- 419 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ALLAH'IN İŞİ BELLİ Mİ OLUR
ALLAHIN İŞİ BELLİMİ OLUR !
Zarife’nin İreşit, Yurdumuzun fakir mi fakir bir köyünde yaşayan, kimsenin azında-çoğunda olmayan, kendi halinde birisi idi. Yazın amelelik, kerpiç kesme, bağ belleme gibi işlerle uğraşır, bazen de başka köylere ırgat durur veya baba mesleği çobanlıkla geçimini temin ederdi.
Hanımı Zekiye de yerine göre parasıyla köylünün yaşlılarına veya hastalarına bakar, gündeliğe, çamaşıra, ’temek’ kesmeye (hayvan pisliğinden yapılan yapma, kerme), yufka ekmek yapmaya giderdi.
İkisi oğlan biri kız çocuklarının bu ve bu gibi işlerle geçimini temin etmekle günleri ardına bakmadan uçup giderdi.
Büyük oğulları Ahmet çocuk olmasına rağmen fakir olmalarından dolayı isteklerinin karşılanmamasına çok içerler, bu yüzden dolayı da doyumsuz bir hırsa kapılır, baba ve anası onu ikna etmekte çok zorlanırlardı.
Ahmet köy bakkalında satılan naylondan yapılma oyuncakları almaya parası olmadığı için bu ihtiyacını damların üstü kiremit olmayan köy evlerinin yağmur suyunun boşluğa akmasını sağlayan tenekeleri sökerek (çörten) giderirdi. Onlarla oyuncak araba yapar, bu yüzden de köylüler lakabını ’Çörten Ahmet’ koymuşlardı.
Çörten Ahmet’in üç kardeşiyle giydiği bir çift soğuk kuyu (cebaliş lastiği) ayakkabıları vardı. Ayak büyük küçük fark etmezdi. Onu kim giyerse diğerleri yaz kış yalın ayak gezer, bundan dolayı da üçünün de ayakları nasır bağlamıştı. Kışın herkesin ayağı soğuktan titrerken Çörten Ahmet yalın ayak buzda kayık kayardı.
Ahmet bu şartlar altında ilkokulu zar zor bitirdikten sonra babası diğer köy çocuklarına özenip “bari ben çektim, o çekmesin, okuyup da adam olsun” diye onu ortaokula kaydettirdi.
Üç köy çocuğu ile şehirde bir ev tutup lisede okuyan akrabalarından birine de Ahmet’e göz kulak olmasını tembihleyip oğlunun bir ay yetecek ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra köyüne döndü.
Şehir hayatı köy hayatı gibi değildi. Gözü açılan Ahmet sinemanın birinden çıkıp diğerine koşuyor, sahipsizliğin ve içindeki fakirliğin ezilmişliğinden doğan hırsla kendini daha serbest görmek istiyor, haliyle de ulaşamadığı şeylerde edindiği arkadaşlarına ikna için yalana ihtiyaç duyuyor, derslerini de ihmal ediyordu. Ayda bir gelen babası durumdan haberi olmasa da lisede okuyan köylüsünü ziyaretinde meseleyi anlamış anlamasına, ama oğlunun sınıfta kalmasını engelleyememişti.
Zarife’nin İreşit bulup buluşturup ertesi yıl Ahmet’i tekrar okutmaya çalışsa da oğlu o gözeye hiç basmamış nihayetinde okuldan belge (iki yıl üst üste sınıfta kalana verilir) alıp köyüne dönmüştü.
Aradan geçen süre içerisinde Ahmet bazen babasına yardım etmiş, bazen kaytarmış, zamanla bıyıkları terlemiş iri yarı bir delikanlı olmuştu.
Köylerinde bir yakınları Ankara’da radyo, telsiz, televizyon tamir kursuna gidiyordu. İzine geldiğinde Zarife’nin İraşit’le karşılaşır. Hal hatırdan sonra Ahmet’i sorar o da ’Oğlunun bir kazmaya sap olmadığından’ bahseder.
Ahmet’in de çocukluk arkadaşı olan Şuayip bu duruma çok içerler, “Eğer İreşit emmi bütçen el verirse Ahmet’i de bir ay sonra açılacak kursa kayıt yaptıralım, hiç olmazsa bir sanat öğrenir açıkta bari kalmaz” deyip oradan müsaade alıp ayrılır.
