GÜNDÜZ İNSANLARIN, GECE CİNLERİNDİR DERDİ BABAANNEM…
GÜNDÜZ İNSANLARIN, GECE CİNLERİNDİR DERDİ BABAANNEM…
Of aman dedirtecek kadar sıcak bir gündü ve denizin kenarında bile bu sıcak, yoğun bir şekilde hissediliyordu.
Konuşup anlaştığımız halde henüz kimse gelmemişti, bulamadılar mı beni acaba? Yok, beni bulamamaları imkânsızdı burada ap’ayan deniz kenarında kayaların üzerinde oturuyorum, nasıl göremezler, nasıl bulamazlar beni ya? Diyor bir yandan da hırsımdan çekirdekleri çıtlatıyordum. Öylesine hızlı yiyordum ki çekirdekleri, sanki birisi gelip elimden alacakmış gibi, ardı ardına sıralıyordum çekirdekleri dişlerimin arasına
Şöyle bir uzanmak istedim, oturduğum taş buna müsaitti.. Etrafımda insanlar vardı ve ne düşünürler acaba? Diyerek uzanmaktan vaz geçtim. Denizin kıyısına inip ayaklarımı suya sokmak istedim ama sokamadım. Sağım da solum da yüzenler vardı, benim oturduğum yerde hiç kimse yüzmüyordu çünkü suyun yüzeyi çöplük gibiydi ve girilecek gibi değildi. Kendime yeni bir yer aramaya başladım buldum, ayaklarımı suya soktum ve uzun bir süre ayaklarım suda kaldı.
Üç küçük çocuk kenar da durmuş, gelen dalgalara attıkları çığlıklar bir harikaydı. Duygularım kabardı ve o an çocuk olasım geldi içimden, çocukluk ne güzel şeymiş be GÜLÜM. Bu dünya da çocuk olmak varmış anasını satayım cinsinden, duygu yüklü bir hisse kapıldım. Çocukların çığlığı dalganın sesine karışınca yeni bir dünya ve hiç uyanmak istemediğim o rüyada kalmak istiyordum. Deniz kıyısında baharlar açıyordu bu çığlığı her duyduğumda ve az ilerimde anne ve de babaları onları seyrediyordu. Oh ne güzel, cennetin bahçesi bu olsa gerek dedim kendi kendime.
. Ben ise sağa sola bakmaktan boynum kopacaktı neredeyse. Artık bu saatten sonra gelmezler saat bayağı ilerlemişti çünkü. Güneşte yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlamıştı ve ben hiçbir şey yapmadan oturduğum yerden etrafı seyrediyordum, hırsımı bir türlü bitmek bilmeyen çekirdeklerden çıkarıyordum.
.. Kafamın içi boşalmıştı ve boş bir kafayla bakıyordum etrafıma, ’’öküzün trene baktığı gibi’’.
Rüzgâr, eteğimi havalandırmakta ısrarlıydı. Ben eteğimi sıkıştırdıkça rüzgâr ise inatla çekip çıkarıyordu eteğimi sıkıştırdığım yerden. Bir süre sonra rüzgârla inatlaşmaktan vaz geçtim ve en fazla neremi görecek bu insanlar? Kalçalarımı, görsünler; kimse de olmayan bir şey mi vardı bende., hayır. Burası deniz kıyısı dedim ve eteklerimi özgür bıraktım, rüzgâra, al-al senin olsun eteklerim hayrını gör dedim. Az ötemde insanlar çırıl çıplaktı ve kendilerini yerlere atmış sere serpe yatıyorlardı. Of be, öylesine canım sıkılıyordu ki, bir ara geri dönmeyi de düşündüm ama dönemedim.
Artık onları unutmuş, bu saatten sonra gelmezler diye düşündüm ve denizin en uç noktasında ki gelen gemileri izlemeye başladım, bir an deniz kıyısında olduğumu unutmuştum ki, bir el beni kendime getirdi, bu el kuzenimin eliydi.
Onu görünce nasılda sevindim, kanat takmış uçacaktım sanki. Eliyle, gelin- gelin burada diyerek, annesiyle yengesini çağırıyordu. Defalarca arkamdan geçip gitmişler de beni görememişler. Hazır cevap olan yengesi anında sözünü yapıştırdı, ’’Biz siyah şapkalı birini değil, beyaz saçlı birini arıyorduk, sen siyah şapka takınca biz de seni tanıyamadık’’ dedi. Ve hep birlikte gülüştük, her neyse gelmenize çok sevindim siz gelmeyince ben de gitmek üzereydim dedim
Kuzen, geç gelişlerinin nedenini açıklamaya çalışıyordu ve ’’Sen beni aradığında ben yemeği daha yeni koymuştum ocağa yemek kaynamamıştı bile’’ diyerek kendini savunuyordu kendince.
