- 406 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
EVLADIM KÖYÜNÜZÜN EKMEĞİNİ ÇOK YEDİM
Sıcak bir ağustos ayıydı. Sıcaklıktan insanlar bunalıyor, buram buram terliyordu. Bu sıcak ziyadesiyle beni de etkiliyordu. Alnımdan yanaklarıma akan ter damlaları ağzıma kadar ulaşıyor, vücudumun tuz oranını artırıyordu. Bu sıcak havada yumurtayı yere bıraksanız, sıcaktan hemen pişerdi.
Yeğenimim Mustafa’nın kolu, İmam Hatip Lisesi’nde okurken okulda yapılan futbol maçın kırılmıştı. Mustafa; uzun boylu, esmer, karakaşlı ve kara gözlü bir gençti. Elinden her iş gelirdi. Tuttuğunu koparırdı. Ekmeğini taştan çıkarırdı. Mustafa, kolundaki kırık yüzenden birkaç ortopedi doktoruna görünmüş ayrıca, bölgesel sınıkçılara da gitmişti. Resmi işlemlerin yapımında sağlık güvencesinin olması gerekiyordu. Yeğenimin sağlık sigortası yoktu, bu yüzden yeşil kart çıkarması gerekiyordu. Sağlık güvencesinden böylece faydalanabilecekti. Yeşil kart çıkarma başlı başına işkenceydi. Bu evrakı almak için sizi oradan oraya koşturup duruyorlardı.
Çekerek ilçesi, nüfusu az olan bir şehirdi. Etrafı dağlalar çevrili olan ilçe ılıman bir iklime sahipti. Çok yakınından Çekerek ırmağı akıyordu. Sizin anlayacağınız sırtını bu ırmağa yaslamıştı şirin ilçe. İlçe kenarındaki arazilerden bereket fışkırıyordu. Çeşitle sebze ve meyve mevcuttu. Yetişen ürünlerin en meşhuru da şeker pancarı ve soğandı.
Beyaz bir Reno-19 arabamız vardı. Ben bu arabaya beyaz diş diyordum. Zor zamanlarımızın dostuydu. Sıcak yaz yününde, Çekerek ilçesinde yeşil kart işlemleri yaptırmak için arabamızla yola koyulduk. Arabamızda; Mustafa, ben ve Mustafa’nın annesi yengem vardı. İlçede yapılması gereken işlemleri yapıp akşama köyümüze dönmek istiyorduk.
İlçede yeşil kart ile ilgili yapılması gereken bütün işlemleri yaptık sadece jandarma karakoluna gidip bir evrakı oraya teslim edecektik. Jandarma karakolu baraj tarafında şehir merkezinden biraz uzak yerdeydi. Bir tepenin yüzeyine kurulan karakol güzel manzaralı yerdeydi. Şehir merkezinden jandarma karakoluna doğru hareket ettik. Arabamızı Jandarma karakolunun iki yüz metre yakınına yaklaştırıp durdurdum ve oraya park ettim. Arabanın park edildiği güzergâhtaki yollar olabildiğince bozuktu. Yollardaki tümsekler çocuk mezarına dönmüştü. Yeğenim arabadan indi evrakları alıp Jandarma karakoluna doğru yürümeye başladı. Ben ve yengem arabanın gölgesinde yeğenim Mustafa’yı beklemeye başladık.
