- 440 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
MAVİ DEFTER
Yazan: Zeynep Zuhal Kılınç
Insanın elinden gelenin fazlasını yaptıktan sonra artık hiçbir çaresinin kalmaması ne kadar tuhaf bir şeydi. Uzayıp giden koridorları sabah akşam arşınlayıp uzun bir yolculuk sonrası üstüne çöken bir ağırlığın altında kalmak ve bu ağırlığı nasıl taşıyacağını bilememek…
Dünyaya doğmanın verdiği ıstırapla inleyen her insan gibi bir gün ölümün de mukadderatı olduğunu hatırlamak belkide daha çok acı vericiydi. Zaman içinde ölümün o soğuk yüzünü unutsa da insan, birinin ölümüyle bu gerçeği hatırlıyordu.
Ölüm kokusunun şehri sardığı bir gündü. Hastanenin büyük ana kapısından hemşirelik eğitimi gören Anja, staj yapmak için içeri girdi. O meşum hastane kokusunu içine çektikten sonra danışmadaki görevliye staj yerini sordu.
Görevli ince ve uzun yüzlü bir kadındı. Kemik gözlükleri gözlerini olduğundan büyük gösteriyor, sanki Anja’nın içinden geçirdiklerini görebiliyordu. İnce bir ses tonuyla, “Anja değil mi? ” diye sordu. Anja onu başıyla onayladı. Görevliden kaydolduğuna dair belgeyi teslim alıp acile geçti.
Acilin koridorunda yeşil kıyafetli doktorlar, beyaz önlüklü hemşireler, hasta yakınları ve tekerlekli teçhizat dolapları yüzüyordu sanki. Doktorlar aralarında hastaların durumlarını konuşuyor, hemşireler ise hasta yakınlarından sessiz olmalarını istiyorlardı. Kalabalığın dağılması için işi olmayanların dışarı çıkması isteniyor ancak hasta yakınları buna itiraz ediyordu.
Anja başhemirenin odasına girmeden üstüne başına çeki düzen verirken kapı açıldı. Başhemşireyle burun buruna geldiler. Başhemşire, “Ah, merhaba. Ben de seni bekliyordum. Hemen acil bölümüne geçmemiz gerekiyor. Personelin çoğu izinli, sana ihtiyacımız var.” dedi.
Anja mantosunu ve boynundaki atkıyı çıkarıp hemşire odasındaki askıya astı. Stajyerler için hazırlanmış önlüğü giydi. Derin derin nefes alıp verdi ve başhemşirenin yanına gitti.
Başhemşire o sırada doktorlarla konuşuyordu. Konuşulan meselenin ciddiyeti uzaktan seziliyordu. Anja yanlarına ulaşınca başhemşire genç stajyeri doktorlara tanıttı. Bir süre yoğun bakım ve acilde staj göreceğini söyledi. Doktorlar müsaade isteyip yanlarıdan ayrıldılar.
Hastanenin aciline geldiler. Kutu gibi odalarda yatan hastaları ziyaret etmeye başladılar. Birinci oda “A1” olarak isimlendirilmişti. Başhemşire elindeki dosyadan bir kağıt çıkardı ve “Yirmi sekiz numaralı hastayı bugün odasına götüreceğiz. Bilinci yerine geldi. Doktor öğleden sonra vizite çıkacak. Ona eşlik etmeni istiyorum. Sonrasında kardiyoloji bölümüne gidecek genç bir hastamız var. Kalp yetmezliği nedeniyle burada. Onunla da senin ilgilenmeni istiyorum. Kolay gelsin” dedi ve arkasını dönüp A1 numaralı odaya girdi.
Anja elindeki kağıdı inceleyip yirmi sekiz numaralı hastanın yanına gitti. Arkasından doktor girdi. Doktor kaşını kararttı, Anja’ya döndü ve “Hastayı odasına götürün. Bir ara tahlil sonuçlarıyla birlikte uğrayacağım” deyip odadan çıktı.
Anja hastaya bakıp gülümsedi ve “Sizi şimdi odanıza götürüyorum. Doktor bey size gereken açıklamaları yapacak” dedi. Bunu söylerken sesi titremişti. Çünkü doktorun ketum davranmasının iki sebebi olabilirdi. Hasta ya çok acı çekecek ya da yakın zamanda ölecekti.
