- 402 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ŞİDDET VE YAZIN
Altının ayarı, durduğu rafın ya da yanında bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık derecesiyle belirlenir.
“Edebiyatın, şiddeti önleyici etkisini nasıl artırabiliriz” diye sorduğumuzda, buna doyurucu yanıt verebilecek çalışma var mıdır? Çocuk edebiyatında şiddet konusu üzerinde özellikle durulduğunu biliyoruz ancak yetişkinler için aynı çalışmaların yapıldığını söyleyebiliyor muyuz? Sanırım buna yanıtımız olumlu değildir. Çoğunluğumuz, neyin dilsel şiddet, neyin eleştiri olduğunu veya neyin alaysama olduğunu ayırt edemeyecek durumdadır. Şiddetin her türüne karşı çok duyarlı bir toplum olmadığımız gibi şiddet ve dilsel şiddet konusunda bilgi noksanlığımız olduğunu hemen söylemeliyiz. Bu yüzden, dilsel şiddet içeren metinler, iyi bir şiir olarak topluma sunulabiliyor, alkış alabiliyor. Şiddet duygusunu kamçılayan şiir, öykü veya denemelere yapıt denebilir mi, bunlar ayrıca tartışılmalıdır.
Yazın dünyamızda, şair veya yazarlar hakkında yazmak pek yaygın ve geçerli bir tutumdur. Neredeyse bir yazın türüne dönüşmüştür; biyografi olmayanlardan söz ediyorum. Ritüeli şuymuş, alışkanlıkları buymuş, böyle yazar şöyle çizermiş, kahvaltısını böyle yapar, paltosunu şöyle giyer, votkasına şarap karıştırırmış gibi dedikodudan öte bir anlam içermeyen yazılar... Yapıtları hakkında söyleyeceğiniz bir şey varsa, eleştiri gibi eleştiri yapıp etkinliğini ve yetkinliğini yazacaksanız diyeceğim yoktur. Şair ve yazarları öteki tarafa koyup kendi tarafına geçerek, inceleyip eleştirmek yerine övgü ya da yergiyle metin yazmak sığ bir konu gibi geliyor bana. Çünkü yetkin bir eleştiri sistemi olmadan haklarında ortaya koyacağımız yargı, bir temele dayanmayacak, onları sadece övecek ya da yerecektir.
Konumuz şiddet ve edebiyatsa, saygınlık, makam, mevki algısından, yani kişisel dürtülerin en ilkel olanıyla hareket eden bir kitleden söz etmeliyiz öncelikle. Sadece sanatçılar arasında değil; hemen hemen her ortamda olan bu kaygı ve tutumdan. Ayrıştırılmış, akışkan, birbirine saldıran, birbirinin üstüne basan “bir ben” kaygısının görünürlüğü vardır buralarda. Ne var ki bu kaygıdan doğan tutum, dilsel şiddetin (edebî şiddet) altında yatan temel ögedir. Görünür olmak, bir başkasının omzuna çıkmakla veya yakınında olmakla özdeş tutulmaktadır. Sanata gönül vermiş insanları bu tür davranışlara zorlayan, ele geçirilmiş ve dayatılmış sistem ile alışılagelmiş algı biçimidir, düşüncesindeyim.
Toplum tarafından saygınlık görüyor olmak, kişiye rütbe ve makam verilmiş anlamına gelmez. Diğer taraftan iyi şiir yazmak ve çok güzel tablolar yapmak, ne rütbe verir ne de makam sahibi olmanızı sağlar. Sosyal medyada bir paylaşım, çok hoşuma gitmişti. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle yazıyordu: “Galaksinin içinde binlerce gezegenden birinde, taş çatlasa altmış-yetmiş yıl yaşayan küçük bir canlı formusun, senden önce milyarlarca insan yok oldu, sen de çevrendeki yirmi-otuz kişi dışında kimsenin umurunda değilsin. Ne diye kasıyorsun kendini?”
