- 1227 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Çoğunluk Neyse Ya Da ne Derse Normal Odur
"ÇOĞUNLUK NEYSE YA DA NE DERSE NORMAL ODUR."
Normal olan çoğunluğa uygun düşen ise, anormal olan nedir? Böyle bir ayrıma varmayı mümkün kılan şartlar mevcut mu, mevcut ise nelerdir ve bu kavramlar arasında nasıl bir fark vardır? Bu soruları temel alarak, özellikle de bilimsel ve teknolojik gelişmeler ile hukuk, daha doğrusu insan hakları kavramı da göz önünde bulundurarak normal ve anormal kavramlarına değineceğim. Hiç şüphesiz günümüzde insan en değerli varlık olarak konumlanmasının yanı sıra, çokça zaman değersizleştirilen bir varlıktır da. Başka bir deyişle insanın kendisi, insanı nesne kılmış durumdadır. Bununda olumlu ve olumsuz birçok sonucu vardır. İşte ben burada normal ve anormal kavramları çerçevesinde bu tartışmayı sürdüreceğim.
Günümüz dünyası artık farklılıkların çarpıştığı ve tekilliklerin kendisine yer aradığı bir dünya. Daha doğru bir deyişle çokkültürlü bir dünyada yaşıyoruz şuan. Ve bu çokkültürlü dünyada etkileşim inanılmaz bir seviyede yüksek bir etkiye sahip. Bunun doğal sonucu olarak da genel yargılar etkisini yitirmektedir. Fakat yine çoğunluğun uygunluğuna normal, aksine de anormal denilebildiği sıkça bir durumla da karşılaşmaktayız. Hiç şüphesiz normal ve anormal kavramlarının kendisi, doğada bulunan bir atom, ya da ağacın kendisi bulunmamaktadır. Bu kavramların insanların bir araya gelerek bir şekilde oluşturduğu, daha doğrusu üzerinde uzlaşıma vardığı ve doğaya atfettiği kavramlardır. Durum böyleyse eğer, ilk saptanması gereken nokta, bu kavramların yapay, yani bir anlamda bir tasarım olduğudur. Bu kavramlar bir şekilde insanların hayatlarında yer edindiğine göre, bunların tam olarak neyi ya da ne ifade ettiğini anlamamız gerekir. Öncelikle normalden kasıt, çoğunluğa uygun düşen ise, anormal çoğunluğun dışında kalan, bir anlamda farklılığı ifade edecektir diyebiliriz. Fakat bunun genel-geçer bir kural taşıdığı ifade edilemez. Çoğunlukla çoğu toplumda yaygın anlayış "Çoğunluk neyse ya da ne derse normal odur." şeklindedir. Böyle bir ayrımı mümkün kılan, en etkin güç cemaattir. Cemaat terimi, hiçbir şekilde doğal, nötr ve nesnel olana atıfta bulunmaz; daha çok topluma ilişkin ve kültürel olana atıfta bulunur. Cemaat, bilginin onsuz var olamayacağı; bilginin inşa edildiği, işlendiği, geliştirildiği, işlenerek gelecek kuşaklara aktarıldığı toplumsal bir varoluş biçimi, toplumsal ve tarihsel bir kolektivitedir. Nihai açıklayıcı veya belirleyici ilke birey değil, toplumdur. Tam da bundan dolayı, nihai ilke toplum olarak alındığından dolayı, yani çoğunluğu toplum oluşturduğundan belirleyici ilke de toplum tarafından konur.
Normal ve anormal kavramları bağlamında kısaca Foucault’ya da değinmek istiyorum. Çünkü Foucault beklenmedik bir şekilde çağdaş insana dair derinlemesine bir analiz yapmış ve oldukça önemli sonuçlara ulaşmıştır. Foucault’u, “Kelimeler ve Şeyler” in girişinde şu soruyu sorar kendine: Nasıl oldu da insan öznesi kendisini akla uygun bilginin nesnesi olarak ele aldı? Hangi ussallık kalıpları ve tarihsel koşullar aracılığıyla bunu yaptı? Ve de bunu ne pahasına yaptı? (insan, nasıl oldu da kendisini bir inceleme ve araştırma nesnesi haline getirdi.) Foucault’u bu sorunun yanıtını bulmak isteyince insanın ve aklın tarihini yeniden yazmak zorunda kaldı.