Arabanın camlarını açıyordum lakin arabadaki sıcaklığı bir türlü düşüremiyordum. Arabanın içindeki sıcaklık kırk beş, elli derece civarındaydı. Dışarının sıcaklığının da ondan kalır tarafı yoktu. Bu sıcaklık, insanın ateşinin yükselmesi gibi arabanın da ateşini yükseltiyordu. Biz terliyoruz, bizimle araba da terliyordu. Gözlerimizin önü, sıcaktan karınca karınca oluyordu. Uzaklara baktıkça dalga dalga yayılıyordu. Bütün canlılar sıcaktan kaçıp gölge ve su arıyordu. Canlılar; “Su, su, su…” diye ağızlarını açıp duruyordu. Ot, çöp vb. hep su istiyordu. Toprak sıcaktan cayır cayır yanıyordu. Bu sıcaklığa rağmen sokaklarda oynayan çocuklara ne demeli? Oradan orya koşmaları bağrımları ve çağırmaları hiç eksik olmuyordu. Ağacın yeşil yapraklarının arasına gizlenen kuşların cıvıl cıvıl sesleri kulaklarımıza kadar geliyordu. Yakınımızdaki bahçeler yeşil yeşildi. Sıcaktan ağaç yapraklarının boyunlarını büküp sallandıklarına şahit olduk. Bahçelerde genelde; kiraz, vişne, ayva, elam, kayısı, erik, şeftali armut vb. ağaçlar mevcuttu. Tabi meyve vermeyen ağaçlar da vardı. Bu ağaçların yeşilliği etrafa neşe katıyordu. Sıcaklığa meydan okurcasına ayakta duruyordu. Kuşların böceklerin karıncaların sığınağı olmuştu bu ağaçlar. Kuşlar da ağızlarını açmıştı sıcaklıktan. Sıcaklık beyinlerine işliyordu. Bu arada saat, öğle sonu on dört ile on beş arasında seyrediyordu. Bu vakitler sıcaklığın zirvede olan vakitti. Hava sıcaklığı bizi o kadar bunaltıyordu ki…
Arabamıza yirmi metre yakınlığında ve arabamızın önünde iki delikanlının itiş kakış yaptıklarını gördüm. Küfürlü sözler ve bağrışmalar devam etti. Sonra kavga yapmaya tutuştular. Kavga yapanlardan biri uzun boylu, zayıf ve esmerdi. Bu genç, kolsuz bir tişört giyiyordu. Diğeri genç, ondan daha kısa boylu ama omuzları genişçeydi. Siyah saçları, tombul yüzleri onu çok tatlı ve sevimli gösteriyordu. Bu genç delikanlıda da bir tişört vardı ancak bunun kolları ve omuzları daha açıktı.
İtiş kakış yaparak kavgaya tutuşan genler; birden bire birbirlerine tekme, tokat vurmaya başladılar. Bağrışmalar ve küfürler havada uçuşuyordu. Yengem ve ben sanki sinemada dövüş filmi izler gibi onları izliyorduk. Sahne aynen böyleydi. Olay bütün sıcaklığı ile gözlerimizin önünde cereyan ediyordu. Şaka değildi her şey gerçekti. Biz de insanlık, bir acıma ve merhamet hissi vardı. Onların bu acımasız kavgalarına seyirci kalamazdık. Bu yapılan kavgayı sona erdirmeye çalışacaktık. Ama bunu nasıl yapacaktık?
Uzun boylu, zayıf delikanlı kendisinden küçük tombul çocuğu öyle bir dövüyordu ki… Küçük ise kendisini döven gencin üzerine ısrarla atlamak istiyordu. Uzun boylu genç, merhametinden diğerine vurmak istemiyordu. Yakasını tutup sıkıyor, merhametinden tekrar bırakıyordu. Küçük tombul gencin küfürleri ve ısrarlı saldırıları, uzun boylu genci tahrik ediyor ve çileden çıkarıyordu. Canı yanan uzun boylu genç de ona vurdukça vuruyordu. Diğeri de direndikçe direniyordu. Bu durum bitmek tükenmek bilmeyen bir kavga haline dönüşmüştü. Küçük tombul olan genç:
“Kavgayı bırakıp da evime gideyim. Benim gücüm yetmiyor.” Demiyordu.
Bu duruma dayanamadım yengeme:
“Sen arabada otur. Ben gideyim şu delikanlıların kavgasını ayırayım” dedim.
O da:
“Tamam, abi” dedi.
Ben, arabadan çıktım ve kavga eden gençlerin yanlarına vardım. Sopa yiyen çocuğa o kadar acımıştım ki onun daha fazla dövülmesine, ezilmesine tahammül edemezdim. Onu, diğer çocuğun elinden kurtaracaktım.