İnsan; sıkıntılarını, isteklerini ve eksikliklerini gidermeye çalışır. Bunlar, çoğu zaman yerleşik kurallara aykırı davranışlar olarak ortaya çıkar. Ancak başka bir konu vardır ve işin temeli burasıdır diye düşünüyorum. Üstün olma ve saygınlık sorunu… Bu sorun; insanda sonradan oluşan bir durumdur. Üstün olma güdüsüyle ilgilidir; ancak bu metinde, toplumsal olgu ve olaylardan öğrenilen sözde saygınlık sorunundan söz ediyorum. Toplumsal olgu ve tutumlar, kişiler üzerinde etkilidir. Bu tutumlar, bir anlamda toplum içerisinde öğrenilip taklit edilen, sonra da davranış biçimine dönüşen şeylerdir. Ayırdına varamayanlar veya davranış değişikliğine gidemeyenler, başkalarının ona dikte ettiği makam, mevki, iyi şair, ortalama şair gibi yakıştırmaları gerçekliğe taşıyarak bunlara boyun eğmek durumunda kalırlar. Buna göre tutum geliştirirler ve herkesin saygı duymasını isterler. Deyim yerindeyse, “Dünyayı kurtardığını” düşünerek herkesin onu omuzlar üstünde taşımasını bir hak olarak görürler. Ne yazık ki okuduğumuz çoğu metinde bu tür yaklaşımlar sıklıkla görülür. Buna, insan oğlunun kendisini savunma mekanizmasıdır, deyip geçelim.
Sosyal medyaya, dergilere, kitaplara, sanat veya şiire ilişkin yazılara şöyle bir bakalım. Bu yazıların çoğunda, yazar veya şair, kendini ışıklı bir vitrinin en üst noktasına yerleştirmiş, diğerlerini; kötü, bilinçsiz, bilgisiz, şiirden, yazından habersiz bir kalabalık olarak görmektedir. Sanatsal ve bilimsel yazılar konu dışı olmak üzere, eleştiri adı altında yazılan metinlerin büyük bir kısmı böyledir. Yukarıdaki tümceler, birer saptama olduğu için satırlara girdi. Yazınımızda sık sık karşılaştığımız eleştiri amaçlı metinler, çoğunlukla dilsel şiddet içeren metinlerdir. Yazı ve şiirlerimizde kullandığımız dil, başkasının üzerinden pay çıkarmaya, yarar sağlamaya, görmezden gelmeye, öç almaya, tanınırlık devşirmeye, saygınlığına zarar vermeye, küçük düşürmeye ve gülünç duruma düşürmeye yönelikse bunlar, dilsel şiddet içeren metinler olarak görülmelidir.
Başkalarını aşağılamak, kendine makam mevki vererek bir yerleri işgal etmeye yeltenmek, bir diğerini değersiz görmek, güzel değeri olmasına karşın sırf saplantılarınızdan dolayı bilerek görmezden gelmek, sanatta ve edebiyatta bir şiddet türüdür. Şiddeti sekiz kategoriye ayırıyor Franz Kiener. (İleten İmran Karabağ, Dil ve Şiddet, İkaros Yayınları) Maytap geçmeden başlayıp küçük düşürme ve sözlü saldırıya, hakaretten küfre kadar varan konuşma dilidir. Bir başkasını incitmeye, onun duygularını ve saygınlığını ezmeye yönelik sözlü eylemler bütünüdür.
Bunu biraz açalım isterseniz. Ruhsal şiddetin en etkili aracı dildir. Diğer bir deyişle sözle yapılan saldırılardır. Şiddet açısından düşünecek olursak çoğu metinde var olan, ancak çok üzerinde durmadığımız ayrıntılardır bunlar. Elbette dilsel şiddet konusu, eğitim ve yaşam anlayışıyla doğrudan ilgilidir. Ayrıntılı düşünmeyi gerektirir. Bu tür söylemlere başvuran kişi, kendisine bir yarar sağlamak amacıyla yapar. Ne kadar özen gösterilip gösterilmeyeceğini, toplumdaki ortak davranışlar belirler.
Dilsel Şiddet (Sözlü saldırılar) Kategorilerini şu şekilde belirliyor Franz Kiener:
1. Şüpheye dayalı olanlar; yalan söylemek, bir başkası hakkında çarpıtıcı bilgi vermek…
2. Yerleşik kurallara aykırı olanlar; azarlama, uyarma, ön yargıya dayalı eleştiri, yargılayıcı sözler, alay etmek, görmezden gelme,
3. Kötü niyetli olanlar; suçlama, iftira ve ihanet türü sözler, öç alma, dolaylı yoldan zarar verme, haysiyet ve onurunu kırma…
