- 380 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bencilin aşkı da bir işgaldir
“Önceden, sevdiğim herşeyi tüketiyordum, harcıyordum, kullanıyordum, zorla ele geçiriyordum. Seviyordum ama başkalarına alan bırakmıyordum. Kendi varoluş ve sevme biçimlerine izin vermiyordum. Onları aşkla istila ediyordum, kendi alanlarını dikkate bile almadan. Ve böyle çok sevdiğime inanarak, onların beni yeterince sevmediğini zannediyordum. Aynı aşırılıkla sevilmek istiyordum.” Fabio Volo, Bir Ömürdür Seni Bekliyorum’dan…
Ne kadar da düşkünsünüz zatınıza. Muhabbetiniz bile bir ihsan. Hediyelere boğmuşsunuz dünyayı varolarak. Sevdiğiniz herşey ‘siz onları sevdiğiniz için’ var sanki. O kadar memnunsunuz kendinizden. Bir ‘acaba’nız bile yok kararlarınızdan. Yanılmış olma ihtimaline açık kapıların anahtarları kayıp. İblis kadar düşkünsünüz onlara ve küskünsünüz tevbeye. Kulluğun ilk taşı çoktan yere devrilmiş. Gayba iman etmeyi bırakmışsınız. Yani? Öteye. Dışınızdaki doğruya. Çünkü size sizden ötede bir gayb kalmamış. Her yer ‘siz’ olmuş. Her yer istilanız altında. Her yeriniz ene. ‘Anlamaya çalışmak’ diye birşey yok. ‘Anlaşılmamak’ diye birşey var. “Bir ben vardır benden içeri!” denilmez sizde elbette. Kabuğunuz ta kendinizdir çünkü.
Daha çok var olmak istiyorsunuz. Daha çok dinlenilmek, duyulmak, dikkate alınmak. Daha çok anılmak var kanınızda. Bencilin aşkı da bir işgaldir. Eğer bilinmemişseniz, farkedilmemekten, kıymetiniz bilinmemekten, muhataplarınızın körlüğünden. ‘Bilinmeye değmez’ söz çıkmaz yoksa ağzınızdan.Tevazu ile değil dünyaya bakışınız. Dünya size yaslı arızî bir vücud sanki. Sizin için var, sizden dolayı var, siz görünürseniz var, sizi gösterirse var, siz gösterirseniz var, sizinle var. Aynanızda yansıyan aynanızı baştan çıkarmış. Sizi göstermeyen dünya ile de, renk ile de, ekran ile de, toplum ile de, sevda ile de başınız hoş değil. “Benimle ilgilenmiyorlar!” diyorsunuz sürekli. Haklısınız. Çünkü dünya hakikaten ‘ben’inizle ilgilenmiyor. Arşimed’in dünyayı yerinden oynatmak için aradığı dayanak noktası, ama söylemek zorundayım, siz değilsiniz. Evren Hüdabin ama siz Hodbinsiniz.
Yazar bence şurada tam da sizi anlatmış: “(…) ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde (…) sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer; sonra sâir insanları, hatta esbabı (…) Hatta, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdâhale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.”
Kaçınılmaz bir tevazudur insanın varlığı. Vazedildiği gibi kalmaktır. Aslolmadığı için hiçbir şeyde ve yerde, yalnız ayna kaldığı için yani, tevazudan başka kaçarı yoktur. Allah karşısında mahlukatın doğal halidir tezellül, ekstra bir tavır değil, ikram değil. Bununla ikinci bir niyet, bir kurgu takva, kurgusal bir tavır sergileyip ‘fıtrî ahvalini öldürmüş’ olmaz. Fakat; eğer iyilik namına yaptıkların ‘zaten canının istedikleri’ değilse ve sana iyilik yaptığın söylendiğinde “Olması gereken değil miydi bu?” demiyorsan; yahut karşında heyecandan titreyen birisini gördüğünde, fıtratının saflığı ismet derecesinde olan Aleyhissalatuvesselam gibi “Titremene lüzum yok, ben kral değilim, Kureyşli kuru et yiyen bir kadının oğluyum!” diyecek doğallık, yani ‘olduğun gibi olma hali’ sende yoksa; yazık.
Eğer fıtratına dönsen, tevazuu tam bulursun, tevazuun ne olduğunu da unutarak. Tarık-ı Nakşibendî’de dedikleri gibi, ‘terk-i terk’tir fıtrata dönüş. Yani dönüp geldiğin tasannuları, ‘mış gibi’ yaşamları, takındığın maskeleri, terkettiklerini de terkedersin/unutursun. Öyle ki, neyi terkettiğini hatırlatsalar, o zaten kurgusal/sonradan olduğundan fıtratından gelen bir çığlıkla karşı koyarsın: “Ey cemaat! Her zaman nasıl konuşuyorsanız, öyle konuşun! Şeytan sizi saptırmasın! Ben Abdullah’ın oğlu Muhammed’im. Ben Allah’ın kulu ve Rasulüyüm. Vallahi! Sizin beni bulunduğum derecenin üzerine çıkarmanızı sevmem.”
Dünyadaki varoluşun öyle yük olur gibi değil ‘daha az yer tutmak’ üzerine. Çünkü aslolanın sen olmadığını, senin birşeylere işaret etmek için, dolayısıyla varolduğunu biliyorsun. Elhamdülillah. Nebevî miras bunu öğretiyor bize. Kur’an-ı Hakîm’de geçen, Bediüzzaman’ın da bir ayete (Rabbinin nimetlerini durmayıp söyle!) atıfla andığı ‘tahdis-i nimet’ denilen şey bu zaten. Olduğu gibi göstermek herşeyi. Üstlenmeden, ama inkar da etmeden, yani ki işgal etmeden, ‘benim olsun’ ve ‘yalnız benle olsun’ demeden, ‘ben’ine mal etmeden, kendinde bitirmeden.
Ne yükünü yüklenmek dünyanın sırtına, ne de dünyanın sırtında yük olmak, arızî olana yakışan varoluş budur aslında. Aynadaki görüntüye yakışan budur. Kendini detaylaştırmaktır. Böylelikle nefsinin baskısından kurtulmak ve başkalarını da kurtarmaktır. Birşey daha diyeceğim yazıyı bitirdikten sonra da düşünmeye devam edersin diye: Bediüzzaman neden şirk ve günahlar hakkında ‘mahlukatın hukukuna tecavüz’ ifadesini sık kullanıyor hiç düşündün mü? Böylesi bir yaşayış bir ‘zorla ele geçirmek’ veya ‘sevmek ama başkalarına alan bırakmamak’ veya ‘aşkla istila etmek’ şeklinde olduğu için olabilir mi? Kendi günahlarıma bakınca ‘olabilir’ diye düşünüyorum. Çünkü her günahımda kendi irademi, rengimi, seçimlerimi, kısıtlılığımı veya kusurlarımı varlığın başına balyoz gibi indirdiğimi görüyorum. Onları böyle olmaya ben zorluyorum. Yoksa öyle değiller.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.