- 700 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
'unending'
’Sırası Gelen Gider’
Sonbahar çılgın yıkımlara sahiplikten sıkılmış, güneş tüm varlığıyla şehri kuşatıyordu. Yürürken dahi uyuyabilen ve gözlerinin açık oluşuna aldırmaksızın düş kuran bir kedi güneşin varlığından hoşnuttu fakat gölge diye sığınabileceği yerler ise hala ıslaktı. Başını çevirdi hoşnutsuz bir şekilde, güneşe bakındı bir an, gözlerini tekrar yere çevirip küçük adımlarla yürümeye devam etti. Sokak tozlu ve gürültülüydü. Caddeyle birleştiği yerde sokağın adını gösteren bir tabela vardı. İnsanın içine anlıkta olsa bir ışık gibi sarılan umut kelimesi mavi plaka üzerinde yazılıydı. İkinci u harfi biraz silikti. Az ötede iki yaşlı kadın tabelanın dik duruşuna muhalif olurcasına, hafif yana doğru eğilmiş bedenleriyle birbirlerine hararetle bir konu hakkında bir şeyler anlatıyorlardı. Boyu uzun ve sinirli bakan kadın parmakla işaret ettiği yeri diğer kadının görmesi için kadının omzunu tabelanın arkasında yükselen apartmana doğru çevirdi. Sekizinci katta iki gün önce yaşlı bir kadın ölmüştü. İkisi de o kadını yakından tanımıyordu ancak üç sokak boyunca iki gündür aynı kadın konuşuluyordu. Apartmanın altında marketi işleten adam korku dolu gözlerle gelen gidene ölen kadından bahsediyordu. Kendi ölümünden korkuyordu. Sabah namazından sonra açıp, on beş saat sonra kapattığı marketin içinde bir sığıntı gibi yayılmış vücuduna, çekirdekleri koyduğu büyük leğenin yanındaki aynadan bakıyordu. Yaşlanmıştı. Yeri gelmiş internet kafe işletmiş, yeri gelmiş toptancılarda eleman olarak çalışmıştı ve oğulları büyüyünce, market açabilecek kadar cesaretlenmişti. Büyük oğlu başka bir market daha açıp, buranın işlerini tamamıyla babasına bırakınca, yaşlı adam günden güne azalan ürünler yerine yenisini koymayı ara ara savsaklıyordu. İşleri iyi sayılırdı ama veresiye yiyicilerden dolayı bazı müşterilerine diğer müşterileri şikâyet ediyordu. Cavidan Hanım yazmasını düzeltti ve kırılan saçlarını avuçlarında topladı. Hocası Mübeccel Belik Kıray’ı hatırladı. Yıllar önce Ankara’da bir sempozyumda tekrardan üniversite hocasını görmüş ve elini öpüp, halini hatırını sorabilmişti. Komşusu Mamiş hanımla beraber oturmuş çay içiyorlardı. Hocasından bahsediyordu:
‘Hocamız Mübeccel Hanım tam bir virtüözdü. Onun sosyolojik çalışmaları Türkiye için bir yeni dönem oluşturdu. O günlerde pek aklım almıyordu, hatta akademik çalışmaları bile bırakıp, Ercan ile evlenip, çoluk çocuğa karışasım gelmişti. Tabi sonrasında Ercan’ın amiyane tabirle kavat olduğunu anlayınca, evlilikte soğudum. Ta ki azizim Muhittin’le tanışıncaya kadar! Dün tekrar bana yazdığı mektubu okuyunca duygulandım. Ah Mamiş Hanım, şimdiki gençlerin hayal dünyası bile telefon, bilgisayar olmuş! Mektup denen bir güzellik vardı ki, siz de bilirsiniz, hani demiştiniz ya çok yazdım ben de aileme zamanında, aynen öyle. Umulası güzellikleri tek kâğıtta başka türlü nasıl toparlayabilir ki insan?’
