- 452 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
566 – GİZLİ AŞKIM
Onur BİLGE
“Gizli Aşkım,
İç sıkıntısı zirve yaptığı zaman, çıldırmamak için insanın mutlaka bir sırdaşı olması gerekir. Fakat böyle benimki gibi sırdaş tek olunca, bütün yük onun omuzlarına yükleniyor. Gelen giden, çoluk çocuk sırrını bana anlatır, beni bunaltır, ben de Kaptan’ın başının belası oldum epeydir. Hem de nasıl!..
“Dert ağlatır, aşk söyletir!” derler. Ben de neyim varsa ona anlatıyorum. Zaten hiçbir şeyim yok, senden başka. Yani seni anlatıyorum. Sana olan aşkımı… Onun açısından her ne kadar yılan hikâyesine dönerek kabak tadı verdiyse de bıkmadan usanmadan, her yolu deneyerek… Bir de bu adressiz mektuplara yazıyorum, tüm duygu ve düşüncelerimi, fırsat buldukça. Hiç kimse tarafından okunmayacağını bile bile…
Neden mi anlatmaya çalışıyorum? Dinlemeye pek de hevesli değil de ondan… Her zaman anlatamıyorum da zaten. Laf arasına sokuşturuyorum. O ise bana dinden bahsetmek istiyor. Hangi taraftan sokulursam sokulayım, lafı döndürüyor, dolaştırıyor, dine inanca getiriyor. “Be adam! Sen dinden başka şey bilmez misin?” diyeceğim, dilimin ucuna geliyor, kırılır diye diyemiyorum.
Bana geldi bugün. Beş sularıydı. Ev yine her zamanki gibi talebelerle doluydu. Bir ara bizim liseli çocuklardan biri diğerine: “Yarışma var, haberin var mı?” diye sordu. Haluk daha: “Ne yarışması Okan?” demeden Kaptan: “Yarışma herkes için, her zaman var!” diye atıldı. Gazetenin birinin düzenlediği, gençler arası öykü ve şiir yarışması varmış da… Bizimki konuya öyle bir dalış daldı ki, o konu ikinci planda kaldı.
Hepimiz yarışma halindeymişiz. Kimin ne kadar zamanı kalmış, belli değilmiş. Hayat her an bitebilir, insan gafil avlanır, İlahi Âleme eli boş gidebilirmiş. Onun için daima uyanık olmak, gerekenleri yapmak, abesle iştigal etmemek lazımmış. Ömür denilen süre herkese bir defa veriliyormuş, tekrarı yokmuş. Ölmek için ille de ille hasta olmak gerekmiyormuş. Kaza bela da varmış. Ne zaman, nerde, nasıl öleceğimiz belli değilmiş. Her insan öleceğini bilirmiş ama nedense çoğu bu konuda oldukça rahatmış. Her gün ölenleri görürler, duyarlarmış da gün gelip kendilerinin de can vereceklerini akıllarının ucundan bile geçirmezlermiş gibi hareket ederlermiş. Onlar artık buluğ çağını geride bırakmış gençlermiş. Hepsi de mükellefmiş. Her an günahları da sevapları da kayda geçmekteymiş. Onun için akıllarını başlarına toplamaları ve ayaklarını denk almaları gerekirmiş.
Kim bilir daha ne kadar yüklenecekti ama bir öksürük nöbeti geldi, devam edemedi. Akın ona su getirmekte olsun, Volkan yarışma konusuna döndü:
“Öykü yazmak nerde, biz nerde! O iş ustalık ister. Şiir yazabilmek için de sırılsıklam âşık olmak lazım. Biz Kerem miyiz, Ferhat mı!” der demez her kafadan aşağı yukarı aynı anlamda farklı bir ses çıktı o anda:
“Bizden iyi âşık mı olur, abim!” “Aşktan çok ne var oğlum bizde!”
“Değil mi ya! Aşkın âlâsı bizde!” Buna bakıyormuş sanki Kaptan:
“Sizin aşktan anladığınız nedir? Aşk, tüm yaratılanlara karşı duyulursa aşktır!” diye bir başladı, döşendi de döşendi. Neden sonra bir fırsatını bulup Okan:
“Sizde öyle mi?” diye sordu.
“Öyle olmasa Allah âşığı olamam ki!”
“Kalbinizde özel birine ait yer yok mu yani? Yani hiç olmadı mı?”
“Olmuştur vaktinde ama sonra kalbimde şahsa mahsus yer kalmadı. Çoktandır halka ve Hakka açık tamamıyla.”
“Bizce aşk, karşı cinse duyulan aşırı sevgi ve ilginin kısa adıdır.”
“O dediğinize cinsellik karışır ki o aşkımsıdır. Mecazi aşktır. Ulaşmamız gereken süfli aşk değildir. Bunu anlatmaya gayret ediyorum. Bana göre sevgi tek çeşittir. Azdır veya çoktur. Sizin o “özel ve de çok gözel” dediğiniz, kısıtlı bir zaman içinde cereyan eden, şehvete dayalı seyreden karşılıklı kullanımdır. O tür sevgiler, yani mecâzi aşklar kısa sürede rampayı döner, alevlendiği gibi söner. Benim dediğim sevgiler ölünceye kadar sürer. Hayatım boyunca, sevgi konusunda azla iktifa etmedim ben. Her zaman sevginin nihayetsizine talip oldum. Çok ve yeteri kadar doyurucu...”