4. Teşhir ediciler; küçük düşürücü, suçlayıcı, tahrik edici, saygınlığını yok edici söylemler
5. Taciz ediciler; tartışmaya yönlendirenler, saygısız konuşmalar,
6. Tehdit edici-meydan okuyucular; okura bağırma, saygı sınırlarını aşan söz kullanımı
7. Sert tartışmaya neden olanlar; hakaret, küfür, hor görme, aşağılama…
8. Gülünç duruma düşürenler; alaycı, taklit edici, iğneleyici ve makaraya alıcı, maytap geçme.
Aslında “şiddet, övgü, eleştiri ve dilsel şiddet” ayrımı önemlidir. Sınırları çok dikkatli çizilmelidir. Eleştiri olmadan gelişim olmaz. Dilsel şiddet içeren ancak göz ardı edilebilir gibi düşünülenler vardır ki bunlar, ruhsal çöküntüyü için için körükleyen şeylerdir. Görmezden gelme, hor görme, küçümseme söylemleri gibi… Neden özellikle bunu belirtiyorum? Okuduğumuz pek çok metin, eleştiri gibi görünmesine karşın çoğunlukla dilsel şiddet içermektedir. Biz bunları eleştiri yazısı ya da deneme diye okuyor, üstelik “Ne güzel yazmış, ağzına sağlık diyoruz.” Çünkü bizden başka birini aşağılıyor veya toplum gözünde onun saygınlığını zedeliyor. Çoğunlukla bunlar, bizim de şiddet duygumuzu kaşıyan metinlerdir. Büyük çoğunluğumuz da bunların dilinden hoşnut oluyor.
Sanat adına ve eleştiri düşüncesiyle yazılan çoğu metin; kişi, grup, sınıf gibi hedef aldığı kitlenin toplum gözünde saygınlığının zedelenmesine neden oluyor. Bunları çok kötü iş yapıyor olmakla suçlayarak veya yaptıklarını kötüleyerek, okurların uzak durmasına yardımcı oluyorlar. Birey olarak bizler, birbirine bakarak karar vermeye eğilimli kişileriz. Olumsuz bildirilerden etkilenerek, etkinlikte, dergi sayfalarında veya bir grubun yanında bulunmaktan kaçınıyoruz. Hem de çok açık bir şekilde yapıyoruz bunu. Sanat dünyasında bilerek ya da bilmeden yapılan bu tür girişimler etkili birer şiddet türüdür, diye düşünüyorum. “Altının ayarı; durduğu rafın ya da yanında/ilişkide bulunduğu diğer nesnenin/kişinin niteliğine göre belirlenmez; kendi saflık derecesiyle belirlenir.” Sanatçı da altın gibidir. Bulunduğu, durduğu yere göre saygınlığı belirlenmez. Bu, dayatılmış ve sonradan öğretilmiş bir anlayış kalıbıdır. Diğer yazarın iyi ya da kötü olması kimsenin iyi yazar olmasıyla ilgili değildir. Düzeyleri hakkında karşılaştırma yapabilmek için somut bir kanıt da yoktur elimizde. Sınırsızlık, sonsuzluk ve özgürlük ortamında üretilmelidir her yapıt. Kimin ne yaptığını ve kimin nerede durduğunu küçümsemek bağnaz bir yaklaşımdır. Birinin yanında durduğu için şişinmek, kendi yetkinliğini kanıtlayamamış kişi tutumudur; başkalarına karşı dilsel şiddet kullanmak ise eğitimsizliktir.
Sonuç olarak; edebiyatı şiddetten uzak tutacaksak, daha doğrusu toplumda şiddeti önlemeye yönelik edebiyatın işlevini etkin kullanacaksak; önce yazar ve şair olarak, şiddetin kaynaklarından kendimizi arındırmalıyız. Dilimizden, kalemimizden uzaklaştırmalıyız. Dilsel şiddet, tek başına bir eylem/olgu değildir; içimizde yatan asıl şiddetin dışavurumudur. İster istemez kalemimize yansır. Okura aynı şekilde geçer. Okuru estetik yaşantıya yöneltmek yerine, şiddet eğilimli bir varlığa dönüştürür. Kadın, çocuk veya toplumun her kesimine karşı şiddet, içsel bir sıkıntının sonucunda ortaya çıkar. Bu sıkıntılar, sanat ve yazın gibi alanların gücüyle azaltılabilir. Yeter ki yazar ve şairler, son zamanlarda olduğu gibi içlerindeki şiddeti sağa sola cömertçe saçmasınlar. Ön almak için öncelikle yazar ve şairler dikkatli olmalılardır. Özet olarak, şiire silah, eleştiriye mezarcı, öyküye gardiyan ve denemeye bildirge süsü vermemek gerekir. Şiiri veya yazınsal metni, öteki üzerinde üstünlük kurma gereci olarak görmemeliyiz. Şiirin/sanatın hedefi, okuru ezmek ya da ötekini dövmek değildir; estetik yaşantıya sokmaktır. 14 Aralık 2019 Narlıdere/İzmir
Deneyim ve düşünceleriyle metne katkı vereler:
Hidayet Karakuş, Handan Tan, Ayşe Karadağ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.