‘Eskiden mektuplar vardı değil mi Cavidan Hanım. Hala çekmecede mektuplarım var. Evlatlarım yazmadı belki ama benim evlat olarak kendi ebeveynlerime yazdığım mektuplar var. Ali Ulvi’ye de birkaç tane yazmıştım, fakat onda aynı incelik yoktu. Hem seven sevdiğine mektup yazardı değil mi? Şimdi de yazıyorlar ama lezzeti yok. Gönderiyorsun, gidiyor hemen. Eskiden kulübeye gitmek bile bir ödüldü. O jetonları da sokamazdım ya hiç kulübeye!’
‘İlahi Mamiş Hanım! Çok güldürdünüz beni, ay! Sokamazdınız demek jetonları. Canım artık sokup çıkarmak da kolaylaştı. Kartla her şey, kartla!’
Kedi mayışmış bir şekilde, kaportası paslanmış 94 model Toros’un altına girmişti. Benzin ve yağ kokusu onu iyice sersemletmişti. Yaşlı adam marketin önünü temizliyordu. Elindeki fırçanın sapı ortadan kırılmış, ancak kalın bir telle sapı tekrar birleştirmişti. Güneş etrafına biriken bulutları savacak gücü çoktan kaybetmişti. Cavidan Hanım Mamiş Hanım’ın uzattığı kitabı alırken, Mübeccel Hanım’a ait bir beyanı tekrar ediyordu:
‘İpekböcekçiliğiymiş ya da halıcılıkmış… Artık bu tür gelenekselin de gelenekseli olan faaliyetleri gözden çıkartın. Marifetmiş gibi biz bir de bu tür kursları Doğu’da beceri kursu adı altında açıyorduk. Bir de utanmadan, marifetmiş gibi televizyonda gösteriyorsunuz gencecik kızları. Onları görünce için sızlıyor. Biliyorum ki, bir süre sonra gözleri bozulacak. Peki, kahvelerde bütün gün pinekleyen erkekler ne olacak?’
Mamiş Hanım çayından bir yudum daha alırken, kedi arabaya yaklaşan marketçiyi çoktan hissetmişti. Toros’un bagaj kapısı açılırken, kedi kuru patilerinin ıslanmaması için yoldaki su birikintilerine dikkat ederek yürüyordu. Yaşlı adam bagaja boş karton kutuları koyarken, bagaj içindeki kasada bulunan yangın söndürme tüpü az bir yer değiştirdi. İbn-i Haldun güneşin parıldadığı yerdeydi. Adam apartmana doğru baktı. Sıra kimdeydi?
***
’Kamera’
‘Rüyamda intihara kalkışıyordum ve nihayet ettim. Budalaca intiharı ağzına sakız edenlerden biri değilim. Evet, o aptallar ve budalalar gibi olmasam da, bu duyguyu hiçbir zaman duyumsamadığım manasına gelmez. Sonra kendimi çırılçıplak halde gördüm. Biliyor musun insanın doğasına verilmiş bir melaikeyi sonradan Rab geri almaz. Kendime dokunmak istedim. Vücudumu görüyordum ama aslında bir kadın vücudu kadar tüysüz ve hoş gelince garipsedim. Sırtıma bakındım. Lenf boğumlarda ikili anlayış farklılıklarından dolayı büyük sivilcelere rast gelince, sırtımdan koltuk altına geçtim. Sırtımın sol tarafına dokundum hafifçe. Ezilmişti. Sivilcelere baktım. Üç tane büyük sivilce vardı. Teker teker üçüne de dokundum. Yumuşaktılar. Tekrar sırtıma dokundum. Kalçalarımı göremiyordum ama bacaklarımı gördüm. Sanki masaj masasında kalçalarıma havlu koyulmuş da, yalnızca masöre bacaklarım ve sırtım kalıyormuş gibi hissediyordum! Bir an için kendime masaj yapmayı düşündüm. Kendimden tahrik olmaya başladım. Hayatım boyunca umduğum o garip duyguyu tadabiliyordum. Benden iki tane vardı. Kendimden tahrik oluyordum. Konuşmalıydım: ‘Neden intihar ettin?’
