- 967 Okunma
- 3 Yorum
- 1 Beğeni
DAĞ KÖYÜNDE EKİN HASADI
Çocuklarının ölümü Hacı Yusuf’u ve Aniş (Ayşe) Teyze’yi deli divaneye döndürerek yiyip bitirmişti. Yaşlı çift, dert küpüne dönmüştü. Onlar, çocuklarının vefatlarından sonra sevgilerini torunlarına vermişlerdi. Torunları onların yaşam kaynağı olmuştu. Onları çok sever, okşar öper, korur ve yanından ayırmazlardı. Aniş Teyze 1983’te vefat etmiştir. Kocası Hacı Yusuf ise 1987’de vefat etmiştir
Hacı Yusuf; orta boylu geniş alınlı kırmızı benizli takma dişi olan biriydi. Takma dişinden dolayı konuşurken bazı sözcükleri yuvarlardı ağzından. Yüzü daima güleçti. Çocukları çok severdi. Büyükle büyük, gençle genç, çocukla çocuk olurdu. Kalın, siyah uzunca bir paltosu vardı. Paltosu diz kapaklarından aşağıya kadar inerdi. Gözlüğünün camları kalıncaydı. Çevresinde Deli Yusuf olarak nam yapmıştır ve öyle tanınmaktadır. Onun harbi harbi konuşmalarından dolayı köylü ona Deli Yusuf demişti. Hac farzını eda ettikten sonrada, Hacı Yusuf lakabı onun için daha çok kullanılmaya başlanmıştır. O, köyünde dokuz sene muhtarlık yapmış, köyün saygın şahsiyetlerinden biriydi. Hacı Yusuf’un hanımı Ayşe (Aniş) Teyze, çok dertli ve çilekeş bir kadındı. Uzun boylu, kırmızı yanaklı uzun boylu bir hanım teyzeydi. Kırmızıya çalan bir entari vardı. O, hep entari giyerdi. Başörtüsünü hiç çıkarmazdı. Akrabalarını çok severdi ve onlara sık sık ziyarete giderdi.
Anadolu’nun dağlık yerlerinde hasat bambaşkaydı. Anlatılacak olan hasat, ekin tarlalarındaki buğday hasadıydı. Dağ köylerinde 1980 ve 1990 yılları arası işlenen ırgatlık unutulamazdı. Hele o zamanlarda çocukluğunuzu yaşıyorsanız, tarla ve ekin ile iç içeyseniz, bu sizin için daha da bir anlam kazanmaktadır.
Yaşlı çiftin bakmakta olduğu beş yetim çocuk, bir de dul gelinleri vardı. Hayat devam ediyordu. Günler, aylar ve yıllar çabuk geçiyordu. Büyümez denilen yetim çocuklar büyüyordu. Bu yetim çocuklardan erkeklerin en büyüğüne dedesi vefat eden oğlunun adını koydu. Dursun askere gidiyordu. Anadolu’da ölen çocukların adı yaşasın diye yeni doğan çocuklara verilirdi. Hemen akabinde Veysel de askere gidiyordu. Bu arada Hacı Yusuf ve Aniş Teyze daha da yaşlanmıştı. Dağlık bir köyde yaşayan Hacı Yusuf ailesi, elindeki birkaç tarlayı ekerek, un ve bulgur ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorlardı.
Tarlalara ekilen buğdayların hasat zamanı gelmişti. Beş yaşındaki erkek çocuğu İdris, on iki yaşına gelmişti. Hacı Yusuf ise seksenine merdiven dayamıştı. Kendisi ihtiyar bir delikanlıdır. Irgatlık ve harman zamanında, herkes kendi işine ancak bakabilirdi. Başkasının işine bakmak, başkasına iş görmek nereyse imkânsızdı. Hasat zamanı kaptı kaçtı zamanıdır. Herkes kendi işini bir an önce bitirmek için uğraşır, didinirdi. Hasat zamanında herkes ter gön içinde kalır, harıl harıl durmandan çalışırdı. Bu günlerde ırgat bulmak istesiniz de bulamazsınız. Zaten Hacı Yusuf ailesinin ücretle adam (ırgat) çalıştıracak imkânı da yoktur.