Bir ay sonra Zarife’nin İreşit oğlu Çörten Ahmet’le Ulus’taki modern çarşıda bulunan kursa köylüsü Şuayip’in de aidatı “Bunlar çok fakir yiyecek ekmeklerinin parasını buraya yatıracaklar” diye müdürü ikna edip düşürmesiyle kaydını yaptırmış olur.
“Yedisinde ne ise yetmişinde de insan aynı olur” diyen atalarımız boş dememişler. Ahmet palavralarına kursta da devam ettiği gibi kursu zamanla ikinci plana itmiş, Şuayip’in ikazlarını da göz ardı etmiş, bir gün de “Sana ne sen kendi işine bak” diyerek onu azarlamış, arkadaşını da kendinden soğutmuştur.
Akşama kadar Ankara’nın altını üstüne getirip gezmekte, üstelik sonradan arkadaş edindiği bir otobüs muaviniyle de bazen ona yardım amacıyla başka şehirlere gidip gelmektedir.
Çörten Ahmet aradan geçen üç dört ay süre zarfında kursu-mursu bir tarafa bırakmış, otobüs muavinliğine başlamış, içinde yıllarca kendisini kemiren hırsının isteklerine yetişemez olduğu gibi ezeceğine ona hep ezilmiştir.
Anası Zekiye kadın her gün “oğlum da oğlum” diye ağıtlar yakmakta, bir yandan da “Dümüksüz herif git de şu oğlanı bul-buşur, ölümü, sağ mı” diye yalvarmaktadır.
Aslında kocası Şuayip’ten aylar sonra gelen mektupla her şeyi öğrenmiş, ama Ankara’ya gidecek parası olmadığından işi oluruna bırakmıştı.
Köylülerinin birçoğu Ankara şehirler arası otobüs terminalinde çalıştıklarından hemşehrilerini gözetip kollarlar dı. Zamanla Çörten Ahmet’ide tanımışlar, hakkında malumat edinmişlerdi.
Ahmet’in babasına haber ilettikleri sırada Ahmet’in köye askerlik pusulası gelmişti. Zarife’nin İreşit Ankara’ya gelip sorup soruşturduktan sonra oğlunu bulup zar zor ikna ederek köyüne getirir.
Bir müddet sonra da Çörten Ahmet Samsun’da Sıhhiye Acemi Er olarak asker olur. Dört ay eğitimden sonra da Konya’nın Höyük ilçesine dağıtımı çıkar.
Höyük ilçesi Konya ile Isparta arasında yüksekçe bir yerde kurulmuş, halkı genelde çiftçilikle geçinen, dinine, vatanına, bayrağına bağlı bir yurt köşesidir. Ahmet, Höyük’de askerliğe başlayalı biraz olgunlaşmış, hayatı daha yakından tanımış, görevine sadık bir asker olmuştur.
Hasta askerlerin listesini çıkartıp revire, daha önemli olanları ilçenin sağlık ocağına götürüp getirmekte, buraların el atamadığı hasta askerleri de Konya’daki asker hastanesine götürmektedir.
Bu gidiş gelişlerinin birisinde orada çalışan bir hemşireyle göz göze gelir ki o an ciğerinden sanki bir parça düşmüş, ateşinden sanırsın koca hastane yanmıştır!..
Götürdüğü askerlerden birinin yarası biraz ağırdı. Ahmet durumu bölük komutanına telefonla bildirdi. Orada bir hafta refakatçi kalması gerekiyordu.
Bir gün yaralı askeri sedyeye hemşireyle beraber bindirip filme götürdüler. Dönüşte de tekrar beraber getirip yaralıyı sedyeden indirip yatağına koyarlarken yanlışlıkla birbirinin bileklerini kavradılar. İşte ne olduysa o anda oldu.
İki çift gözün çakışmasıyla önce eller titredi, sonra kalpler yerinden fırlayacakmış gibi çarptı.
Aşk denilen şey buydu herhalde.
Bu gidiş gelişlerdeki buluşmalar zamanla büyük bir aşka dönüşmüş. Aysel hemşireyle asker Ahmet birbirine yanık iki sevdalı bülbül olmuş görüşemedikleri her an sanki onlara bir asır gibi geliyordu.