Ağzımın hiç tadı yoktu. Güç bela yataktan kalkıp, mutfağa gelmiştim. Saat üçü gösteriyordu. ‘Nerede kaldın, toplantı başlayacak, çabuk gel’ diyen sesin tınısı kulağımı terk etmişti. Önce klozette bir süre oturmaya karar verdim. Mutfaktan çıkıyordum ama dönecektim. Banyo kapısından pencereye doğru başımı uzattım. Bulutlar yüce bir stadyumun halkasını andırırcasına mavi gökyüzüne dağılmışlardı. Yüksek sesle kendini belli etmeye çalışan ateşli lehim makineleri susmuş, geride ince şeyleri düşünen kuşların bakışları kalmıştı. Ayakta öylece, kapı önünde duruyordum. Birkaç adım sonra mutfaktaydım.
Tek bir adım atmamı bekliyordu. Eğer açık bir yara olsaydı böyle acımazdı! Bir süre ağrının geçmesini bekledim. Sırtıma saplanan ağrıdan ötürü bir süre giyinmek yerine, ayakta; olduğum yerde beklemeyi tercih ettim. Hava sıcaklığı parmak ısırtıyordu. Sigara yanıklarıyla dolu siyah pijamama baktım. Üzerimden çıkarmak o an için bana dünyanın en zor işi gibi geliyordu. Gömleği giyindikten sonra tek tek düğmeleri boş deliğe geçirişimi izledim. Sigara yanıkları bir bir gözden kayboluyordu. Kokusu üzerimden bir türlü çıkmayan yeşil renkteki parfüm şişesini elime aldım. Sanırım bensiz toplantı yapamayacaklardı.
Oval bir masa etrafında sandalyelere oturduk. Kafka’nın öykü karakterleri gibiydik. Toplantıdan ziyade yeni müdürün konuşacağı bir vakit öldürme olacaktı. İçlerinden biri kalkıp bana ‘sen çok iyi brifing verirsin’ deseydi, gözlüğümün iki sapını burnumun deliklerine sokar ‘brifingim de brifingim’ diye ortalıkta dolanmaya başlardım. Neyse ki bu tür taşkınlıklar öncesi müdürler tam zamanında gelir! Müdürün tam karşısında oturuyordum. Yıkık, biçare bir halim vardı. Topraklarını, karısını, altınlarını köyün ağasına kaptıran zavallı bir maraba gibi sandalyeye eziyet ediyordum. Arada farklı ton ve renklerde sesleri duyuyordum ama genelde müdürün hoş sesi odayı dolduruyordu. Ara sıra yüzüne bakıyordum. Yüzündeki makyajın tonu son derece olağandı. Hafif ve uçuk bir hissin rengiyle dudaklarını boyamıştı. Altımdaki sandalye üzerinde saatler oturabilirdim. Müdürle veya diğer hiç kimseyle aramda en ufak sorun yoktu. Yalnızca… Gözlük gömleğimin cebinde güvendeydi. Uyuyordum.
…
‘Bir nedeni olması mı lazım?’
‘Nedensiz olur mu bir şey?’
‘Artık umut beslemiyorum. Kimseden bir şey de beklemiyorum. Hiçbir şeyim yok aslında benim!’
‘Neden böyle düşünüyorsun?’
‘Bir nedeni yok!’
‘Niye bir nedeni olmadığını düşünüyorsun?’
‘Bunu sen de en az benim kadar iyi biliyorsun.’
‘Düşündüm. Saçlarım uzamıştı ve berbere gitmek istiyordum. Kendi saçımı kesemeyecek kadar kollarım yorgun olmalıydı. Rüyamda saçlarım düzgün bir tıraşla istediğim kıvama gelmişti. Demek ki intihar olayı berberden sonra gerçekleşiyordu.’
Kendi parlak kalçasını görmek istemenin psikolojisiyle sesimi duyurmak istedim. Beni, ben dahi anlamadı. Nasıl söyleyebilirim, derdimi nasıl anlatabilirim diye denedim, olmadı. Zindanın demir parmaklıkları arasında gardiyanın bir şeytan olduğunu, umudun tesellisi zor bir şey olduğuna kanaat getirdim. Parmak basamıyordum. Makamdan kovulmuş elçiydim. Yazamıyordum. Ruhum kırgındı. Kendi billur mermerini keskin diliyle değil, hayal perdesinin ardındaki hurilerin gözleriyle kırmaya kalkanların sonu müthiş bir kıyamet gösterisini ortaya koyuyordu.
‘İntihar etmek sana çözüm sundu mu? İstediğini buldun mu?’