Onlar ne anlayacak böyle sevgiden aşktan! Başlarında kavak yelleri… Belki de ilk deneyimlerindeler. Gencecik beyinler… Bu zamana kadar ne duymuşlar, ne okumuşlar da öyle ulvi duyguları idrak edecekler! Daha düne kadar Teksas, Tommiks, okuyorlardı. Sonrasında da öğretmen zoruyla dünya klasiklerinin özet halindeki kitapçıklarını okuyorlar ya da hiç okumuyor, verilen ödevler gereği çıkarılması gereken özetleri kütüphanelerden temin etmeye çalışıyorlar.
O çağlarda biz de Pecos Bill okurduk. Kız peşinde koşardık. Bu yaşıma gelmişim, benim bile anlamakta zorluk çektiğim mevzular bunlar. Aslında yeri geldikçe “Sana söylüyorum kızım, sen işit gelinim!” hesabı, bana anlatıyor o bunları. Farkındayım, ben de anlamazlıktan geliyorum.
“Gerçek aşk, menfaat ilişkisine dayalı değildir. Sizin bahsettiğiniz aşka, ilk andan itibaren menfaat karışır. Baştan sona menfaatlenmedir. Sevgilin olsun, nişanlın olsun, nikâhlın olsun, değişmez. Karşılıklı beklentiler gitgide artar ve her iki tarafı da bunaltacak boyutlara ulaşır. Beklentilere cevap verilmediğinde ya da ihtiyaçların tatmini geciktirildiğinde bozuşma olur. Orada kopar ilişkiler. Sükut-u hayale uğrar kişiler.
Giderek beklentilerin yeteri kadar gerçekleşmediğinden şikâyet başlar ve aşk sanılan o güçlü duygu, gücü oranında nefrete dönüşür. Bu tür bağlantılar, her halde ve her zaman değilse de çoğunlukla hüsranla sonlanır. Fakat tertemiz sevgilerde... Şayet çıkar ilişkisinden uzaksa, kardeş, anne, çocuk, arkadaş sevgisi gibi sevgilerde, böylesi riskler yoktur.
Bütün sevgileri kapsayan Allah aşkında ise, ne olursa olsun, asla eksilme olmaz. Aksine her halükârda artar da artar… Yalnız ona nefret karışmaz. Tüm sevgilerde korkuyla sevgi bir kalpte eşit oranda olamaz. Biri arttıkça diğeri azalır. Ancak Allah aşkında her ikisi de aynı oranda, birbiriyle kol kola yürür giderler...” derken Kaptan da söylediklerinin anlaşıldığından emin olamamış olsa gerek ki konuşmasının burasında sükût ederek gençlerin yüzlerine sırayla baktı. O arada Akın ona hitaben:
“Amca, biz o senin dediğin sevgiyi bilmeyiz. Edebiyat dersinde öğretmen biraz anlattı, tasavvuf falan diye ama kavrayamadık. Galiba o işin aslını o da pek bilmiyordu. Bilseydi güzelce, etraflıca anlatırdı da biz de az buçuk bir şeyler anlardık. Mesela benim aklımda sadece Hallac-ı Mansur diye biri kaldı. O da “Enel Hak” mı demiş, ne demiş? Öylece geldi geçti o konu. Yazılıda da sözlüde de sormadı zaten.” dedikten sonra bana dönerek: “Benim bildiğim sevgi, hissediliyor da anlatılamıyor. Sevdiğimize bile diyemiyoruz. “Seni seviyorum!” demek ne kadar zor! Bunun bir kolayı yok mu?” diye sordu. Cevaplamak bana düştü. Ben de aynı dertten muzdariptim ama benim olayım farklıydı. Yine de bir şeyler gevelemek gerekiyordu.
“İnsanlar birbirlerini sevmeli ve bu sözü onlara vakit geçmeden söylemeliler ama günümüzde artık onun gerçekliğine güven kalmadığı gibi oldukça zor ve gittikçe az söylenmekte... Dilinizde söyleyemezseniz, yazarak ifade edebilirsiniz kanısındayım.”
Birliktelikle ayrılığın, uzaklıkla yakınlığın dans ettiği bu münasebetsiz münasebette kendi dediklerimi biri bana demiş olsaydı ne yapardım acaba? Sözle ifade edemediğim hislerimi açıkça yazar mıydım? Acaba muhatabı ne yapardı? Mutlu mu olurdu, yoksa dünyayı başıma mı geçirirdi?
Bu aşkın ilk doğduğu zamanlarda duygularımı, hayal ürünüymüş gibi şiirleştirerek aksettirme gayretimin bile nafile olduğunu gördükten sonra bana daha başka bir ifade yolu mu kaldı! Halbuki dükkânın duvarlarını süsleyen o özene bezene yazıp astığım can alıcı şiirleri okuyan kim bilir kaç kadın kız gıpta etmiş: “Bu şiirler keşke benim için yazılmış olsaydı!” diye iç geçirmiştir! Birkaçının o husustaki duygu ve düşüncelerini kulağımla işittim. “Acaba kimin için yazıldı bu şiirler?” dediklerine şahit oldum. Bir keresinde sen de bir şiir hakkında: “Kime hitaben yazdın bunu?” diye sormuştun da: “Sana…” diyememiş: “Öylesine… Sen bakma bana! Hayale sınır yok. Yaz, çiz, karala!” diye geçiştirmiştim. Gerçeği nasıl diyebilirdim!
Ben sizlerin gözünde güçlü ve saygın, kültür ve statü itibariyle zavallı biriydim. Pespaye bir serseriydim.
Pespaye”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 566
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.