Foucault’un bakış açısından hareketle “insan, Ortaçağ’da özgürdü” diyebiliriz. Çünkü Ortaçağ’da hiç kimseden aklı talep edilmemiş, dolayısıyla kimsenin aklına da müdahale edilmek istenmemişti. Daha doğru bir deyişle: Ortaçağ’da bilimsel olarak araştırma ve inceleme nesnesi haline getirilmiş bir insan tasarımı yoktu. Oysa modern dönem de insan, bilimsel olarak araştırma ve inceleme nesnesi kılınmıştır. Modernite yani aydınlanma bireyi tesis eder ve özgürlüğü vaat eder, fakat ondan aklını ister. Foucault, zindan ve cezaevi örnekleri üzerinden giderek ortaçağ ve modernite de anlaşıldığı şekliyle aklın tarihselliğini ele alır. Zindan Ortaçağ dönemine, Cezaevi ise modern döneme ait bir kavramdır. Ortaçağda insanlar zindana kapatılır ve çürümeye terk edilirdi. Oysa modern dönemde cezaevlerine kapatılan insanlara ya klinikler aracılığıyla müdahale edilir ya da meslek edindirme projesi adı altında topluma geri kazandırma düşüncesinden hareketle düzeltilmeye çalışılır. Burada esasen müdahale edilen insanın bedeni değil, bizzat aklıdır. Çünkü modernitenin bakış açısından modern akıl, ölçülebilir bir şeydir. Eğer akıl olmaması gereken (anormal) bir durumda ise düzeltilmeye çalışılır. Davranışları tasnif etmek aklı tasnif etmektir. Psikiyatri ve nörolog beynin hangi bölgesinin hangi davranışa yol açtığına bakarlar ve bunun sonucunda da davranışa müdahale etmez, doğrudan beyne müdahale ederler. Çünkü onlar açısından davranışın nedeni beyindir. Tasarımlanmış olanın dışında kalan anormal olarak görülür ve düzeltilmeye çalışılır. Burada farklılığa yer yoktur. Her şeyin tanımı, tasarımı, planı bellidir. Bunun sonucunda ise, tasarlanan insan pratikteki insanın üzerine yükselir.
Foucault’u "Deliliğin Tarihi"nde aklın tarihinin yazılabilirliğini göstermeye çalışır. Deli modern döneme ait bir kavramdır. İnsan, Antikçağ’da beklenmedik bir davranış gösterdiğinde sitenin dışına, ortaçağ’da ise zindana atılırdı. Oysa modern dönemde, beklenmedik bir davranış gösterenler, belirlenen tanımın dışında kalanlar, yani farklı olanlar ayıklanır ve psikiyatri kliniklerine kapatılır ve onların akıllarına müdahale edilerek davranışları düzeltilmeye çalışılır. Modern dönemde her şey ölçülmüş, belirlenmiştir, yani her şeyin planı önceden hazırlanmıştır. Deli ölçülmüş tanımların dışında kalandır. Psikiyatri farklı olanı deli (anormal) olarak görür ve onu düzeltmeye çalışır. Bilindiği gibi, Foucault, delilerin toplumsal olarak özel kurumlarda kapatılmasıyla aklın kendisini delilik karşısında, yani kendisinden özsel olarak başka olan karşısında tanımlanması ve onu kendi dışına, yani dil dışına atmanın aynı klasik çağ’da (17. yy.) ortaya çıkması olgusundan hareket eder. Dolayısıyla modernliğin, akılsallığın felsefede ve bilimde doğuşuyla, ortaçağ’da serbestçe dolaşan delilerin, duvarlar arkasında ilk kez sessizliğe itilişinin eş zamanlı olması rastlantısal değildir.