Başını çevirip bana bakarsa ve onun ben olmadığımı anlarsam üzülecektim. Dönmedi. Siyah saçlarının arasından bir yerden sesi çıkıyordu. Sesini göremiyordum ama sesi vardı. Sanırım bu duyuştu. Acı çekmenin üstün bir ruh haline münasip olacağını bilseydik, herkes üstün bir ruha sahip olabilirdi. Fakat bunun yaşamak için pek de büyük katkısı yoktur. İnsanların var olduğu mazi ve tarih hep eskiyordu. Görülen yalnızca bir resimde uçuşan kuşlardı. Kanat çırptığımız boşluk dahi bize asıl manayı verebilecek güzelliklerden yoksundu. Kendi arayışlarımda kendimi buluşum ilk başta hoş gelse de, zaman geçtikçe huzursuzlanıyordum.
‘Bir şey aramıyordum. İnsan umutsuz kalınca bir şey aramak için de sebep aramaz. Şimdi ben ölüysem, sen bir ölüyle konuşuyorsun. Hepsi bir değil mi? Hem benim sen olup, senin gibi benim ölümüm konusunda konuşmak istemezdim. Ölmüşüm veya yaşıyorum, hepsi bir değil mi? Aynı pisliği ikimizde barındırmıyor muyuz? Tutkulardan, gereksinimlerden, keyfi hareketlerden, başkaları için kendini var etme çabasından sıkılmıştım. Bir budala olmakla, ölü olmak arasındaki fark nedir ki? Daha fazla rezil olmaya dayanamıyordum.’
Sustum. Elimle tekrar sırtımı yokladım. Sivilceler patlamıştı ama kan veya lenf yoktu ortalıkta. Sırtımın sol tarafı acıyordu.
…
Sandalye daha fazla katlanamamış, sırtıma ağrısını geri anımsatmıştı. Odadaki herkes gülüyordu. Gözlerimin önündeki sisler dağılırken, müdürün beni işaret ettiğini gördüm. ‘Bu arkadaş’ dedi, ‘sizinle beraber mi çalışıyor? İlk defa görüyorum. İyi misin arkadaşım? Hasta gibi duruyorsun.’ ‘Evet’ dedim, ‘biraz rahatsızım.’ ‘Neyin var’ dedi. ‘Varoluşsal’ dedim ve sustum. Sesim kendime bile zor yetiyordu. Müdür ‘neyi varmış, duyamadım’ dedi. Yanımda oturan iş arkadaşım yüksek sesiyle ‘varoluşsal diyor’ dedi. Müdür odada gülüşen insanlara hızla göz gezdirip ‘değişik bir arkadaş’ dedi. ‘Beni hiç tanımak istemezsiniz’ diye mırıldandım. Kimsenin duymadığını sanıyordum. Müdür ‘yine ne dedi’ diye merakla yanımda oturan iş arkadaşıma baktı. ‘Tanısanız zamanla beni severseniz’ diyen iş arkadaşımın gözlerine bakıp ‘ne diyorsun sen’ diye hesap sormak istiyordum. Halim yoktu. Bir yığından, içi kumla dolu ve birkaç yerinden patlak vermiş çuvaldan farksızdım. Oturduğum yerde, bulunduğum dünyanın merkezinde acı duyumsuyordum. Ancak trajedi gecikmemişti. Odada bulunan insanların benden daha çok acı çektiklerini hatırladım. Garipsemiyordum. Trajedi kameranın merceğinde başlıyordu. Işığın toplandığı düzlemin ardında bir film ışığı elektrik enerjisine çeviriyordu. İşte burada ve dünyada yaşayan tüm canlıların benliklerinde saklı tuttukları o acı, bu kameranın içerisine kaydediliyordu. Gözüm son kez odanın içerisindeydi. Sağ tarafımda iki demire tutturulmuş üçüncü sınıf bir kâğıt üzerine yazılı ‘felsefe semineri’ yazısına gülümsemiştim. Kamara içerisindeki herkes tekrardan gülüyordu. Müdürle göz göze gelince, odadakilerin bana güldüklerini anlamıştım. Müdür az önce eliyle beni işaret etmiş olmalıydı. ‘Hiçbir şey yapmadan, varlığım bu haliyle nasıl oluyor da insanların gülüşüne sebep oluyor’ diye transandantal öznenin varlığını düşünmeye başladım. Toplantı sona ermişti.
