- 678 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
1.bölüm
Alarmın sesi beni çıldırttığı halde neden kuruyorum? Pikeyi kafama geçirip ısrarla çalan alarmı dinliyorum.Bir hışımla yataktan kalkıp alarmı kapattım. Gerinerek banyoya gittim. Duşu açıp soğuk suyun altında dakikalarca suyun sesini dinledim. Üşüdüğümü hissettiğimde suyu kapattım. Dişlerimi fırçalayıp banyodan çıktım. Antredeki aynadan kendimi görünce bedenime tiksinerek baktım. “Bu ben olamam”diyerek yatak odasına geçtim. Üzerime sabahlığımı giyinip mutfağa gittim. Buzdolabından bir şişe kefir alıp salona geçtim. Koltuğa oturup kefiri içerken masada duran şövale bakıp yarım kalmış resmimi inceledim.Ne güzel saçmalamışım. Dalların arasından birbirine geçmiş tuhaf yüzler. Kefiri içip resmi bitirmeye karar verdim. Fırçayı tuvale vurdukça resim istediğim gibi olmuyordu. Tuvale baktıkça hevesim kaçıyordu. Sonunda pes edip masada duran sigara paketinden bir dal çekip gözümün önünde duran çakmağı aradım. Sigaramı yakıp, bir nefes çekip söndürdüm. Camı açıp derin bir nefes alıp yatak odasına gittim.
Gardırobun kapağını açıp ne giyeceğime karar vermeye çalışırken siyah tişörtümü, şalvarımı, yeşil çoraplarımı giyindim. Saçımı taradım.Siyah fularımı boynuma dolayıp, halka küpelerimi taktım.Salona gidip camı kapattıktan sonra siyah spor ayakkabılarımı giyinip evden çıktım. Kapıyı üç defa dua okuyarak kilitledim. Asansörü kullanmadan üç kat merdiveni inerken çantamı almadığımı fark edip eve geri döndüm. Siyah sırt çantamı alıp evden çıktım. Metroya doğru yürüdüğüm sırada içimdeki ses “ kapıyı kilitlemedin” diyordu. Telaşlanıp koşar adımlarla eve gidip kapıyı kontrol ettim. Kilitli olduğunu görünce rahatlayarak tekrar metroya doğru yürüdüm. İçimdeki ses yüzünden kaç kere eve geri döndüğümü bilmiyorum.
Sabahın bu saatinde metro hep kalabalık oluyor.Ama kimseler yok.Oturup çantamdan kitap çıkarıp birkaç sayfa okudum. Ak köprüde inip alışveriş merkezine yürüyüp giriş kattaki kahvaltı sarayına girdim.Etrafa göz gezdirip en köşede duran masaya geçip sandalyeye otururken Halil Cibran’ın söylediği söz aklıma geldi.
“ Her yüreğin rahatlamak, huzur bulmak için çekildiği bir köşesi vardır.”
Ne güzel söylemiş.
Bana doğru gelen garsonun üzerinde sanki hiç eti yoktu. Yaklaştıkça tiksinerek bakıyordum. İfadem bir türlü değişmiyordu. İştahımı kaçıran garsona sade kahve ve kek diyebildim. Arkasından bakarken çırpı bacaklarının kemik yığını bedenini taşımakta zorlandığını düşündüm. Gülmek gelse de içimden gülemedim. Çantamdan not defterimi çıkarıp bir şeyler karalamak istedim.
Sıkılıp masanın üzerinde duran aylık dergiyi karıştırmaya başladım. Gözüme takılan makaleyi okuduğumda İbrahim Dede aklıma geldi…
İmamın üzüm bağında İbrahim Dede ile birlikteyiz. Özenerek topladığı pembe çavuşları zembile dizerken, kendi halinde de olsa bana duyurmak istercesine bir şeyler söylüyordu.
“ Sürer, eker, biçeriz, güvenip ötesine,
Milletin her kazancı, milletin kesesine,
Toplandık baş çiftçinin Atatürk’ün sesine,
Toprakla savaş için ziraat cephesine.
Biz ulusal varlığın temeliyiz, köküyüz,
Biz yurdun öz sahibi, efendisi köylüyüz.”
Gülümseyerek "Ziraat marşı enstitüde tarım dersine girmeden okurduk” dedi. Tebessümle pembe çavuşları zembile koymaya devam etti. Bir süre sonra “bu kadar üzüm toplamak yeter. Gülüzar Ninen yemeği hazırlamış, söylenerek bizi bekliyordur!” diyerek yola koyuldu. Bende zembili kaptığım gibi yanına gidip koluna girdim. Yüzüme bakıp “Enstitüde çarşamba günleri öğle yemeğinden sonrada kendi marşımızı okurduk” dedi. İbrahim Dede lütfen biraz söyleyin dediğimde keyiflenerek“ tabîki söylerim” kollarımızda zembiller imamın üzüm bağının yokuşunu çıkarken
Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğru can atan Türk genciyiz.