Ahmet köyüne izinli geldiğinde durumu ailesine anlatsa da onu kim dinler! Küçük kardeşi Mesut köyden bir kızı kaçırmış, biraz hapis yatmış, sonra kız tarafı razı gelince evlenmiş, haliyle elde avuçta beş kuruş kalmamıştı ki Ahmet’i nasıl nişanlasınlar.
İzin dönüşü Ahmet’in morali çok bozuk olsa da bunu Aysel’e belli etmez. Yine eskiye dönerek fakirliğin, ezikliğin öfkesini yalanla çıkarma yoluna gitmiş, memlekette şuyumuz var, buyumuz var demeye başlamış, “Babam nişanlanmamıza razı, ama şehre göç ediyorlar. Orada kardeşime iş kuracaklar sonra buraya gelip ailenden seni isteyecekler” derken hırsından kıp kırmızı olduğunun farkında bile değildir.
Ahmet izine gittiğinde Aysel ailesine durumu açmış, ama “Oğlan henüz asker, daha işi gücü bile yok. Hele şimdi bunun sırası değil” diye ters cevap almıştı.
Ahmet’in askerliği bitmeye yüz tutmuştu. Son bir gayretle bölük komutanına durumu anlatıp beraberce Konya’ya nişan takmaya gitseler de, kız babasının “Ben kızımı akrabamdan falanın oğluna ta onlar küçükken ’beşik kertmesi’ yaptık, kusura bakmayın komutanım” deyip yol göstermesiyle bütün hayalleri suya düşmüştü.
Bir ay sonra da tezkeresini alan Ahmet vedalaşmak için önce Konya’ya, oradan da hastaneye sevdiğini görmek için uğrar. İki aşık tel tel dökülen gözyaşları arasında vedalaşırken bir yandan da yanlarında bulunan nişan yüzüklerini birbirlerinin parmaklarına takarak nişanlanmış olurlar.
Köy Ahmet’in başına dar gelmekte, akşama kadar ağzında aşk türküleri dağ bayır dolaşmaktadır. Kara sevda herhalde bu olmalı…
Ne yaptığını bilmeyen Ahmet kendini Konya’da hastanede nişanlısı Aysel’in kollarında bulur.
Hoş beşten sonra evlenmeye karar verip bindikleri otobüsle Ahmet’in köyünün bağlı bulunduğu şehre gelerek resmi nikah yapıp kiraladıkları bir taksiyle köylerine gelirler.
Aysel köye gelince gördükleri gerçekler karşısında şok olsa da aşk galip gelir, Ahmet’in yalanlarını affeder. Zaten bu işin geriye dönüşünün olmadığını fark eder.
Aysel’in anne ve babası sağı solu araştırsa da adres bilmedikleri için kızlarının Ahmet’le kaçtığına kanaat getirerek durumu adli mercilere bildirmekten başka ellerinden bir şey gelmez.
Ahmet’in ailesi akrabalarının maddi ve manevi gayretleriyle düğün günü belirleyip hazırlıklara başlarken oğullarına da “Ayıp olmasın oğlum, sen telefonla Aysel’in ailesini düğününüze davet et” diye talimat verirken diğer oğullarını da nikahlarını kıyması için köyün imamını çağırmaya gönderirler.
Ahmet komşunun telefonundan Aysel’in anne ve babasını düğüne davet ederken, onların altına serecek yatak ve yorganları olmadığı için “Ben sizi düğüne davet ediyorum ama siz sakın yola çıkmayın yollar kar ve tipiden kapalı” yalanına başvurarak gelmelerini engellemeye çalışır.
“Temmuz ayının içinde kar ve tipinin aslı ne, bu nasıl iş” diye şüpheye kapılan Aysel’in babası o zaman o şehre çalışan bir otobüs firmasını arayarak durumun öyle olmadığını anlayıp ertesi günü köye hanımıyla gelerek düğüne katılmak için misafir olur.
Hoş beşten sonra “Sahi Ahmet sen telefonda bana ne diyordun, şimdi şu hale bak sıcaktan buram buram terliyoruz bu nasıl iş evladım” der.
Şaşkınlığı üzerinden atan hazır cevap Ahmet “Baba ALLAH’IN İŞİ BELLİ Mİ OLUR, iki gün önce hava öyleydi bu gün de böyle, ne yani ben şimdi yalan mı atmış oluyorum” deyiverdi.
ERDOĞAN ÇALIŞKAN 21 12 2013 KIRŞEHİR GERÇEK YAŞANMIŞLIKLAR
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.