- 597 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ÇANAK ANTEN
Yorucu bir gün geçirmişti. Herkesin aksine pazar günleri mesai günlerinden daha çok yoruluyordu. Saate baktı epeyce ilerlemişti vakit. Yatmadan önce her zamanki gibi gazetesine bir göz atmayı düşündü; ama bu o kadar da kolay değildi. Dağınık evde gazeteyi bulmak samanlıkta iğne aramaktan beterdi. Kendisini gazeteyi bulamamaya ve karısına bu yüzden kızmaya hazırlıyordu ki gazeteyi beklediğinden erken bulmuştu. Aceleyle sayfaları çevirmeye başladı. Aslında bu okuma adet yerini bulsun tarzı bir okumaydı. Resimlerine baktı gazetenin sonra büyük puntolarla yazılmış yazıları okudu. O günkü filmlerin verildiği sayfaya ilişti gözleri sonra ve güzel bir film aradı. Kanalın birinde Tv’de ilk kez yayınlanacak bir film buldu, saatine son bir kere daha baktı. Filmin başlama saatine birkaç dakika kalmıştı. En büyük zevki yatarken televizyon izlemekti. Geceliğini giydi salondaki kanepeye uzandı. Film başlamıştı aksiyon bilim kurgu karışımı Amerikan yapımı bir filmdi. Yaklaşık on dakika kadar izledikten sonra yayın gitmişti. Çocukluğunda babasının evindeki eski siyah beyaz televizyon da bazen böyle yapardı. O günlerden kalma bir alışkanlıkla önce kanal değiştirdi ardından anten kablosuyla uğraştı; ama nafile ne yaptıysa filmin devamını izleyemedi. Son çare olarak çocukluğundan kalan bir anının etkisiyle televizyonun üzerine bir yumruk indirdi, sonra sağına soluna. Çocukluk günlerinden kalma bir refleksle yaptığı bu ilk müdahale işe yaramamış ve televizyon tedaviye cevap vermemişti. Öfke –isyan karışımı bir ruh haliyle yatmaya gitti. Eğer yayından kaynaklanan geçici bir arıza değilse sabah bir tamirci çağırıp aldıracaktı evden. Ertesi sabah uyandığında akşamki durumun devam edip etmediğini anlamak için televizyonu yeniden açtı. Kahvaltı yaparken sabah haberlerini ve gazete manşetlerini izlemeyi severdi. Bu isteğine de ulaşamamıştı. Aceleyle evden çıktı epeyce zaman kaybetmişti televizyonla uğraşırken. Dolmuş durağında bekleyeceği zamanı da hesaba katarak kahvaltısını tam bitirmeden kalktı. Arkamdan ağlarsa ağlasın ne yapayım dedi. Henüz küçük bir çocukken rahmetli annesi, cılız kalmasın düşüncesiyle “tabağındaki yemeği bitirirsen kocaman abi olursun elin tavana değer.” derdi. Bunun işe yaramadığı zamanlarda da işi duygusala bağlayıp yemezsen arkandan ağlar diye ha bire gaz verirdi. Bunu hatırlamıştı bir an. Gülümseyerek annesini yâd etti. Başını sağa sola çevirdikten sonra kendi kendine: “LPG’li miydin be kardeşim? O zaman amma da gaza gelirdin. Bir deri bir kemik kalmasın diye annesinin verdiği gaz işe yaramıştı ve şimdi bir deri bir göbek olmuştu. Evden çıkarken saatine baktı dolmuşun durağa gelmesine birkaç dakika kalmıştı. Ah be anne ne vardı bu kadar çok yedirecek zamanında. Zayıf olsam şimdi bir çırpıda koşarak kestirmeden yola iner dolmuşa yetişirdim dedi. Nefese nefese kalmıştı durağa geldiğinde. Durakta kendisi gibi işe giden birkaç kişi daha bekliyordu muhtemelen dolu gelecek olan dolmuşu. Dolmuş gerçekten ismiyle müsemma olmuş tıka basa dolmuştu. Güçlükle binebildiği dolmuşta bir de şoförün bildik cümlesiyle karşılaşmıştı: “Biraz sıkışalım kimse kalmasın!”Gülmekle sinirlenmek arasında gidip gelen zihninin bir kenarında hala televizyon vardı. Eline cebine güçlükle sokup dolmuş ücretini ödedi. İş yerine yaklaşmıştı. Durakta indi.
