kadar giderse; “Ben de oraya kadar gideyim” diyordum. Ara sıra, otobüs ihtiyaç için mola veriyordu. Bense korkuyordum bu yaşadığım güzel anı kaybetmekten ve kaçırmaktan. Rüyamın sona ermesinden korkuyordum. Hayallerimin bitmesinden korkuyordum. O yüzden tuvalet ihtiyacımı gidermek için bile inmeye cesaret edemiyordum. İnmiyordum da. İnmek istemiyorum. Çünkü bu tatlı rüyamın bitmesinden korkuyordum. Bu güzel rüyam hâlâ devam ediyordu. Bense engin denizin maviliğinde ve denizin sahilinde mutluluklara uçuyordum…
Otobüs aniden durdu. Derken sahil, kumlar, kumsallar, deniz, yeşil ekin tarları, boy boy çayırlar ve rengârenk çiçekler, uçan kuşlar birden kayboluverdi. Ne var ki gözlerimi açtığımda soğuk beton dolu binaların beni ve bütün yolcuları kuşattığını fark ettim. Acaba burası neresiydi? Burası Konya Otogarı’ndan başak bir yer değildi. Keşke bitmesin dediğim gizemli yolculum bitmişti. Korktuğum başıma gelmişti. Yine bizleri; beton yığınları, gürültü, eksoz dumanları esir almıştı…
1993/Konya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.