- 520 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ASKI
ASKI
Sürmeli köyünün birazcık dışında sıvaları yer yer dökülmüş toprak damlı iki odalı küçük bir ev vardı. Evin çevresi zamanın ağır yükü altında eriyerek yok olmaya yüz tutmuş kerpiç bir duvarla çevrilmişti. Duvarın etrafı ise birkaç metre aralıklarla ekilmiş kalın ve uzun kavak ağaçlarıyla sarılmıştı. Ağaçlarının arasından bakıldığında evin bahçesinde tahtadan yapılmış derme çatma eğreti bir samanlığın yanı sıra eve bitişik içerisine ancak bir kaç küçükbaş hayvanın sığabileceği bir de ahır göze çarpıyordu.
İşte Kahramanımız Muharrem bu küçük mütevazı köy evinde Babası Seyfi annesi Hatice ve kendisinden üç yaş küçük kız kardeşi Suna ile birlikte yaşıyorlardı. Seyfi ailesinin nafakasını çıkarmak için köyün çobanlığının yanı sıra inşaat, ağaç budama, kanal temizleme dâhil, köyde kimin ne işi olursa yapıyor, nereye çağrılırsa koşa koşa gidiyordu. Ayrıca babadan kalma bir kaç dönümlük toprağını ekip biçerek kışlık ekmeklik ununu elde ediyor, dosta düşmana muhtaç olmadan kıt kanaat geçinip gidiyorlardı.
xxx
Bir kış günü;
Evin tahta kapısı gıcırdayarak açıldı. Ardında başında sekiz köşeli kasketi, sırtında yamalı paltosu olduğu halde uzun boylu bir adam içeri girdi. Bu kişi Muharremin babası Seyfi’den başkası değildi. Babasını gören Muharrem bir hışımla oturduğu yer minderinden kalkıp karşısına dikildi.
-Baba Askı nerede? Diye, sertçe sordu.
Seyfi cevap vermek yerine başını öne eğmekle yetinmişti.
-Baba askı nerede? Diye sorusunu yineledi, ses tonunu yükselterek.”Baba askı nerede?”
Adeta küçük dilini yutmuş gibi Seyfi’den çıt çıkmıyordu. Kısa bir süre öylece sessiz kaldı, ardından başını usulca yukarı doğru kaldırdı. Üzgündü, kirli sakallı suratından, her neyse yaptığı işten utanan bir insanın suçluluğu ve mahcubiyeti alenen okunuyordu. Yanaklarının ıslaklığı ise koca adamın ağlamış olduğu anlamına geliyordu. Sonra birkaç küçük adım atarak her iki kolunu oğluna doğru şefkatle uzattı. Titreyen dudaklarıyla bir şeyler söylemek istedi, konuşamadı. Ağzından çıkacak kelimeler boğazında düğümlenmişti.
Muharrem babasının garip tavırlarından ve yüz ifadesinden ne demek istediğini anlamış, aynen babası gibi olduğu yerde donup kalmıştı. Bir anda içinde hüngür hüngür ağlama hissi oluştu, ağlayamadı. Duygularına hâkim olması her saniye imkânsız bir hal akıyordu. Yanakları kıpkırmızı olmuş derin derin burnundan soluyordu, zaten asık olan yüzü inanılmaz bir şekilde gerildi. Ardından ruhunda oluşan dayanılmaz bir üzüntünün tezahürü sonucu“Askııı” diyerek acıyla haykırdı. Sonra hiç kimsenin onu yakalayamayacağı bir çeviklikle yıldırım gibi fırladı. Bu öyle ani bir fırlayıştı ki ayağındaki lastik ayakkabılarının her biri bir tarafa savruluvermişti.
Kapının hemen yan tarafında elleri koynunda üzgün ve endişeli bakışlarıyla olanlara şahit olan annesi kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle oğlunun peşinden seğirtti.
-Muharrem. Diye avazı çıktığı kadar bağırdı. “Muharrem dön geri” Fakat Muharrem gençliğin ve hırsın verdiği güçle bir çırpıda bahçe duvarının üzerinden uçar gibi atlayıp kısa bir sürede gözden kaybolup gitmişti bile.
Hatice kapının eşiğine dizleri üstüne çöküp, canından çok sevdiği evladının peşinden yaşlı gözleriyle bakakalmıştı.
-Bırak hanım, bırak gitsin. Dedi Seyfi “ Onun simdi yalnız kalmaya ihtiyacı var.