Irgatlık için sabah erkenden yola koyulanlar arasında hacı Yusuf, torunu İdris ve gelini Fadik de vardı. Yola çıkanlar, kağnılara, eşeklere ve nadiren de traktörlere binerek ekin tarlalarına ulaşırlardı. Köylüler, ekinlerini bir an önce biçmek için uğraşırdı. Köy arazisi dağlık ve engebeliydi. Biçer henüz buralara gelmemişti. Zaten biçerin biçeceği tarla da pek bulunmazdı dağ köyünde. Engebeler, dağlar vadiler araziyi esir almıştı. Bu arazilerde Ekinler ya orakla ya da tırpanla biçilirdi. Bunun dışında ekin hasadı yapılmazdı bu dağlık köyde…
Tarlalardan hasadı kaldırmak bilek gücüne dayanırdı. Adamın çok ise işlerin yolundadır. Orak ve tırpanlarla ekinler biçilir sonra deste yapılırdı. Ekin tırpanla iki türlü biçilirdi. Birisi zıva ile diğeri ise süpürge yapılarak bacakla biçilme şekliydi. Meşe şıvgınlarından ya da çıtlık otlarından bağlanarak süpürge yapılırdı. İplerle güzelce bağlanan süpürge, ayağa takılır ve ekin hemen biçilmeye başlanırdı. Ziva dediğimiz ekin biçme şeklinde süpürge yoktu. Sadece tırpanı önünüzdeki ekine sallarsınız, ekinler de kesilerek önünüze yığılır, sonra bu kesilen ekinler orak (kalıç) ile deste yapılırdı. Yapılan desteler, çatal denilen ağaçtan yapılmış aletle taşınır ve traktörlerin yaklaşabileceği yere yığın yapılırdı. Yığınlar piramide benzerdi ve tepesi sivriydi. Öyle güzel yığılırdı ki yağmur suyu yığının iç tarafına işlemezdi.
Anadolu’nun belirli yerlerinde oraklara kalıç derler. Kalıçlarla biçerken (yolarken) ekinler köküyle çıkardı. Ekinin bir kısmı köklerinden saçaklarıyla çıkardı. Köklerindeki saçaklarda kalan topraklara kalıçla vurarak onları arındırmak gerekirdi. Ekinlerin köklerindeki saçaklardan kalkan tozlar, rüzgârın etkisiyle gözlerinize kurşun gibi süzülerek gelirdi. Bu durumda adeta gözleriniz görmez olurdu. Gözlerinizi ovuşturursunuz, ovuşturdukça da göz çanaklarınız kanlanır, kanlanırdı. Ekin yolma terimi Anadolu’da sık sık kullanılmaktaydı. Ekini biçme ve hasat etme anlamlarına gelmektedir. “Yarın tarlaya yolmaya gideceğiz”, “Sizin yolma bitmedi mi?” “Biz, yolmayı bitirdik” gibi cümleler kullanılırdı. Ekinlerin kağnı ve traktörle harman yerine getirilmesine “Sap Çekme” denilirdi. “Sapı getirdik. Sapı çektiniz mi? Sapı ne zaman çekeceksiniz? Bu kadar sapı nasıl çekeceksiniz? Bu sap kağnıyla çekmekle bitmez” gibi cümleler yaygın olarak kullanılırdı…
Ekin yolarken, ırgatlar belirli bir sürüm tutarlardı. Bu sürümde herkes, aynı hizada olmak zorundaydı. Sürümden geride kalan ırgatlara yardım edilirdi. Böylece tarladaki ekinlerin çabuk yolunması sağlanırdı. Koskoca tarla ufacık kalıçlarla hiç biter miydi? Hele de çocuksanız, gençseniz gözünüzde sürüm ve tarla büyüdükçe büyürdü. Usanırsınız ancak çalışmazsanız o da olmazdı. Benim gözüme tarla ve sürüm büyürdü ve usanırdım. Kendi kendime şöyle derdim: “Bu tarla, bu gidişle bir ayda bitmez.” Çocukluğumun verdiği bıkkınlık ve usangınlık, bana tarlanın hiç bitmeyecekmiş gibi olmasına neden olurdu.
