- 470 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Minareyi çalan kılıfını uydurur
Minareyi çalan kılıfını uydurur. Bu kılıf da genelde demagojiktir. İtirazın en komik ve hikmetsiz olanı, itiraz edenin, itiraz ettiği şeyi kendisi de yaparken itiraz etmesidir. Bu yüzden Mustafa İslamoğlu’nu, kendisine yaptığım bütün eleştirilerin yanısıra ‘komik’ de buluyorum. Düşünün, daha kitabı matbaada iken Nurcular hakkında “Bir asır sonra dinden çıkacaklar…” öngörüsünde bulunan İslamoğlu, kitabının içinde de Bediüzzaman’ı ebced/cifir yöntemiyle kâhinlik yaptığı eleştirisine tâbi tutuyor. Tabii insanın aklı karışıyor: Kim daha kâhin?
Bir asır sonra dinden çıkaran mı? (Ki kitapta bir asır sonrasına da bırakmıyor işi) Yoksa bir hadisten (kitapta hata olarak ayet deniyor ama müdakkik(!) hocamızın hatalarına alıştık artık) bir ulûm-u hafî ile analizde bulunan ve ’kesin olur/olacaktır’ demeden, hatta “Bu imalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îmalarla bir nevî kanaat, bir galip ihtimal gelebilir…” gibi ifadelerle böylesi tesbitlerini anan Bediüzzaman mı? Yani, kendi fikrinin yanlış olmasına kapı açabilen bir Bediüzzaman mı daha kâhin, yoksa bizi doğrudan cehenneme yuvarlayan İslamoğlu mu?
Tabii dayandığı şey de mühim. İlginçtir, İslamoğlu Batı’dan gelen her ilme, ilmî kaideye süper güven sahibi. Oradan çıkardığı sonuçlarla da tüm İslam geleneğine meydan okuyacak kadar babayiğit. Misalen: Nur talebelerine dair kehanetini sorgulasak Mustafadamus muhtemelen bize şöyle diyecek: “Ben bunu sosyolojik bir analiz olarak yaptım. Geçmişe baktım, kıyasladım, geleceği okudum. Bu kahinlik sayılmaz.”
Doğru. Bir ilme dayanıyorsa öngörüler elbette kehanet değildir. Bir meteoroloji uzmanı hava durumuna dair tesbitlerde bulunsa, elinde bu tesbitlerin dayandığı bir tecrübe de varsa, onun bu yaptığına kehanet denilmez. Bir iktisatçı, “Gelecek yıl ekonomik kriz olacak!” dese, elbette bir kahinin tesbiti gözüyle bakılmaz, çünkü ehl-i ihtisasdır. Yani her öngörü kehanet/medyumluk falan değildir. Fakat her nedense, İslamoğlu’nun dayandığı ilimlerle (kendisi uzmanı değilken üstelik) yapılan öngörüler/kanaatler kehanet değilken, Bediüzzaman’ın dayandığı bir ilimle yaptığı öngörü/kanaat ‘kehanet’ oluverir! Keloğlan ve Âl-i Cengiz filminde Rüştü Asyalı’nın dediği gibi: “Adaletin bu mu cazgır?”
İlmi, Alîm olan Allah’ın ilim dairesinden alıp kendi aklına indirgediği için muhteşem hocamız, hakikatine ermediği bir ilmin mevcudiyetine de nefes aldırmıyor. O bilmiyorsa, onun aklı kesmiyorsa, kuşatamıyorsa, ilim de yok oluyor. Hem de hakkında bütün İslam geleneğinde bulunan bilgilere rağmen. Niye? Onun aklı öncelikli çünkü. Uymuyorsa onlar da yanlıştır. Halbuki ebced/cifir meselesine dair hadisler mevcut. Ama dedim ya: Minareyi çalmaya niyetlenen kılıfını uydurur.
Hırsız gördük de böylesini görmedik. Bu hırsız, hırsızlığını örtbas etmek için, minarenin yokluğuna da inandırmaya çalışıyor. “Keşke çaldığıyla defolup gitse!” dedirten cinsten. O noktaya kadar getiriyor evsahibini. Bıktırıyor. Halbuki insanın aklına sığmayanı inkâr etmesinden büyük nâdânlık olabilir mi? Bu açıdan bakınca, Ateistin (hâşâ) ’Allah yoktur!“ katiyetiyle, İslamoğlu’nun "Ebced/cifir ilmi yoktur!” katiyeti arasında eğilim olarak ne fark var? İkisi de gayplarının yokluğuna kesin bir şekilde iman etmiş olmuyor mu? Üstelik mutlak yokluğun isbatı bu kadar zorken? Bu kesinlik ‘bilimsellik adına da’ ayıp olmuyor mu?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.