Gençlere:
“Bakın gençler! Kava size hiç yakışıyor mu? Kavga yapmayı bırakın.” dedim. Kavgadan onları ayırmak için onca dil döktüm, nasihat ettim ama nafile. Benim sözlerim kulaklarına hiç ulaşmıyordu onların. Hava da kuş gibi uçup gidiyor, duman gibi dağılıyordu…
Laftan anlamayan gençleri fiili müdahale ederek ayırmaya karar verdim. Yaklaştım ve onları ayırmak için mücadele veriyordum ama bunda bayağı zorlanıyordum. Onları ayırarak birbirlerinden uzaklaştırmaya çalışırken; sopa yiyen, ağzı ve burnu kan revan içinde olan tombul çocuk benim sırtımı öyle bir ısırdı ki… Ömrümde böyle acı veren bir ısırıkla karşılaşmamıştım. Sanki sırtımdan bir parça kopmuştu. Canım o kadar yanıp acıdı ki…
Hani derler ya:
“Kavgada sopayı aracı yer.” Diye.
Ben canımın acısıyla o ısıran gence:
“Terbiyesiz! Ben, sen sopa yiyorsun diye, risk alıp sizi ayırmaya çalışıyorum, sen ise utanmadan beni ısırıyorsun.” dedim ve ona kızarak iteledim.
Risk alarak ve büyük çaba göstererek kavgayı sona erdirmiştim. Uzun boylu, ceylan gözlü kavga yapan genç benim nasihatimi dinleyip kavgayı sona erdirip bir kenara çekildi ve olduğu yere oturdu. Dövüşmekten bitap düşmüş ayakta duracak dermanı da kalmamıştı. Bu gencin tişörtü ve atleti yırtılmıştı. Omuzları, boynu ve kolları kan revan içindeydi. Dayak yiyen çocuk ise yediği dayağa rağmen saldırmak için kendini tutamıyordu. Sopa yiyen, ufak boylu, şişman ve tombul genç, diğerini öyle ısırıklara boğmuştu ki diğer gencin her tarafı yara bere içinde kalmıştı. Isırılan yerlerden kanlar akıyordu…
Sopa yiyen genç, birden hızla kavga yerinden uzaklaşmaya başladı. Bu arada tehditler savurmaya, küfürler etmeye devam ediyordu. Bizden uzaklaşınca başladı bizi taşlamaya. Eline ne geçerse, bize doğru fırlatıyordu. Büyük, küçük taş demeden bize fırlatıyordu. Evleri de pek uzak yerde değildi.
Biz:
“Sopa yiyen çocuk, kavgayı bıraktı evine gidiyor.” diye düşünmeye başlamıştık.
Sopa yiyen genç:
“Attığım taşlarla karşıdakiler yaralanır, ölür…” diye hiç korkmuyordu. Attıkları taşlar, yağmur gibi üzerimize sağanak sağanak yağıyordu…
Karşımızda jandarma kulübesi önünde nöbet tutan jandarma, bütün bu olayları görüyor ve izliyordu ama nedense müdahale etmiyordu. Bizi taşlayan çocuk bizlere tehditler savurarak evine doğru koştukça koşuyordu. Bir yandan da bizi ve arabayı taşlamaya devam ediyordu. Ben, bu arabayı dişimden ve tırnağımdan artırarak almıştım. Ben tek maaşla çalışan bir memurdum. Bu günün şartlarında bir ev, bir araba almanın ne kadar zor olduğunu varın siz düşünün. Elimde mal varlığım olarak tek bir arabam vardı ve ona zarar gelsin istemiyordum…
Ben bizi taşlayan delikanlıya:
“Delikanlı bizi niçin taşlıyorsun? Ben insanlık yaptım, kavganızı ayırdım ve seni dövülmekten kurtardım. Oysa sen bizi taşlamaya devam ediyorsun. Taş atma, bizleri yaralayacaksın arabayı kıracaksın.” diye bağırıyordum. Çocuk ise yapılan iyiliğe karşı kötülüğüne devam ediyordu.
Ayrıca o:
“Ben de zaten sizleri yaralamak ve arabana vurmak için taş atıyorum” diyordu. Taşlar, bize doğru hâlâ vızır vızır geliyordu. Adeta kendimi ve arabamı gelen taşlara karşı siper ediyordum.