Sürüm uzadıkça uzuyor, tarla da büyüdükçe büyüyordu. Göz çanaklarım küçülüyordu. Her ırgat, yanındaki ile öyle koyu bir sohbete dalıyordu ki biz çocuklar umurlarında bile değildi. Irgatlar, hem ekini yoluyorlar hem de sohbetin en koyusunu yapıyorlardı. Bu sırada, işi nasıl gördüklerini, işin nasıl ilerlediğinin farkında bile değillerdi. Öyle heyecanlı, öyle zevkli ve istekli işlerine koyuluyorlardı ki anlatamam. İçlerinden bazıları; ilahi, türkü, şarkı ve ninni söylüyordu. Bitmez, tükenmez sanılan büyük kocaman tarlalar, azmin ve kararlılığın elinden kaçamıyor ve eriyerek bitiveriyordu. İkindi çayının tadına doyum olmazdı. Çayın yanında bir de çökelikli dürüm yapardık yedikçe yerdik. Suyu da içtikçe içerdik. Yediğimiz yavan ekmeğin bile tadı başkaydı.
Yağız buğday tarlaları adamı aşan boyuyla; kalıçlara, oraklara ve tırpanlara meydan okuyordu. Bu ekin tarlarının hakkından yine de keskin tırpanlar geliyordu. Tırpan çok keskin olmalı. Tırpanı güzelce ya dişeyeceksiniz ya da dişeteceksiniz.
Annem, dedem ve ben; adam boyu, püsküllü ve taneleri iri mi desem iri olan buğday tarlamıza sabah erkenden ulaştık. Ekin boyluydu ve de müthişti. Efil efil esiyor ve uğulleniyordu. Yerine gelmişken buğday başağıyla ilgili Kur’an’ı Kerim’de güzel bir misal anlatılır. Konu ile ilgili olarak: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Bakara, 261.) Bir buğday tanesi yedi başak verir, her bir başakta ise yüz buğday tanesi vardır. Bir buğday tanesi yedi yüz buğday tanesi olarak geri dönerdi. İşte sevap işleyen, sadaka veren kişilerin durumları da böyleydi. Bir sadakaya karşılık Yüce Rabbimiz yedi yüz misli sevap vermektedir. Bu ne müthiş bir mükâfattı, inanan Müslümanlar için.
Biz tekrar tarlaya, hasata dönelim. Bir ihtiyar, bir dul kadın ve de yanlarında on veya on iki yaşlarında yetim bir çocuk ırgatlığı nasıl işleyeceklerdi? Ekini köydeki harman yerine nasıl taşıyacaklardı? Harmanı bunlar nasıl kaldıracaklardı? Kağnı ile sapı nasıl çekeceklerdi? Düveni nasıl süreceklerdi? Höbeği yabaltı ile nasıl savuracaklardı? Çeçi nasıl çıkaracaklardı? Çıkan samanı nasıl taşıyacaklardı? Samanı samanlığa nasıl yerleştireceklerdi? Bunlar, geçgere ile saman taşıyabilirler miydi? Seklemlenen buğdayları hazın damına nasıl taşıyacaklardı? Bu üç çaresiz kişi ne yapabilirdi? Komşular, ekinlerini harıl harıl biçiyorlardı. Neredeyse ırgatlığı bitirmek üzereydiler. Bu gariplerin işi ise hâlâ devam ediyordu.
Hacı Yusuf, gözleri pek görmese de tırpanı güzel dişerdi. Yaşlılığı nedeniyle gözlerinin iyi görememesi, tırpanı dişemesine engel oluyordu. Tırpanı dişemek demek, tırpanı keskinleştirmek ve ekini biçmeye hazır hale getirmek demektir. Bunun için de örs ve çekiçten oluşan demir aletler kullanılıyordu. Bu iki gereçle tırpan dişenirdi. Sonra süpürge iyice bağlanırdı. Bunun erbabı olmayanlar, bu işi yapamazlar. Bu da ustalık gerektiren bir işti.