Şimdi sıra, sırtımın intihar edeceği bir kayalığın üzerine çıkmak olacaktı.
** *
’Jenerik Yalnızlık ve Siyah Bir Zarf’
‘Evlenmeden önce son kez görüşelim’ dedi. Hayatı boyunca ekmek, su ve pilav yemiş bir insana, yemekler tarifi kitabı gösterildiğinde düşündüğü ne varsa, ortak bir paylaşım içerisindeydim. Acıydı ve zehirli bir etkiye sahipti. Keşke ona karşı son sözümü ‘daha iyi bir ruh halinde olduğum zaman yazsaydım’ diye düşündüm. Zulüm görmüş, tercümesi olmayan güzelliğin ardınca aç, esir ve zayıf bileşkemde katliamlar meydana geliyor, kokusu aynı olan hikâyelerden besleniyordum. Aslında göğsüm sızlıyordu, ağrıyordum. Biri bana tutup, sönmemesi için gayret göstermem gereken ateşi emanet vermişti. Gecenin kara çarşafından boşalan kızıl nağmenin aydınlığa tutkusunda, ateşimin sıcaklığından vazgeçip, ellerimdeki kabalıktan soyundum. Karla örtülü bir halde, gözlerim ona karşı buz tutmuşken, ateşten bahsedecek halim yoktu.
Unutmak mümkün müydü? Şimdi şehre geri dönmüştü. Soğuktan titremiyordum. Hayır, soğuktan titriyordum. Yapamıyordum. Geceyle, yumuşak ellerle, pamuk saçlarla, tatlı sözlerle, yapışkan ve arzulu suyuyla tanıştıktan sonra yalnızlığa göç, hepten tadımı kaçırıyordu.
Kısa boylu olan siyah ve el bileklerine kadar uzanan kazağıyla terlemiş haliyle ortalıkta dolanıyordu. Uzun boylu olanın siyah, imitasyon bir deri ceketi vardı. Gömleği ceketinden çok az daha uzundu ve pantolonun üzerinde belli oluyordu. Fotokopi makinesi önünde konuşup duruyorlardı. Uzun boylu olanın, dilinin ucuna gelenlerden dolayı sıkıntılı olduğunu diğeri bilmiyordu. ‘Geçen gün’ diye başladı. Müzik durulmuştu. Fotokopi makinesi ritmik hareketini sürdürüyordu. ‘Buluştuk ve elimi tuttu.’ Kısa boylu olan diğerini duymamış gibi yapıyor, makinenin sol arka kısmından çıkan kâğıtları toparlamakla meşguldü. Her şeyi o an gibi hatırlıyordu: İlk kanayışını, utanç duvarını kendi elleriyle çıkışını ve bir türlü lekesini çıkaramadığı çarşafı. Adamın adını söyleyecek gibi oldu ve kâğıt tomarını demir kare masanın üzerine bıraktı. ‘Duymuyor musun beni’ dedi, ‘hey, sana diyorum, ellerimden tuttu ve ‘seni seviyorum’ dedi. Sana anlatıyorum. Bir şey söylemeyecek misin?’ Parfüm sürmediği için kendi terinin kokusunu alabiliyordu. Diğerinin gömleğine, ceketine parfümü fazlasıyla sinmişti. Şimdi olduğundan daha kısa ve küçük bir kız çocuğu iken, bir başkasının sürdüğü parfümün kendi üzerine de sinebileceğini hep hayal etmişti. Bunu yapabilmesi için parfümü üzerine sinmiş birini sımsıkı kucaklaması gerekiyordu. ‘İşimize bakalım’ dedi. Uzun boylu olanın siniri, çıkardığı ince, titreksi sesten anlaşılıyordu:’ İnanamıyorum sana ya, gerçekten inanamıyorum! Ben özelimi sana açıyorum, sana anlatıyorum ama sendeki duyar da; maşallah diyeyim. Senin duyarlı olduğunu bilmeyen de yok zaten! Duyarınız arşa uzanır canım, o ne şüphe!’ Kazağının bileğine düşen kollarını dirseğinde tekrar toparladıktan sonra parmağıyla benim oturduğum koltuğun yanındaki kapıyı işaret ederek ‘siktir ol git’ dedi. ‘Şımarık, kendinden başka hiçbir şey düşünmeyen zevk budalası! Siktir git gözüm bir daha seni görmesin!’