.İyi de, ben seni aradığım da sen bana, ‘’ben yemeği ocağa yeni koydum ‘’demedin ki. Ben seni çok iyi tanıdığımdan dolayı ağırdan alıp ben de geç çıktım evden. Bu gördüğün yolu iki kez boydan boya gezdim, zaman geçsin diye ta ilerdeki alış veriş merkezine bile girdim.
Geç gelirsiniz diye düşünmüştüm ama bu kadarını da düşünmemiştim doğrusu, boş verin, geldiniz ya, önemli olan da bu dedim kuzene. Konuşmaya başladık ama asla derin bir sohbet olmuyordu çünkü konular hiç değişmiyor hep aynı şeyler konuşuluyordu, zaten kimsenin kimseyi dinlediği de yoktu. Herkes çok bilgili ve de çok akıllıydı, bu yüzden hepimiz olduğumuz yerde sayıyorduk.
Kuzenin yengesi, oturma pozisyonum konusunda beni uyardı, ’’Her yer meydanda deyip gülmeye başladı.
Biliyorum, ben de rüzgârla bir süre mücadele ettim ama başaramadım, aman boş ver kim görecek beni? Hem bakmasınlar, ne diye bakıyorlar ki bana.
Kuzenin yengesi kuzene bakarak,’’aa bu kadın çok değişti biz görmeyeli’’ dedi ve de devam etti. ’’Baksana hiç aldırış etmiyor eteğinin dağılmasına’’. Sonra da bana dönerek ’’Artık eteklerini topla epey rüzgâr aldın’’ dedi.
Ne yapayım? İnsan pantolonun rahatlığına alışınca, etek giyince de böyle frikik verebiliyor, sahi, başka bir şey görmedin değil mi?
’’Görmem mi, pembe bir don giyiyorsun’’, dedi gülerek
Evet, pembe ama şimdi kirli bir pembe oldu. Yeni aldığım bir gömlekle birlikte yıkayınca bu hale geldi, harika bir pembeydi şimdi ise kirli pembe oldu ve sana da çok kızdım, hani şimdiki giysiler boya vermiyordu. Öylesine dağılmıştık ki, saçma sapan şeyler konuşmaya başlamıştık sözde yarı şaka yarı ciddiydik. Sıkılmıştım hep aynı şeyleri konuşmaktan. O ne dedi, bu nasıl cevap verdi?
O çok kazandı, ötekisi nasıl kazıklandı.. Onun hastalığı nasıl, ne zaman başladı. Of ya..., sözde bir avuç huzur almak için gelmiştik buraya, konuştuklarımıza bi’ bakarmısınız hele...Başka şeyler, hoş ve de zevkli şeylerden bahsedelim istiyordum bu yüzden don meselesini o kadar uzatmıştım, saçma sapanda olsa da gülüyorduk en azından.
.Kuzen ve yengesi, gitmeleri gereken bir düğün vardı ve o düğüne maddi sıkıntılar nedeniyle gidemedikleri için günü benimle sahile gelmeyi kabul etmişlerdi. Ben de bir yakınımın düğününe gidememiştim. Ne olursa olsun, para hayatımızın en önemli yerini işgal etmişti ve parasız bir şey olmadığını net bir biçimde o gün öğrenmiştim…Sonra da annemden için, için özür dilemiştim. Anneme; anne ya para önemli değil, önemli olan insanlıktır, dediğim yıllar geldi gözümün önüne ve annemin çektiği sıkıntıları yıllar sonra ancak anlayabilmiştim ’’yaşamayınca anlayamıyorsun’ ‘tezi bir kez daha doğrulanmıştı. Benim param yoktu bu yüzden düğüne gelemedim diyemedim kimseye ama kimin ne düşündüğü da umurunda olmadı çünkü beni ben biliyordum ve imkânlarımı ne kadar zorlasam da yapabileceğim bir şey yoktu.
Rüzgâr, biraz daha hızını artırmış, hava da kararmaya başlamıştı ve az da olsa üşüyorduk ama bu üşüme tatlı bir üşümeydi. Etrafımız boşalmış, çocuklar ve de anne babalar gitmiş, gençler guruplar halinde geliyorlardı yaşlıların boşalttığı yerlere.