Anja hastayı odasına götürdükten sonra tekrar acil bölümüne indi. Kardiyolojiye gidecek olan hastanın odasına girdi. Yirmi bir yaşında soluk benizli genç yatakta yatıyordu.
Anja hastanın serumunu değiştirip onu seyretti. Genç hasta nefes almakta güçlük çekiyordu. Göz ucuyla hemşireyi izledi. Konuşabilmek için hafifçe doğruldu, “Hemşire hanım” dedi kısık bir sesle. Göz göze geldiler ve Anja hasta bilgilerinin yazılı olduğu kağıda bakıp “Bay Michel kendinizi nasıl hissediyorsunuz?” diye sordu. “İyi değil” dedi genç hasta. “Kendimi çok yorgun hissediyorum, galiba artık son günlerim” deyip öksürdü.
Anja hastanın yatağında doğrulmasına yardım etti. Ellerinden tutup “İyi olacaksınız” dedi. Genç adam gözlerini yumdu, yutkundu ve tebessüm etti. “İyi olmak isterdim, ama artık düzeleceğimi sanmıyorum. Kalbim beni yarı yolda bırakıyor.” dedi.
Bu sırada koridordan bağırtı sesleri geliyordu, “İçeride annem yatıyor. Girmeme izin vermelisiniz” dedi adam. Doktorlar bunun mümkün olmadığını söylüyor ama bir türlü dinletemiyorlardı. “Beni daha fazla kızdırmayın! Benim kim olduğumu biliyor musunuz!?” diye çıkıştı.
Genç Michel ile hemşire göz göze geldiler. “Adam delirmiş” dedi ağzındaki oksijen maskesini kaldırarak. Sonra maskeyi tekrar ağzına dayadı. Anja gülümsedi. “Sizi kardiyolojideki odanıza götürmeliyim” dedi. Hastanın yatağını kapıdan çıkardı. Diğer hemşire yardıma geldi. Koridordan geçerken az önce koridorları yüksek sesiyle inleten adamı gördüler. Adam dizleri üstüne çökmüş ağlıyordu. O “Ben kimim biliyor musunuz!” diye haykıran adamın yerine aciz ve bitik biri gelmişti sanki. Sessizce ağlıyordu. Yüksek sesiyle çınlayan koridoru şimdi bir ölüm sessizliği kaplamıştı.
Anja genç hastayı odasına götürdü ve dışarı çıktı. Başhemşire koridorda bekliyordu. “Nasıl geçti?” diye sordu. Nasıl bir cevap vereceğini bilmiyordu ama duygusal anlamda kafası karışmıştı. “Hastalar için üzülme, onlara acıma. Ölmek kurtuluştur.” Dedi başhemşire.
“Üzülmüyorum. Bunlar olağan şeylerdir. Yaşarız ve ölürüz. Hepsi bu.” diye cevapladı. Ama içinden bir ses “Hepsi bu.” sözünü kabullenmemişti.
Başhemşireyle bu tür konuları konuşmak istemediğini anladı. Çünkü inanç ve felsefi konuların herkesle konuşulamayacağını biliyordu. İnançlı olmasa bile yaşanılan hayatın o kadar ucuz olmadığını biliyordu.
Tekrar Michel’in odasına girip ateşini ölçtü. Michel arada bir uykuya dalıyordu. Ama şimdi uyanıktı. Anja’ya baktı ve “Söyler misiniz, sizce ölmek nedir?” Az önce bu meselelerin iç sıkıntısını gidermek isterken bu soru nereden çıkmıştı? Anja “Şimdi meselemiz bu değil. Kendinizi çok yormamalısınız” dedi. Michel “Buraya gelmeden önce mimarlık bölümünde okuyordum. Yirmi üç yaşımdayım. Kalbimin artık hayata tutunmak istemediğini öğrendim. Bence ölüm hayata tutunmamak için bir uyarıdır.” dedi.
“Bütün bunları bana neden söylüyorsunuz? Bu tür soruları cevaplamak zorunda değilim. Dilerseniz size rahip Chris’i çağırabilirim” dedi.
Michel’in yüzü düştü, “Sadece konuşmak istemiştim.” dedi. “Ancak haklısınız sorularımla meşgul olmak zorunda değilsiniz.” diye ekledi.
