- 427 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Boynumuz Neden Eğri?
İzmir ili Menemen ilçesinde birincisi düzenlenecek olan kitap fuarının olduğu kapalı alana ulaştığımızda epey heyecanlıydım. İçeri girerken ki heyecanımı ve tedirginliğimi, dostları orada gördüğümde yenebildim ancak. Bir anda kendimi açılış töreninin yapılmasına çok kısa bir süre kaldığı için tatlı bir koşuşturmacanın içinde bulmuştum. Bir yandan kitaplar standa diziliyor, isimlikler ve yaka kartları yazılıyor, duvara yazarların kitaplarının tanıtım afişleri asılıyor, bir yandan da sohbetler ediliyor, espriler yapılıyor, resimler çekiniliyordu. Ben sürekli biran önce işleri bitirip, açılış saati gelmeden, kapının önüne çıkıp bir çay ve sigara içebilmeyi hayal ediyordum. Nihayet işler bitmişti. Hemen elime bir bardak çayımı alıp kapının önüne çıktım ve sigaramı yaktım. Bir yandan çayımı yudumlayıp, bir yandan da sağa sola bakınırken, kapının tam karşısına asfalt betonun üzerine serilmiş bir halının üzerinde; çeşitli renkte kumaşlarla ve takılarla süslenmiş, insanlara zarar vermesinler diye ağızlarına örgü file torbalar geçirilmiş, üç tane devenin, yan yana çökertilmiş vaziyette durduğunu gördüm.
İnsanlar etraflarına toplanmışlar, yarı ürkek tavırlarla bazıları resim çekiniyor, bazıları deve sahiplerinin davetini kabul edip, belli bir ücret karşılığı, devenin sırtına biniyor, asfalt betonun üzerinde kısa bir tur atıyor ve tekrar çıktıkları yere gelindiğinde, çökertilen devenin üzerinden iniyorlardı. Develer ise, bu duruma alışmış görünüyorlardı.
Tüm bunları seyrederken aklıma önceden okuduğum bir fabl hikâye gelmişti. Genç deve annesine sormuş: “Anne neden bizim ayaklarımız bu kadar büyük?” Anne cevap vermiş: “Çölde kuma batmamak için. “ Genç deve tekrar sormuş: “Peki, kirpiklerimiz niye bu kadar gür?” Anne tekrar cevap vermiş: “Çölde kum fırtınalarında gözümüze kum kaçmasın diye.” Merakı yatışmamış olan genç deve bir soru daha sormuş: “Bizim niye hörgüçlerimiz var?” Anne deve sabırla yanıtlamış: “Çölde çok uzun süre susuz idare edebilmek için, suyu hörgüçlerimizde depolarız.’’ Sonunda dayanamayan genç deve sormuş: “Peki, anne biz hayvanat bahçesinde ne yapıyoruz?”
Doğanın kurallarına, yasalarına aykırı olan bir şey değil miydi bu? Adeta; dağlardan köklenerek alınan ve bir saksıya dikilen, asıl olması gereken yerde olmayan bir çiçek gibi; asfalt üzerinde ne kadar da eğreti duruyordu deve. Aslında bizlerin de şehirlerde, adına daire dedikleri ama nedense dikdörtgen olan, tepe tepeye binmiş kutucuklarda yaşıyor olmamızın bu durumdan hiç de farklı olmadığını düşündüm sonra. Balkonlarından dahi gökyüzünü göremediğimiz, görsek de, havanın kirliliğinden ve ışıkların çokluğundan geceleri yıldızları doyasıya seyredemediğimiz evlerimizi. Yani yıllarca kredi ödeyerek, ömrümüzü vererek aldığımız hapishanelerimizi. Doğadan nasıl koparıldığımızı ve onun bir parçası olduğumuz bilincini nasıl hızla kaybettiğimizi düşündüm. Saksılardaki çiçekler gibi; tüm doğa sana ve sen tüm doğaya sahipken, tüm kaynaklar senin köküne akarken, nasıl bir avuç toprağa ve arada dibimize dökülecek bir bardak suya esir edilişimizi düşündüm.
Oysa yağmur yağdığında, tüm bedenimize yayılan ve ruhumuzu fetheden, o toprağın kokusunu burnumuzda hissettiğimiz zaman, hepimizin içinde, ne kadar yok saymış olsak da, doğanın bir parçası olduğumuzu bilen ve asla unutmayan bir yer olduğunu fark etmiyor muyuz?
Bir parçası olduğumuz doğanın aklını bilemedik. Öğretisine kulak veremedik. Nasıl bir dengesi olduğunu ve kendini nasıl koruyabildiğini ve nasıl bu kadar saf ve temiz kalabildiğini anlayamadık. Şayet anlamış olsaydık, ona karşı değil de, onunla uyum içinde yaşayabilmiş olsaydık bu kadar acılar içinde kıvranıyor olmazdık. Mesela; bir ağacın soğuktan kendini korumak adına, gövdesindeki suyu köklerine indirdiğini ve yapraklarını döktüğünü bilseydik, hayatın dört mevsim bahar olmadığını, zor anları olduğunu ve o anlarda nasıl korunacağımızı bilirdik. En zor şartlarda bile ceylanın bir aslandan kaçarken, koşuşundaki zarafeti kaybetmediğini bilseydik, çevremizdeki insanlara, şartlar ne olursa olsun zarar veremez, sadece insan duruşumuzla karşılık verebilirdik. Kuşların uçabilmek için kanatlarının bir aşağı, bir yukarı salınımını düşünüp, ayakta daha güçlü durabilirdik ve yıkılmazdık bir fiske vuruşuyla. Her şeyden öte, doğada hiçbir şeyin kendisi için yaşamadığını görür de, utanırdık bencilliğimizden.
Tüm bunları düşünürken, kapının önünde kalabalığın çoktan toplanmış olduğunu, kesecekleri kurdeleyi ayarlamaya çalıştıklarını fark ettim. Standa dönmeliydim. Hayallerimle de olsa, saksımdan kurtulduğum, gerçeğin peşinde koşmak yerine, gecenin en koyusunda, gerçeğin bir parçası olduğumu fark ettiğim anlara tanıklık eden şiirlerimden oluşan kitabım ‘’Kayıp Anahtar’’ın yanına.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.