Foucault’u “Kelimler ve Şeyler” in sonunda insanoğlunun ölümünü ilan eder. Ona göre, insan didik didik edilmiş, tarihsel ve toplumsal bir varlık olmak bakımından fethedilmiştir. Yani, onun bakış açısından artık yapılacak bir şey yoktur. Çünkü insan kendi kendisini nesne kılmış ve doğal olarak kendi sonunu kendisi hazırlamıştır.
Görüldüğü üzere Foucault’u, normal ve anormal kavramlarına ilişkin derinlemesine bir analiz yapmıştır. Normal çoğunluğa uygun düşendir, anormal da bir anlamda çağdaş kelimelerle ifade edecek olursak deli demektir. Ya da düzeltilmesi gereken, bozuk anlamında da düşünülebilir. Her ne kadar doğru bir tanımlama olmasa da normal ve anormal ayrımı toplumsal yapılarda sıkça karşılaşılan bir durumdur. Bu duruma bir de insan hakları kavramı bağlamında değinmek istiyorum.
Bilindiği gibi, Birinci kuşak insan hakları, kişisel ve siyasal haklardır. Klasik haklar olarak da adlandırılan birinci kuşak hakların özelliği, bireyi korumaya yönelik (negatif statü hakları) haklar olmasıdır. Devlet, düzenleme yaparak özgürlüklerin kullanılmasını kolaylaştırır, ama sınırlandıramaz. Geleneksel haklar, iktidarın/devletin yetkilerinin sınırlandırılmasını amaçlar. Tarihsel bakımdan burjuva devrimlerine denk düşen birinci kuşak insan hakları, bireyin düşünce ve inanç özgürlükleriyle siyasal haklarından oluşan bireysel özgürlükleri kapsamaktadır. Bu haklar, somut biçimde, ABD’nin 1776 tarihli İnsan Hakları Bildirisi ile Büyük Fransız Devrimi’nden sonra açıklanan 1791 tarihli İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde ve İngiltere’de yayımlanan Haklar Beyannamesi’nde yer almaktadır. Tüm insanların doğuştan özgür ve eşit olduğu savlarına karşın, somut olarak kimi kesimler dışlanmıştır. Örneğin kadınlar, siyasal hakların kapsamı dışında tutulmuştur, işçi sınıfının sosyal hakları, özellikle toplu sosyal hakları 1789 bildirgesinde yer almıyor, tersine yasaklanıyordu.
İkinci kuşak insan haklar ise, sanayi devrimi sonrasında İngiltere’de işçi sınıfının mücadelesiyle ortaya çıkan ekonomik, sosyal ve kültürel haklardır. Buradan hareketle ortaya çıkan sosyal hakların uluslararası düzeyde tanındığı ilk belge İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’dir.
Üçüncü kuşak insan haklarına gelince, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişmiştir. Bilimsel ve teknolojik ilerlemelerin yarattığı sorunların sonucudur. Dayanışma hakları da denilen üçüncü kuşak haklar, belli bir topluluk hâlinde yaşam anlayışını yansıtır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında teknolojinin gelişmesiyle birlikte kontrolsüz bir şekilde yapılan büyük sanayi tesisleri, insanın sağlıklı yaşama alanını daraltmıştır. Yeni uluslararası ekonomik düzende bağımsızlıklarını kazanan devletler, insanca yaşayabilmek için ortaklaşa hareket etmişlerdir. İnsanın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı gündeme gelmiştir. Birinci ve ikinci kuşak haklardan farklı niteliktedir. Hem bireylere hem de toplumun tümüne aittir. Kişilerin, kurumların ve devletin ortak çabası gerekir.
Şimdi, bu denli evrensel nitelikte insanı ve insana ait değerleri koruyan haklardan söz edip de, normalin dışında kalanı dışta bırakmak ne kadar doğru düşünmek gerekir. İnsan yaşamı her ne pahasına olursa olsun hiçe sayılmayacak kadar değerliyse eğer, anormal olan nedir? Neden insanlar arasında böyle bir ayrıma gidiyor ve herkesi tek düze bir yapıda görmek istiyoruz. Bunun mantıksal bir dayanağı var mı?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.