İşe başladığında başının ağrıdığını fark etti. Bir ağrı kesici aldı. Akşama kadar süreceğini biliyordu bu baş ağrısının. Kronik migren hastasıydı ve migreni azdığında gözlerine vururdu ilk önce ağrısı. Pazartesileri genellikle herkesin aksine işe gelmeyi seviyordu; ancak bu baş ağrısı onu perişan ediyordu. Bir ağrı kesici daha almazsa geçeceğini zannetmiyordu bir ilaç daha aldı.
Saatler sonra biraz rahatlar gibi olmuştu. Tıbbın migren gibi basit bir hastalığın ilacını bulamadan başka büyük sorunlarla uğraşmasına zaman zaman olduğu gibi yine kızıyordu. Saatine baktı mesai saati dolmak üzereydi. Bugün biraz erken çıkmasının yerinde olabileceğini düşünüp amiriyle konuştu mazeretini bildirdi ve erken çıktı. Eve gidip biraz uyuyacaktı.
Eve geldiğinde anahtarla kapıyı açmak yerine zile basmayı denedi. Kapıyı eşi açacak neden erken geldiğini soracak hatta hasta olduğunu görünce telaşlanacaktı. Eşinin kendisi için telaşlanmasından marazi bir haz duyuyordu. Ne olduğunu soran eşine migreninin azdığını iki tane ilaç almasına rağmen kafasının hala çatlayacak gibi olduğunu söyledi. Salona geçip uyumayı düşünüyordu. Eşi televizyon reklamlarından görüp sipariş verdikleri bir ilacı alnına sürüp masaj yaptı. Eşinin her zaman alternatif bir tedavi yöntemi vardı, bazen koca karı ilacı deyip kızsa da çoğu zaman işe yaradığını hayretle görmüştü. Salona girdiğinde televizyonu yerinde göremedi. Sabah tamirci çağırıp aldırmayı düşünmüş baş ağrısından ve telaştan unutmuştu. Eşinin kendisinden daha erken davranıp tamirci çağırmış olabileceğini düşündü. Televizyon nerde diye sormadan edemedi eşine.
Eşi: Sabah tamirci gelip aldı. Sen söylemişsin.
-“Ne diyorsun sen hanım? Ben tamirci falan çağırmadım sabah aklımdan geçti ama telaştan unuttum.”