Yanımda oturan o çocuğu döven uzun boylu delikanlı:
“Amca bu çocuk iyi değildir. Ne kadar bağırırsan bağır, ne kadar nasihat edersen et, seni dinlemez. Bu çocuğa bulaşma” dedi. Diğer tombul çocuk hâlâ tehditlerine devam ediyordu. O tehditlerini şöyle sürdürdü:
“Siz hele bekleyin! Evden babamın tüfeğini getirip, ikinizi de vuracağım” diyerek hızla evine doğru tüfeği almak için koşmaya başladı. Benim bu esnada buna engel olmam imkânsızdı. Nöbetçi jandarma bizi izlemeye devam ediyordu. Olay yaşanmıyordu da sanki biz tiyatro oynuyorduk.
Yanımdaki delikanlı:
“Amca bu çocuk bali çekiyor, uyuşturucu kullanıyor ve kendine hâkim olamıyor.” Dedi.
Bu esnada, saçları kırarmış, kısa boylu, hafif kilolu, gözleri mavi, iri yağınnılı ve kırk beş yaşlarında biri yanımıza çıka geldi. Olayı uzaktan izlemiş olmalıydı. Bu mahallede oturan, bu gençleri yakinen tanıyan bu kır saçlı adam, sessiz ve sakin adamlarla yanımıza kadar sokuldu.
Kır saçlı adam bana:
“Bak kardeşim! Sen bunlara uyma. Sen nerelisin?” dedi.
Ben de:
“Karahacılı köyündenim” dedim.
Kır saçlı adam:
“Sen akıllı ve iyi birine beziyorsun. Bu gençlere uyma. Sizi uzaktan izledim. Sen, kavgayı güzelce ayırdın, insanlık yaptın. Yaptığın erdemli bir davranıştır. Ben, esnaflık yaparken sizin köyün ekmeğini çok yedim. Sana, buradakilere ve arabana bir zarar gelmesini istemiyorum. Buradan hemen ayrıl ve evine git. Bunların ne yapacağı belli olmaz. Ailesi zaten bu çocuklarla ilgilenmiyor. Başıboş büyümüş bir çocuk. Mahallemizde bu çocuğun yaramazlığını bilmeyen yok. Kavga etmediği çocuk yok. Mahallemize zalaman ağlatıyor. Evinde her dediğini yaptırıyor. Anne baba sözü dinlemiyor. Sabıkası bile var. Babası evde yok, tüfeği getirip ‘Allah korusun’ sizlere zarar verebilir, buradan çabucak uzaklaşın ve gidin kardeşim.” Dedi.
Kır saçlı abi doğru söylüyordu. Bu konuda tecrübe sahibiydi. Görmüş geçirmiş adamdı. Doğru söyleyen insanın da sözü tutulmalıydı. Bela geliyorum demezdi. Arabamı çalıştırdım. Karakolda işini bitirip dönen yeğenimi ve yengemi alarak olay yerinden uzaklaştım.
Yeğenim bana:
“Amca! Bana haber verseydin, onu yere sererdik. İstiyorsan gidelim, ağzını burnunu kıralım.” Dedi.
Ben de:
“Bunlar bize yakışmaz, sakin ol” diyerek yeğenimi sakinleştirdim.
Ayrıca:
“Beladan uzaklaşmak gerekir. Hem aklı yetse kendisine iyilik yapan birine böyle davranır mıydı? O, henüz kendisine ve öfkesine hâkim olamayan biridir.” Dedim. Her şeye rağmen ben, yine de insanlara iyilik yapılmasına taraftar biriydim. İyilik yap denize at, balık bilmez ise hâlik bilir…
Temmuz 2006
Çekerek
YORUMLAR
Yazınızı okudum derken yaşadım adeta demeliyim.Ne yazıkki bu çocuklar hep kendileri ve çevre için tehlike.Rehabilite imkanı yok.Tek çare uzak durmak olabilse keşke zararlarına.Saygılar
İDRİS ÇETİN
ilginiz ve güzel yorumunuz için teşekkürler...