-Ama soğuk ve kar. Diye kekeledi Hatice, ağlayarak. “Üstelik ayağında ayakkabıları da yok”
-O bu havalara alışıktır, korkma bir şeycikler olmaz. Göreceksin biraz sonra gelecek. Diye sessizce mırıldandı Seyfi.
Hatice ayağa kalkıp ağlayarak yaklaştı. İki elini yumruk yaparak kocasının göğüs bölgesine bir kak kez vurdu.
-Neden yaptın neden? Diye inledi
Birkaç dakikadır bıçak vursan kanı akmayacakmış gibi kaskatı kesilen Seyfi güçlü kollarıyla karısına sarıldı. Ardından yakın bir akrabasını kaybetmiş gibi yüksek sesle ağlamaya başladı.
xxx
Sabahın ilk saatleriydi ve aylardan ocaktı. Dağlar dereler tepeler her yer beyaz örtüyle kaplanmıştı. Nedense bu sene kış çok daha çetin geçiyordu. Çok daha fazla yağmıştı kar.
Muharrem yalınayak dizleri boyuna ulaşan karlara bata çıka ağlayarak koşuyordu. Deniz mavisi gözlerinden sicim gibi akan gözyaşları yanaklarından süzülüp ak karların üzerine damlıyordu. Aynı zamanda dudaklarından “Askı “ sözünden başkaca bir söz çıkmıyordu. Kısa bir koşunun ardından köyü bir avuç içi gibi çevreleyen tepeleri aşmış ovaya çıkmıştı.
Ufukta tüm haşmetiyle görünen Ağrı dağı nazlı bir gelin misali; gelinliğini giyinmiş, duvağı bembeyaz kar bulutlarıyla süslü, usta bir ressamın fırçasından yansıyan muhteşem bir tabloyu andırıyordu. Göz alabildiğince uzanan kar denizine gözlerini kırpıştırmadan bakmak ise imkânsızdı. Zira bulutların arasından süzülüp dağın yamaçlarından birer ok gibi fırlayan sabah güneşinin ışıkları karlardan müthiş bir parlaklıkla yansıyor insanın gözlerini kamaştırıyordu.
Muharrem durmaksızın ağlayarak koşuyordu. Hava soğuk olmasına rağmen oldukça terlemiş tabiri caizse terden sırılsıklam olmuştu. Bir süre sonra koşmayı bıraktı, daha doğrusu bırakmak zorunda kaldı. Çünkü o kadar yorulmuştu ki ayakları onu taşıyamamış karla kaplı zemine yüzükoyun kapaklanmıştı. Onun yerinde kim olsa bu şartlarda bu kadar yolu koşmaya değil yürümeye dahi cesaret edemezdi. Neden sonra yavaşca ayağa kalktı. Elleriyle üstünü başını çırparak her tarafına bulaşan karları temizledi. Bir anda ayaklarında ayakkabılarının olmadığını fark etti. Babasının daha dün Tuzluca’dan aldığı, onu sevince boğan, gece başucunu süsleyip, sabah erken uyanır uyanmaz ayağına geçirdiği cızlavet lastik ayakkabısı ayaklarında değildi. Ayakkabılarının nerede ve ne zaman ayaklarından çıktığını dahi hatırlamıyordu.
Saatlerdir Askı’sından bir iz bulma umuduyla karların üzerinde bir o yana bir bu yana debelenip durmuştu. Üstüne üstlük çıplak ayakları sızlamaya ve yanmaya başlamıştı. Bir kara yer arayıp üzerine çıkmak bir az olsun ayaklarını ısıtmak için etrafı kolaçan etti. Ama ayaklarını basabileceği yegâne zemin kardı. Geri dönmeyi düşündü, babasına olan kızgınlığı onu bu eyleminden vazgeçirdi. Babası Askı’sını besbelli ölüme götürmüştü. Ama nereye? Diye kendisine sordu. Askı’nın ölümünü düşünmesi nedeniyle yeniden ağlamaya başladı.
Muharrem güçlü bir çocuktu. Uzun boylu ve geniş omuzları vardı. On iki yaşında olmasına rağmen yaşıtlarından daha büyük gösteriyordu. En kötü huyu ise, sessiz, içine kapanık, kimseyle, babası ve annesi, hatta küçük kardeşiyle bile tam bir samimiyet kuramıyordu. Varsa yoksa Askı Askı. Yani koca Sürmeli köyünde onun arkadaşı yalnızca bir tek Askı’sı vardı.
xxx
Şimdi; tahmin edenleriniz mutlaka olmuştur, ama kimilerinizin bir çocuğu kendisine böylesi bir tutkuyla bağlayan bu Askı nedir diye sorduğunuzu duyar gibi oluyordum. Hemen açıklayayım.