Yeryüzünde yoktur, olmaz Türk’e denk;
Korku bilmez soyumuz.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.
Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda ant içen genç arkadaş!
Öğren öğret halka hakkı, gürle coş;
Durma durma koş!
Güzel insandı İbrahim Dede ruhu şad olsun.
Uzun bir süre dalmış olmalıyım.Etrafımı sarmalayan masalardan gelen konuşmalar ve sesler hepsi beynime, düşüncelerime kazınmıştı.
Birinci masada oturan kumral, uzun saçlı, tepeden tırnağa marka kokan adamın sesi, kuvvetliydi, yanında oturan kendinden biraz daha genç olan adama akıl veriyordu.
“Efendim, önce üzerine düşen görevini yerine getir. Efendim, kendine bir çeki düzen ver, insanlara örnek ol. Efendim, kuracağın sistem hakkında yazdığın o süslü sözleri. Efendim hayatına aktar doğruluğuna bizde inanalım. Efendim...”
İkinci masada oturan kadının ses tonu, yumuşak ve berraktı.
”Kuzen, yarım litre suya kaynamaya yakın üç, dört adet beyaz lahana yaprağını koy, hafif ateşte ağzı kapalı on üç dakika pişir, aç ya da tok olman fark etmiyor, sabah akşam bir su bardağı mütemadiyen üç gün uygulayacaksın sonra üç gün ara vereceksin, tekrar üç gün kullanacaksın, yirmi bir gün, kuzen karışık gelmesin! Yirmi bir gün ara verip sadece haftada bir, sabah akşam bir su bardağı içiyorsun! Selülitlerin yok olana kadar küre devam…”
Başım ağrıyor, bir sürü konuşan insan, dayanamıyorum! Kulaklarımı tıkamalıyım.
Kapıdan içeri hızlı adımlarla gelen, sağına soluna bakıp, üçüncü masada tek başına kahvaltısını bitirmek üzere olan arkadaşına el sallayarak yanına geldi. İri cüssesiyle sandalyeye oturdu, göbeğini içine çekip, kuruyan dudaklarını ıslattı. Sesi o kadar hareketliydi ki
“kusura kalma arkadaşım, geç kaldım haklısın, İsmail’in verdiği köpeği veterinere götürdüm” masada duran yarım kalan çayı içip, boş bardağı masaya iki kere vurarak” baytar kangal kurt kırması olduğunu söyleyince çok sevindim. Allah belamı versin salacaktım. Hayvanı görenler çok beğeniyor, göze gelmesin diye soranlara beş aylık köpeğe bir yaşında diyorum…”
Dördüncü masada kafasında takkesi olan adam! Elindeki tespihini şakırdata şakırdata tiz sesiyle karşısında oturan başörtülü kadına“Mümine kardeşim, dinin iki yüzü vardır, bir yüzünde ibadetlerden, haram ve helallerden, ticaretten, temizliğe kadar uzanan kurallar, emirler, yasaklar vardır. Diğer yüzünde ise insanın, iç dünyasını, gönlünü, sevgisini, nefretini, duruşunu, bakışını, konu alan deruni boyutu vardır. Yani “Zahir ve Batın” dinimiz bu iki yönü bir arada bir bütünlük içinde alır, isterse ilahi nurlarla bezer. Zahir ve Batın’ın biri olmadan diğeri olmaz. İkisi bir arada, kapsamlı ve derin bir gizlilikle birbirine bağlıdır.”
Nasıl bu kadar insanın konuştuklarını duya biliyorum.Niçin hafızama alıyorum.Çıldırmak üzereyim. Garsonun gelmesini beklemeden apar topar kasaya gidip hesabı ödedikten sonra mağazaları dolaşıyorum. Ne kadar kalabalık, oradan oraya koşuşturup duruyorlar, hamam böceklerine benziyorlar, aralarına karışıyorum, hepimiz çıldırmışız, kredi kartları havada uçuşuyor, İspanyol mağazaları Salı pazarına dönmüş, tezgahtarlar başka dünyanın insanları hepsinde aynı ifade ölü balık gibi bakıyorlar, ne aldığımı bilmeden şuursuzca alışveriş yaptım. Hiş kimseye değmeden pis kokularını hissetmeden olanca gücümle yürüdüm.Ayaklarım isyan bayrağını çekmiş yürümüyorlardı. Eve elimde poşetler zar zor geldim, ne aldığımı bilmeden her birini bir tarafa fırlatıp yatağa uzandım, kafamda uğultular, göz kapaklarımda tonlarca ağırlık, çok halsizim uyumam gerek uyumalıyım…
Sakine Gençyılmaz 2014