Hacı Yusuf keskin tırpanı alır, tarlada iki bacak biçtikten sonra yorulur ve kerpeden düşerdi. Nefes nefese kalırdı. Hemen bir bardak buz gibi su isterdi. Bu esnada alnından terler yürürdü. Alın teriyle çalışmak bu olsa gerekti. Sonra bana:
“Oğlum! Tırpanı ve süpürgeyi al da sen biç” derdi. On veya on iki yaşındaki bir çocuk ne kadar ekin biçebilirdi? Tırpanı kaldırmakta zorlanıyordu. İki bacak biçmek demek; biçerek ortaya iki ekin destesi çıkarmak demektir. Hacı Yusuf’un torunu tırpanı eline alır ve biçmeye başlardı. Zayıf ve çelimsiz kolları ve bacaklarıyla ancak iki bacak gidebilirdi. Ekin çok yiğindi. O da bu çalışmaya dayanamazdı. Gücü yetmiyordu tırpana. Dede Hacı Yusuf soluklandıktan sonra tırpanı tekrar alır ve birkaç bacak daha biçerdi. Yine ter alnından sicim gibi inmeye başlardı. Temmuz ayının kavurucu sıcağı yaktıkça yakardı. Hemen tırpanı bırakır ve:
“Oğlum! Al şu tırpanı birkaç bacak da sen biç” derdi.
Sonra:
“Oğlum! Su getir de içeyim, babanın canı için” derdi. “Bismillah” deyip buz gibi suyu içtikten sonra:
“Elhamdülillah! Oğlum! Su gibi aziz ol” derdi. Çocuğun annesi ise tarlada tırmık çeker, ekin kellesi toplardı. Tırmık çekme sabır isteyen zor bir işti. Zıvaya biçilen ekinlerin destesini de yapardı. Usanmadan, bıkmadan tarladaki ekinlerin kellelerini tek tek toplardı. Tabi ki bu meşakkatli bir işti. Ayrıca ihtiyarın ve küçük çocuğun yemeklerini hazırlar ve çeşmeden buz gibi sularını da getirirdi…
Çocuk usandıkça usanırdı. Oyun oynamak isterdi. Ne de olsa o bir oyun çocuğuydu. Ekin, sarp dağlar gibi ihtiyara ve çocuğa geçit vermezdi. Dedesi torununu usandırmamak için elinden gelen her şeyi yapardı. Çocuk oyun oynamak isterdi ancak oynayamazdı. Gezmek dolaşmak isterdi ancak gezip dolaşamazdı. Arkadaşlarıyla oynamak isterdi ancak oynayamazdı. O, tarlada temmuz ayının kavurucu sıcağında yandıkça yanardı. Çocuk bu kavurucu sıcağa rağmen cılız kolları, fersiz bedeniyle çalışmak, tırpan biçmek ve deste çekmek zorundaydı. Ayrıca desteleri yığına kadar iletir dedesi ise yığına yerleştirirdi. Deste çekerken ekinin tozları çocuğu yakardı. Bu yüzden boyunu ve gözleri kıpkırmızı olmuştu. Ekin kılçıkları ise bütün bedenine batardı. Çorakları ve pantolonu bıtraklarala dolup taşardı. Bıtıraklar, insana bir iğne gibi batar. Bu çelimsiz yavrunun sönük gözlerinde günler, aylara; aylar da yıllara dönerdi…
Hacı Yusuf, tırpan köreldi mi onu keskinleştirmek için:
“Oğlum! Örs ve çekici getir de tırpanı güzelce dişeyelim ya da dişetelim” derdi. Kendisinin gözleri iyice görmediği için:
“Oğlum! Tırpanı, örs ve çekici al yanıma otur” derdi. Tırpanı sapından çıkararak örsün üzerine koyardı. Şöyle bir bakardı ve:
“Oğlum! Sen bunu şimdilik dişeyemezsin. Benim de gözlerim iyi görmüyor. Bende dişeyemem. Tırpanı al, komşu tarladaki Ellez (İlyas) amcana götür de dişesin” derdi. Ellez, altmış yaşlarında, ince ve zayıf bedenli biriydi. Kendisi Yörük’tü. Hayvancılık yaparlardı. Çocukluğu dağlarda ve obalarda geçmişti. Çokça davar ve mal gütmüştü. Çadırlarda yaşamıştı. Kendisi Adana’dan geldiklerini söylerdi. Develeri varmış, obadan obaya sulak ve otlaklık yerlere göç ederek çadır kurarlarmış.