Askı köyün en güçlü köpeğiydi. Köyün dediysem değil Sürmeli Tuzluca’da bile ondan daha iyisinin olmadığı söylenirdi. Her şeyden önemlisi o Muharrem’indi. Babasının annesine “bu çocuğa bir köpek getireyim de hiç olmazsa onunla arkadaş olsun, yoksa adı köyün delisine çıkacak telef olup gidecek” dediği kulaklarında çınladı. Ardından babasının Askı’yı getirdiği günü hatırladı “ Ah baba neden baba diye” Sızlandı. Babası Kars’ a Borluk yaylasına çobanlığa gittiği senenin güzünde getirmişti, O zamanlar küçük, sevimli ve çok hareketliydi. Sürekli Muharrem’in pantolonunun paçasına asıldığı için ona Askı adını vermişti. Yıllar geçtikçe Askı büyüyüp serpilmiş güçlü ve akıllı bir köpek olmuştu. Adeta birlikte büyümüşler yemeklerini dahi aynı anda yiyecek kadar aralarında ileri bir bağ oluşmuştu. Bu yüzden birbirlerine çok düşkündüler. Karda, çamurda, yaz sıcağında Araz’ın serin sularında oynaşmak en büyük zevkleriydi. Görenler bu ikiliye gıpta ile bakıyorlardı. Köylüler arasında bu birlikteliği kıskananlar bile azımsanmayacak kadar çoktu.
Bir gün Muharrem hastalanmış, bir hafta kadar Iğdır’da hastanede yatmak zorunda kalmıştı. Bu süre içinde Askı’nın sürekli özellikle geceleri bir kurt gibi uluyarak Muharrem’in hasretini çektiğine bütün köylü şahit olmuş bu durum herkes tarafından şaşkınlıkla karşılanmıştı. Askı’nın acı acı ve bitip tükenmeyen uluması küçük çocukları korkuttuğu için köylüler homurdanmaya başlamışlar, hatta jandarma karakoluna şikâyette bile bulunanlar olmuştu. Neyse ki bir haftanın sonunda âşıklar kavuşmuş bütün Sürmeli rahat bir nefes almıştı.
Düşünüyordu Muharrem ve çocuk aklıyla bütün bu olanlara hiç bir anlam veremiyordu. Bu insanlar ağzı dili bağlı zavallı bir hayvandan ne istiyorlardı. Zaman zaman onun başını okşadığı vakitleri hatırladı. O anlarda sevgiye muhtaç yetim bir çocuk gibi seviniyordu Askı. Gözleri ışıldıyor, çehresini inanılmaz bir mutluluk bürüyordu. “Ah askı” diye mırıldandı “Ah askı neredesin?
Çok şiddetli olmasa da esen soğuk kış rüzgârı Muharrem’in uzun sarı saçlarını sağa sola savuruyordu. Ama o dizlerine kadar ulaşan kar ve soğuğa aldırış etmeden bakışlarıyla dört bir yanı radar gibi tarayarak Askı’yı arıyordu. Bir anda köpek benzeri bir karartının karları yararak hızla kendisine doğru geldiğini gördü. Gözleri umut ve heyecanla parladı. Hızla ileri, doğru atıldı. Ne var ki o gittikçe karattı ondan uzaklaşıyordu. Yoruluncaya kadar koştu. Ancak bu çabası fırtınanın oluşturduğu kar kümelerini düzleştirmekten başka bir işe yaramamıştı. Zira gördüğü Güneş ışıklarının karlar üzerinde yansıttığı basit bir seraptan başka bir şey değildi. Çabası boşa çıkmış, bir büyük hayal kırıklığı daha yaşamıştı, Askı yoktu.
xxx
Bir gün babası ile annesinin Askı ve köyün ileri geleni Mehmet ağa ile ilgili hiçte iyi olmayan bir konuşmalarına şahit olmuştu. O günden sonra içine bir kurt düşmüş babasının Askının başına kötü bir şeyler getireceğini hissetmişti. Bu yüzden hemen her gün her kes uyurken kalkıyor babasının yatağında Askı’nın da ahırda olup olmadığını kontrol ediyor, onları yerlerinde görünce tekrar yatağına dönüp uyuyordu.