Anja pişman oldu. Ölümü bekleyen bu gence daha şefkatli davranabilirdi. Odadan çıkmadan hızla Michel’e döndü ve “Aslında benim de konuşmaya ihtiyacım var” dedi. “Ben de cevapsız sorularımın olduğunu fark ettim, sizin bu sorularınıza benzeyen türden. Ama bu soruların cevabını bilmiyorum. Sanırım benim de konuşmaya ihtiyacım var.”
Michel daha rahat nefes alıp vermeye başladı. Oksijen maskesini yüzünden indirdi, “Dolaptaki rafta bir defter var.” dedi, sesi fazla çıkmıyordu. Nefesi daralmıştı, maskeyi tekrar ağzına dayadı. Raftaki defter mavi deri kapaklıydı.
Anja defteri alıp Michel’e verdi. “Bu defterde çok şey var. Sevinçlerim, hüzünlerim, gizli saklı ve bazen herkese haykırdığım şeyler... Bir gün bu odadan beyaz tenli bir şövalye karanlık bir dehlize doğru götürüldüğünde, bu defteri okumanızı tavsiye ederim. İlk sayfası yeterli olacaktır. Ama hikayemin tamamını da okuyabilirsiniz.
Kimse gözlerime bakıp “Nasılsın?” diye sormadı. İnsanların kendi dünyalarına çekilip bir mağara hayatı yaşayarak sadece popüler kişilere ilgi duyduklarını aladığımda, kalbimi yavaş yavaş yitirmeye başladım. Sonrasında yalnızlığı seçtim.
Bugün burada tek başıma yatıyor olmam bana koymuyor. Çünkü ben hayatım boyunca gözlerinin içine baktığım sevdiklerimin yanında yalnızdım zaten. Bir varoluş krizinden diğerine gezindim durdum. Her gün yatağımdan kendimi yeniden topladım ve ayaklarımı sürüye sürüye karıştım hayata. Belki birisi elini uzatır ve beni bu buhrandan kurtarır diye. Ama insanlar öyle meşguldüler ki kimse gözlerimdeki ıstırabı görecek kadar zaman ayırmadı.
Söyler misiniz bizleri sokaktaki bir dilenciden farklı kılan nedir? Onlar para dileniyor biz ise ilgi arıyoruz. Sadece ilgi mi? Elbette değil. Sevgiyi ve merhameti dileniyoruz adeta. Ama tıpkı o sokaktaki dilenciler gibi kanıksandık.”
Anja gözlerini Michel’den ayırmıyor onu dikkatle dinliyordu. Kendini onun yerine koydu. Ya bir gün onun da kalbi yorulursa?
Düşüncelerinden sıyrıldığında Michel’in uykuya daldığını fark etti. Mavi defteri alıp bahçeye çıktı. İlk sayfasını açtı, boştu. Tarih atılmıştı: 22-10-2010. Sayfanın ortasında da bir nokta. Bu muydu yani?
Defteri karıştırırken son sayfasında şu cümlelerin olduğunu gördü:
“Bir gün kendini bir yabancının gözünde bulacağını söyleseler, inanır mıydın? Ya da yabancı bir şehrin tam ortasında, iki taşın arasından başını uzatan bir ayrık otu gibi belirip kimsenin fark etmediği bir yerde biteceğini?
Hayatın içine birden atlayıp nereden geldiğini ve nereye gideceğini anlayamadan yine de yürümek mecburiyetinde olmanın telaşı sardı mı seni hiç?
Öykücülerin, geceleri ateşin etrafında toplanıp birbirlerine muhayyilelerinden imgeler hediye ettikleri o mutlu zamanlar geride kaldı. İşte belki tam da bu sebeple insanlar artık yapayalnız. Kimse kimseyle konuşmak istemiyor. Bir hayat öylece gelip geçiyor, insanlar kocaman bir boşluğun içinde kayboluyor!”
Anja gözlerindeki yaşları sildi. Istıraplar içinde kıvranan bir insanın yazdıkları kalbine oturmuştu. Odaya koştu. Beyaz tenli şövalyenin odasından dışarı çıkarıldığını görünce defter elinden yere düştü…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.