‘’Gündüz insanların, gece ise cinlerindir’’ derdi babaannem. Orada oturup onları seyretmek vardı ya neyse bizler bu durum için müsait değildik. Eve gitme telaşı, artı İstanbul trafiği. Hadi kızlar, bizim buralardan gitme zamanımız geldi ve hadi gidelim deyince, herkes başlarını sallayıp onayladılar beni...
Onlar evlerine yürüyerek gideceklerdi. Benim yolum İstanbul’un en pis yerinden geçip en tehlikeli yerine gidecektim,yani Fikirtepeye; o yolu hava iyice kararmadan geçmek istiyordum, yani ’’cinler henüz inlerindeyken, evime gitmeliydim.
Hep birlikte yaya geçidine kadar yürüdük. Birinci minibüsü kaçırdım, ikinci minibüse bindim. Yol bir kalabalık, bir trafik vardı ki bildiğimiz İstanbul trafiği işte.
Biriki duraktan sonra inenler ve de binenler olmuştu ama benim başımda siyah kasket, belden aşağısı fır- fır olan siyah bir kot eteği, üzerim de önü fermuarlı siyah ağırlıklı bir buluz vardı ve bu şekilde minibüsün bir kenarına ilişmiş dışarıyı seyrediyordum, yani farklı bir havam olduğunun farkındaydım ama bunu kendime bile çaktırmıyordum...,derken bir el omuzuma dokundu ve bana boşalan koltuğu göstererek otur dedi. Başımı çevirdim ve omuzuma dokunan elin sahibiyle göz göze geldik. Baktım beyefendi benden daha yaşlı duruyor ve hayır teşekkür ederim siz oturun dedim ama beyefendi ısrarla otur deyince ben de mecburen oturdum koltuğa. Elli yaşlarında, omzunda siyah bir çanta ve kır saçları ensesine kadar iniyordu bu beyefendinin
Önümde ki koltukta da genç bir delikanlı oturuyordu ve bir durak sonra o delikanlı inince o beyefendi hemen onun yerine oturdu.
Kuzenimden tam dört tane sakız almış hepsini aynı anda çiğniyordum. Sakızları büyük bir özenle çiğniyordum ve arada sakızı dilimin altına saklıyordum ki dikkat çekmeyeyim diye.
Adım adım giden trafik açılmış, şoför tam gaz sürüyordu minibüsü ve her durakta uyarıyordu ’’inecek olan var mı?’’ diyordu. Minibüs her durduğunda o beyefendi arkasına bakıyordu ve benim inip inmediğimi kontrol ediyordu. İlk başta önemsemedim ama sürekli bakmaya devam edince sinirlerim gerildi ve endişelenmeye başladım açıkçası. Şoför, ’’Otosan’dan inecek var mı?’’ Deyince ben hemen yerimden kalkıp kapıya yöneldim. O beyefendi şoföre, ’’Şoför bey, inecek varmış’’ diyerek şoförü uyarması beni iyice huylandırmıştı, sana ne be adam diyecektim ama diyemedim.
Otasan da minibüs durdu ve hızla arabadan indim ve aynı hızla eve doğru yürümeye başlamıştım ki arkadan bir ses. Yenge hanım araba var’’ diyerek beni uyardı. Geri dönüp baktığım da ise o beyefendi de benimle birlikte inmişti ve benimle birlikte aynı hızla yürüyordu; korkmaya başladım, hadi ayaklarım kurban size deyip ayaklarımı yere değdirmeyip adeta havada yürüyordum. O kadar hızlı yürüyordum ki ta ilerde ki kalabalığa yetişmiştim bile, oh deyip derin bir nefes aldım ve karşıdan başka bir kalabalık daha gelince iyice rahatlamıştım… O beyefendi bizi geçip gidebilirdi ama gitmeyip o da bizimle yürüyordu.
Birlikte yürüdüğüm kalabalık ileriden başka yöne gidince ben yine tek başıma kalmıştım ve o beyefendi de beni takip etmeye devam ediyordu
Semti çok iyi tanıyordum, arkadaş çevrem de vardı ve kendimi tanıdığım bir arkadaşın oturduğu binanın bahçesine attım uzun bir süre o bahçede bekledikten sonra o beyefendi gitmiştir düşüncesiyle bahçeden çıktım ve evime gittim.
Gündüz YAVUZ...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.