Köyün en zengini Ahmet Ağa’nın Askı’yı kendilerine verilmesini istiyordu. O “ben bu köyün ağasıyken böyle muazzam bir köpek çobanın kapısında olur mu? olmazz” Diyor, bir türlü bu durumu kabullenmiyordu. “Ne pahasına olursa olsun o köpek benim olacak ya da onu mutlaka yok edeceğim” diye her yerde konuşuyordu. Seyfi’ye defalarca haber yollamış, Askıyı zorlada olsa alacağını söylemiş, herhangi bir sonuç alamayınca alenen tehdit etmişti.
Seyfi Askıyı vermemek için Ahmet Ağaya yalvarmış yakarmış her yolu denemiş, göçmeyi dahi düşünmüştü. Sürmeliyi terk ederse nasıl geçinecek çoluk çocuğunun rızkını nasıl çıkaracaktı ki? Çobanlık ve çiftçilikten başka hiçbir mesleği yoktu ki. Yok, yok hiçbir yere gidemezdi burası onun ata dede yurduydu, başka diyarlarda yaşamasının imkânı yoktu.
Ama Ahmet ağa bir kere kafaya takmıştı. Seyfi bir defasında “Ağam insaf merhamet et altı üstü o bir köpektir onu sana versem Muharrem kahrından ölür.” Demişti. Ne var ki ağanın kıskançlık krizi haset boyutuna ulaştığından Nuh diyor peygamber demiyordu. Askı ağa için Kör oğlunun kır atı olup çıkıvermişti. Alacamda alacam diyor, her türlü hinliği yapıyordu. Çünkü o zengindi ya o ağaydı ya. Hâşâ her şeye muktedirdi ya. İstediğini almalıydı, ya alacaktı ya da o köpeği onlara yar etmeyecekti.
Seyfi’nin Askıyı gönlünce vermeyeceğine kanaat getiren Ahmet Ağa, köyün çocuklarını örgütlemiş, üç beş kuruş harçlık vererek Askı yı ve Muharrem’i her gördükleri yerde taşlamalarını istemişti. Tabi çocuklarda bu görevi layıkıyla yerine getiriyorlar zavallı Askı ve Muharreme köyü dar ediyorlardı. Kimi fakir köylülerde “ Yok bu azgın it bizim çocuğun peşine düşmüş, yok çocuk canını zor kurtarmış, Yok bizim kümese dalmış tavukları telef etmiş” Şunu etmiş bunu yapmış gibi türlü türlü iftiralarla Askıyı adeta köyde istenmeyen vahşi bir canavar gibi göstermeye gayret ediyorlardı. Ağa bir kenara köylünün hatta bazı yakın akrabalarının bile haksız yere cephe alması onları çok üzüyordu. Şikâyetler o kadar çoğalmıştı ki bir gün Karakoldan birkaç jandarma gelip köpeklerini zincirlemelerini aksi halde köylülere veya mallarına herhangi bir zarar gelmesi halinde gereğini yapacaklarını, yani onu öldüreceklerini söylemişlerdi. Bunu duyan Muharrem ise Askı’nın boynuna sıkı sıkı sarılarak saatlerce gözyaşı dökmüştü.
Askı’yı ilk kez gören insanın ürperip korkuya kapılmasına neden olan heybetli görüntüsüne rağmen İnsanlara asla zarar vermezdi. Vefalıydı Askı yediği ekmeğe ihanet etmezdi. Fırtınalı bir kış gecesi köyün içine kadar girip ahırlara saldıran onlarca vahşi aç kurda karşı tek başına savaşmış, kurtların birkaç tanesini öldürerek gücünü ispatlamıştı. İşte onun bu kahramanlığından sonra namını Iğdır ovasında, Tuzluca’da duymayan kalmamıştı.
Keşke o gün hiç olmasaydı diye düşünüyordu Muharrem; çünkü o günden sonra Ahmet ağa Askı’ya kafasını takmış o köpek ya benimya da benim olacak demişti.
xxx
Aklında cevapsız onlarca soru olduğu halde saatlerce aradı. Gördüğü her izi takip etti, her kovuğa baktı. Yok, yoktu işte. Sanki yer yarılıp içine girmişti Askı. Soğuktan donmak üzereydi ve titremeye bırakmıştı. Üstelik artık ayaklarını da hissetmiyordu. Eve dönmekten başka çaresinin kalmadığını düşünüp köyün yolunu tuttu.