‘...sonra yüzünü gördüğün aynalar gibi parçalanmıştır gözbebeğinde kendi suretini gördüğün dostlarının varlığı. bazıları çoktan aşmıştır bunu; bir köpekle, kediyle sarar yarasını. bazıları kendini bağımlı yapar, öğretmen hanım gibi rakı, şarap içer. bazıları aşık olur, bazıları şiire merak salar. hiç tanımadığı, çektikleri acıların gramını bilmeden güney amerikalı şairlerin sözlerini ağzına pelesenk yapar. satılmış gazeteleri okur bazıları. siyasete adar kendini. kimi kolların en gencidir, kimi meclis heyulası! hiç tanımadığı insanlar içinde bir merhabadan sonra başlar konuşmaya. yerine göre tekelci, yerine göre devrimcidir. bazıları kitap okur. tüm parasını kitaba ayırır. ona göre bir yaşam kurar. bazıları vücudunu kullanır tanışmak adına. bir değeri yoktur. tüm duyguların aynı sepete koyulduğu ve derin kuyulara atılmasının beklenildiği yerde dururum. kahpelikler insanın artık canını acıtmaz. vurdumduymaz olmanın hazzını yudumlamaya başlarsın. bazıları sütten çıkmış ak kaşık gibi kendilerini betimlemeyi severler. yaptıkları her şey doğrudur. bütün sözleri ve eylemleri kendi zevkine ait olduğunu unutur. unutur, vakit geçmekte pek mahirdir ve geriye dönüp bakmasını hiç öğrenemediği için çektiği ıstırabın adını, öznesini ve zarfını farklı yorumlamaya çalışır.’
Sen ne olduğunun dahi farkına varmazsın. Geceler katran karası içinde yeni yollar yapmakla meşgul yarınlara gebedir ama hep sancılı! Sancı nedir bilir misin? Herkesin bir sancısı olmalıdır. En azından güldüğünde bile seni doyuracak, sana başka bir şey aratmayacak bir sancı. Peki ya mutsuzsan? Birini mutlu edebilir misin? Birini mutlu etmeye çalıştıkça, sen de mutlu olursun. Bunun farkında mısın? Birini yürütürken, sen de yürürsün. Birinin koşması için uğraşırken, sen de koşarsın. Biri sevindirirken, sen de sevinirsin. Pak ve masum mendillerin sıkışıp kaldığı aşklar arasın, o aşk senin yüreğindedir. Kendini sev diyemezsin kendine. En çok da kendi kendine, yalnız başına, tek senin girebileceğin odalarda sarı masum kartlarını buruşturup parmakların arasında, kendini sevebildiğin müddetçe sevilirsin. Ayna gözbebeğinde kırılmıştır. Kırılacak dostun kalmamıştır. Dev aynasında bir sineğin izi kadar belirir endamın. Kitabın ortasından başlar, sonuna bir türlü gelemezsin.
‘Ayna’ dersin, ben ağlarken, ben beni görmek için neden sana ihtiyaç duyayım?’ Ayna kararlı bir baykuştur. Tek başına, korkusuzca karanlığın içinden avına doğru kapanırken kanatlarıyla, zamanla ayaklarındaki teslim olunası güç törpülenir. An bölünür, zaman dahi sükût eder, baktığında gördüğün sen, artık sen değilsindir. Bir başkasına mı sahipsin? Gördüğün bedene bile ait değilsen, beyninin var ettiği hafızadan ibaret dünyada dahi yaşayamazsın! Oysa hiçbir şey unutulmak için yaşanmaz. Ağlamak için de verilmişse gözler, ağlamalı. Belki unutamayacağın yaşanmışlıklar için birkaç söz bulur da, gözyaşlarının arasında buharlaşıp dua olur göğe. Sahi gök neden bu kadar ağır?