Küçük İdris tırpanı alır ve komşunun tarlasına doğru koşardı. Tırpanın sapsız boyu neredeyse İdris’in boyu kadar vardı. Komşu Ellez, yorgun argın olarak ardıcın gölgesine oturmuş duruyordu. Belli ki o da yorgunluktan nefesleniyordu. O, kıraran saçları, buruşmuş yüzleri ve küçülmüş gözleri ile tırpana şöyle bir bakarak süzdü. Sigarasının tütününü, tabağından çıkarmış hay hay sigara sarmaya çalışıyordu. İdris’i görünce:
“Gel oğlum! Otur yanıma, çay iç” dedi. Ardıç gölgesinin yanında demlenen çayın buharı ta uzaktan belli oluyordu. Ellez Baba gırtlama şeker ile çay içerdi. Bir çaydan çeker, bir de şekeri gırtlatırdı. Bundan büyük zevk alırdı. Çayı ve sigarayı çok severdi. Çayın en demlisini içerdi. Sigarasın dumanı ise tepesinden çıkardı. O:
“İdris oğlum! Ver bakayım şu tırpanı” dedi. İdris’in elinden tırpanı alan Ellez Baba, örs ve çekiciyle tırpanı çok güzel bir şekilde dişeyerek keskinleştirdi. O, oturduğu yerden bir ayağı ile tırpanın ucundan kaldırarak destek verir ve tırpanı gazelce dişerdi. Çok ince bir işti tırpanı dişemek. Her insan, tırpan dişeyemezdi. Ellez Baba’nın dişemesiyle tırpan, o kadar keskinleşmişti ki elinizi tırpanın ağzına dokunsanız cızadan keserdi. Tırpanın ağzı fare dişi gibi olmuştu…
İdris, dişenmiş tırpanı alarak ihtiyar Hacı Yusuf’un yanına getirdi. Hacı Yusuf, bu esnada gölgelikte iyice uyuyarak dinlenmişti. Torunu İdris’in geldiğini fark etti ve hemen doğruldu yattığı yerden ve:
“Getir bakalım oğlum” dedi. Tırpanı eline aldı ve ekinin başına vardı ve ekini biçmeye başladı. Tırpan çok güzel kesiyordu ekinleri. Yine birkaç bacak biçtikten sonra:
“Al oğlum! Birkaç bacak da sen biç” dedi ve tırpanı torununa verdi. Çocuk da birkaç bacak biçti. Çalışana dağ dayanmazdı. Koca tarla, azmin ve kararlılığın karşısında ihtiyar Hacı Yusuf ve torununun elleri arasında kayboluyordu. Çalışmanın ve azmin elinden hiçbir şey kaçamazdı. Onlar, başkalarına ihtiyaç duymada ve muhanete muhtaç olmadan ekin hasadını gerçekleştirdiler. Bütün tarlalarını böyle bir bir bitirileceklerdi. “Geç olsun ama güç olmasın” dediler. Her zorluktan sonra bir kolaylığın olduğu, bu hasat zamanında daha da anlaşılmıştı.
Ekin tarlası biçildikten sonra deste çekimi vardı. Hacı Yusuf yığın dikilecek yeri tespit etti. Torunu, gücünün yettiği kadar ekini çatalın arasına sıkıştırarak, beli fiş fiş eğilerek yığın yapılan yere doğru getirdi. Dedesi:
“Oğlum! Şöyle koy, şuraya koy” diye tarif ederdi. Torunu İdris desteyi getirir, dedesi de yığına yerleştirirdi. Anne ise tırmık çekmeye devama ederdi. Yığın da dikildikten sonra bu tarlanın işi bitmişti. Artık diğer tarlaya ekin biçmek için geçebilirlerdi. Her tarla, bu şekilde tamamlanırdı. Onlar, bütün tarlalarının ekin hasadını böylece tamamlamışlardı. Dağ köyünde hasadın zorluğunu ancak yaşayanlar bilir. Emek ve alın terinin önünde bütün işler eğilir. Yaşlı Hacı Yusuf, ufacık torunu İdris ve gelini Fadik; azmin, çalışkanlığın ve sabrın sayesinde ırgatlığı bitirmişlerdi. Dağ köyünde hasadın nasıl yapıldığını herkese göstermişlerdi. Sırada ekini harman yerine çekme ve harman zamanı vardı…
27.01.2020
Karahacılı Köyü
Çekerek