Köye doğru yürürken bir yandan da kendi kendisine telkinde bulunuyordu. “Boşuna çektiğim bu eziyet, yediğim bu soğuk, o güçlüdür, kolay kolay teslim olmaz, çoktan eve dönmüş ve kapının önünde beni bekliyordur” diyordu.
Eve vardığında son bir umutla ahıra baktı. Askıyı yerinde göremeyince yüreği bir kez daha incinmişti. Ne yazık ki Askı geri dönmemişti, belki hiçbir zaman dönmeyecekti. Kendisini sonsuz bir boşlukta hissetti. Askı ’sız bir hayatı düşünemiyordu bile. Evlerinin kapısından içeri girdiğinde, annesi tir tir titreyen, gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüş oğluna sarılarak ağladı.
xxx
Ahmet Ağa’nın ve köylünün baskısına ve olur olmaz iftiralarına dayanamayan Seyfi Askı’nın öldürülmesine gönlü razı olmamış son bir defa Ağayla konuşarak köpeği ona vermeyi kabul etmişti. Ama ağa “Artık o iti istemiyorum ya kendi ellerinle öldür ya da ben jandarmalara öldürteceğim” demişti. “Bana bak babanın hatırı olmazsa senide Sürmeliden sürdürürüm ama dua et o rahmetliye” Diye devam edip okkalı bir tehdit savurmuş ve Seyfi’yi kapısından kovmuştu. Adamcağız ne yapsın? “Muharrem zamanla köpeğinin yokluğuna alışır” diye düşünmüş, çaresiz Askıyı herkes uyurken bir çuvala koyup el arabasına yükleyip Arazın azgın sularına teslim etmişti.
Askı’yı çuvala koyduğu, hatta araz’a attığı anda bile, itiraz etmemesi debelenmemesi, kurtulmak için en ufak bir çaba sarf etmeden adeta kaderine razı olması, Seyfi’de onulmaz bir pişmanlığa sebep olmuştu. Ardından dakikalarca gözyaşı dökmüş, biraz kendisine geldikten sonra eve kör pişman bir vaziyette ancak dönebilmişti.
xxx
Eve adeta donmuş bir vaziyette dönen Muharrem sıcak çorbadan annesinin zorlamasıyla birkaç kaşık içti. Sonra için, için yanmakta olan tezek sobasının yanındaki mindere uzandı. Annesi üzerini ince bir şilteyle örttü. Titriyor, buz gibi terler döküyordu. Göz kapaklarını açamamasına rağmen uyuyup uyumadığı belli olmuyordu. Sürekli olarak Askı’sını sayıklıyor mütemadiyen inlemeye benzeyen garip sesler çıkarıyordu.
Uykuya daldığı her an gözlerinin önünde hatıraları canlanıyordu. Askının yumuşacık tüylerini bir koyun gibi taradığını, Arazın kıyısında birlikte neşe içinde yüzdüklerini hatırlıyordu. Kulaklarının arkasını yıkadığı zaman mutluluktan havalara sıçradığını hayal ediyor, ardından kesik ama içten gelen hıçkırıklara boğuluyordu.
Muharrem üç gün boyunca evden dışarı çıkamamış soğuk algınlığı nedeniyle ateşler içerisinde kavrulmuştu. Dördüncü gün Askı geri gelmiştir ümidiyle her kes uyurken kalkıp önce ahıra baktı, sonra bahçeyi kontrol etti. Bütün köyü dolaştı, Ahmet Ağa’nın evinin etrafını, ahırını. Bahçesini, her yerini aradı. Ama Askı artık yoktu.
Ağanın inadı ve acımasızlığı, babasının korkaklığı ve teslimiyetçiliği onu canından çok sevdiği can yoldaşından, sırdaşından, hayattaki tek arkadaşından beklide sonsuza kadar ayırmıştı. Nasıl böyle bir şeyin olmasına izin vermişlerdi? Düşündükçe aklını oynatacak gibi oluyor. onlara olan nefreti kat be kat artıyordu.
O günden sonra kar, yağmur, çamur demeden hemen her gün Arazın kıyısına gitti, Askısını aradı. Bir işe yaramayacağını bilerek bıkmadan, usanmadan. Saatlerce Araz kıyısında dolaştı durdu.
Bir ümitle.
SON
Askı: Öykü Iğdır, 18.11.2019
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.