Unuttum derken unutup unutmadığının tekrar zihninden sağlamasını yaptı. Kesinlikle unutmamıştı. Başının ağrısını unutmuştu, evin içinde sağa sola dolaşıp duruyor bir taraftan da hanımının kendisine şaka yapıp yapmadığını anlamaya çalışıyordu. Eşinin yüzündeki şaşkınlıktan anlamıştı bir şakayla karşı karşıya olmadığını. Kötü bir oyuna gelmişti. Organize bir hırsızlığa maruz kalmışlardı. Bankamatik hırsızlarını, cep telefonundan kendini polis ve savcı gibi tanıtan soyguncuları, sanal âlemde kredi kartı bilgilerini kötü amaçlı yazılım programlarıyla çalan sanal hırsızları sık sık haberlerde duyuyordu ve gazeteler sayfa sayfa yazıyordu; ancak böylesine ilk kez şahit oluyordu. Hem o tür olaylar başkalarının başına gelmişti. İlk defa kendisinin başına böyle bir olay geliyordu. Çalınan televizyona mı yansın yoksa bunun duyulmasıyla konu komşuya rezil olacağına mı yansın. Komşulara rezil olma düşüncesinin ağır basması polise haber verip vermeme ikilemine düşmesine neden oldu. Bir yanda başkalarının aynı oyuna gelmemesi için bu oyunun deşifre edilmesini isteyen sosyal sorumluluk anlayışı diğer taraftan insanlara rezil olmak düşüncesinin neden olduğu psikolojik travma… Nasıl olsa hırsızlar yeni bir yol bulurdu. Hırsızlar ve kanunsuzlar kendini çok çabuk yeniliyor ve güncelliyorlardı. Bu yüzden polise olayı bildirmemeye karar verdi. Başının ağrısı daha da şiddetlenmiş, bitkisel tedavi de fayda etmemişti. Televizyonun duvardaki boş kalan yerine bakınca kan beynine sıçrayacak gibi oluyor karısına kızmayı düşünüyor; fakat böylesi bir numaraya hangi kadın olsa inanır herhalde diye düşünüp bundan vazgeçiyordu. Birden aklına gelmişti gece televizyon izlerken yayının kesilmesi. Aceleyle çatıya çıktı anten kablosunu kontrol edecekti. Kremitlerin üzerine dikkatle basarak anten kablosuna ulaştı ve kablonun kopmuş olduğunu görünce hırsızların planını anladı ve şaşkınlığı bir kat daha arttı. Kablo kesilmişti. Plan çok ince yapılmış ve her ayrıntısına kadar düşünülmüştü. Bu kadar ayrıntıyı düşünen ve zekice plan yapan hırsızın ilk işi olamazdı bu hırsızlık. Kim bilir kaç defa girip çıkmıştı hapse ve kaç kere de polis tutup mahkeme serbest bırakmıştı. Yatak odasına girmediği zaman hırsızın öldürülmesinin yasal olarak suç olduğu bir ülkede polis ne yapsındı mahkeme ne yapsın. Aklına Hz. Ömer’in halifeliği yıllarında yapılan bir hırsızlık olayı ile ilgili okuduğu bir hikâye gelmişti. Evinde nesi var nesi yok her şeyi soyulan bir mağdur halife Ömer’e (r.a) şikâyete gelmişti. Hz. Ömer, ev sahibinin hırsızlık sırasında evde oluşuna ve olaydan haberdar olmayışına çok şaşırmış ve insan bu kadar derin uyur mu diyerek olay sırasında uyuduğunu belirten şahsa hayretini ifade etmişti. Evi soyulan şahsın cevabı halifeyi beyninden vurulmuşa çevirmişti. Biz seni uyanık biliyorduk ya Ömer, o yüzden bu kadar derin uyuduk. Hırsızlığın bu kadar çeşitlenmesinde ve hırsızların bu kadar cesaretlenmesinde onları uykuda seyreden yöneticilerin günahı büyüktü. Ne yapacağını bilemedi çaresizce elini başının arasına alıp kanepeye çöktü. Taksitleri bile bitmemişti daha şimdi yenisini almak istese aldığı yere ne diyecekti.
…
Çayı bitmişti. Havadaki serin esintiye kaşı balkonda iş dönüşü pijamalarını giyip çay içmek âdetini birkaç günlük aranın ardından devam ettiriyordu. Televizyonun çalınmasından sonraki birkaç gün balkona çıkmamıştı. Eşi bardaklara ikinci çayları dolduruyordu ki, evlerinin yüz metre kadar uzaklarından geçen yolda dolmuş durağından hareket eden dolmuşun homurtusuna baktı eşi. Dolmuştan inen birisi dikkatini çekti, etrafına bakına bakına gidiyor kim bilir yine kimin canını yakmak için bu mahallede dolaşıyordu. Mahalle insanını az çok tanıyorlardı ve o adam bu mahalleden değildi. İşte bu adamdı dedi, eve gelip televizyonu alan bu adamdı. Çayı yudumlamaya hazırlanıyordu ki, start işareti alan yarış atı gibi yerinden fırladı. Hırsız kararlı adımlarla etrafını kolaçan ederek gidiyordu. Evden nasıl çıktığını bilmiyordu kendini hırsızın peşinde buldu; ancak hırsız kendisini fark etmiş ve kaçmaya başlamıştı. Kaçma “lan” diyerek ve daha birçok küfürler sayarak hırsız önde o arkada köşeyi dönüp gözden kaydoldular. Eşi balkondan onlar gözden kayboluncaya kadar seyretmişti. Aradan yaklaşık yirmi dakika kadar geçmişti ki kapı çaldı. Kapının önünde resmi bir polis bekliyordu. Kapının arasından tedirgin gözlerle bakan ev hanımına iyi günler hanımefendi. Eşiniz televizyonunuzu çalan hırsızı yakaladı, şimdi bizim karakoldalar. Hırsızın ifadesini aldık, birazdan savcılığa sevk edeceğiz. Eşiniz kıyafetlerini istiyor aceleyle evden pijamayla çıkmış. Biraz bekleyin hemen getireyim dedi ve yatak odasından bir çırpıda eşinin kıyafetlerini alıp getirdi. Kapıyı kapatırken içinde büyük bir sevinç vardı. Hırsız yakayı ele vermişti layık olduğu cezaya çarptırılır inşallah diye düşündü. Bulaşıkları yıkamak üzere mutfağa gitmişti ki kapı yine çaldı. Kapıyı açtığında kanter içinde ve nefes nefese kalmış eşini gördü işten gelince giydiği pijamalar içinde.
-”Kıyafetlerini neden giymedin?” dedi.
Ne kıyafeti hanım? Görmedin mi vakit mi kaldı ki kıyafet giymeye. Hırsızı görünce çayımı bile yarım bırakıp peşine koştum.
Onu biliyorum da az önce birisini göndermedin mi sen? Üniformalı bir polis geldi ve senin hırsızı yakaladığını ve karakolda olduğunu birazdan savcılığa sevk edileceğinizi söyledi. Benden kıyafetlerini istedi.
Gözleri yuvasından fırlayacak gibi olmuştu. Bana kıyafetleri verdiğini söyleme sakın. Bütün kredi kartlarım, maaşım o pantolonun cebindeydi, cüzdandaydı. Böyle bir şeyi nasıl yaparsın, nasıl bu kadar saf olabilirsin? Hangi polis gelip de evden şikâyetçinin kıyafetlerini ister? Duymuyor musun haberlerde bununla ilgili olayları. Önüne ne gelirse tekmelemek kırmak dökmek istiyordu. Balkona çıkıp avazı çıktığı kadar bağırmak geçti aklından. Bu ikinci olay birincisinden daha çok sıkmıştı canını. Eşini çağırıp olayı en başından tekrar anlatmasını istedi, bir ipucu arar gibi gözlerini kısarak dinledi. Eşine kızmıştı; ama o böyle olmasını ister miydi hiç? Kendisiyle beraber hayatın yükünü omuzlamıştı, bir memur maaşıyla ay sonunu beklemiyor el işi yaparak aile bütçesine katkıda bulunmaya çalışıyordu. Ona bağırmak, kızmak gideni geri getirmeyecekti. Eşinin üzgün ve mahcup bakışlarını başını önüne eğip karşısında ayakta duruşunu görünce çalınan televizyondan çok onun kalbini kırdığına üzüldü. Dünya malı nasıl olsa yerine konurdu, çaresi bulunurdu. Hayat arkadaşının gönlünü aldı. Üzülme dedi senin suçun değil. Olacağı varmış oldu. Takdir tedbiri bozuyor işte. İkimiz de böyle olmasını istemezdik; ama ne yapalım. Başımızın gözümüzün sadakası olsun. Bu söz tam ilaç gibi gelmiş, o an ki manzarayı kısa yoldan özetlemişti. Çay getir içelim demişti balkona geçerken. Çay getir içelim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.