Ağırlık ölçülebilirken, sen hiçbir zaman ne göğü, ne gözyaşlarını, ne de ahını, ağıtını, yasını, tasanı, mutlak yenilgini tartabilirsin. ‘Unutmak namümkün, anladık; unutmayı var edenin ne diye anılar yarattığını da anlamış oluyorduk ki, yine incitildik’ derken, bir kedi gibi bacaklarına sarılıp, yürümeni engelleyen yalnızlığın ağıtında tortusu derin kesikler bırakan sözler becerebilen ağzının ölçüsünü dahi alamıyorsun. Sen, sen olmaktan uzakta, yolcuların beklediği bir istasyon gibi durağansın. Ve sonra bağıramıyorsun maketten filler karşısında hakikati!
‘Sen ki güzel bir kalp, sen o kalbin taşıyıcısı, emanetin bekçisi! Derdinin vasfından mı, derdinin mahiyetinden mi, derdinin tasasından mı ağlayacağım diye şüphe edip, duruyorsun. Ağlamak için de, inlemek için de, güzel bir göz, güzel bir kalp ve bir ruh lazım ki; senin derdin hepsinden güzel!
Haklıysan, ağla!
Haksızsan sus, biraz da ben ağlayayım!’
Şimdi söyle. Kim kimin öyküsü? Kalemi tutamıyorum. İnce şerit halinde dişlerimin yıkılışını hissediyorum. Bir hayalden daha ötesi bu, gayret ki; fazilet tüm suya bulaşmış. Ben gölgeyim, sen maket!
Bu filmi oynatabilene aşk olsun!’
…dedikten sonra sokakta yürüyemez oldum. Ayna hatalar kadar kirli ve pasaklıydı. Jenerik taşkın suların bile istemeyeceği kadar kusurluydu. Kamera acı selinin akışında.
Herkes beyaz bir zarfta alırken davetiyeyi, ben ise siyah bir zarf içinde aldım. Oturup ağlayasım geldi. Ayağa kalktım, kalkamadım. Oturdum, oturamadım. Uzandım kanepeye, uzanamadım. Ağladım, ağlayamadım. Hiçbir şeyi tam manasıyla yerine getiremeyince zarfı açtım. Parmaklarım kırılsaydı, bir hızar onları parçalayıp, birileri her birini bir kuyuya fırlatsaydı daha iyiydi. Açtığıma pişman olmamıştım. İnsan bildiği bir şeyden ötürü pişman olabilir mi? Ben pişman değildim. Aslında yalnızca bir siyah zarf ve jeneriği hiç değişmemiş yalnızlığımın altına atılacak iki imzadan başkası değildi. Onun imzası olmasaydı diye düşündüm. Bu düşüncede pek uzun sürmedi. Oyuncular çoktan rolleri kapıp, senaryoyu ezberlemeye başlamışlardı.
***
’Öğretmen Hanım’
‘İznimde yanına gelmek istiyorum. Seni rahatsız etmem değil mi? Müsait misin?’
Bazı insanlar vardır; konuşursun, muhabbet edersin ama kimseye anlatmazsın. Anlatmak istemediğin ya da onu sakındığın için değil, çünkü artık anlatacağın kimse kalmamıştır. Peki, bu acı verici bir şey midir? Saçmalıyorum. ‘Elbette’ demiştim, ‘yanımda olacağın anı dört gözle bekliyorum.’ Öğretmen Hanım uzun süredir muhabbet ettiğim biriydi. Şans eseri yazdığım bir metni okumuş ve yalnızlık üzerine nasıl böyle derin yazdığımı öğrenme merakıyla mesaj atmıştı. Muhabbet zamanla ilerlemiş, okumak için kitap tavsiyeleri alırken, bir yandan da sarhoş olmaya ramak kaldığı vakitlerde konu dönüp dolaşıp yalnızlığın tedavülden kaldırılası soyut duygularına dair konuşmak oluyordu. Onunla basit, komik bir oyun oynamış ve birbirimize isimlerimizi söylememiştik. İsmimiz haricinde görüşüyor, anlık saçma fotoğraflarımızı birbirimize atıp durduğumuz anlar oluyordu. Ben ona ‘öğretmenim, hocam’ derken, o bana ‘yazar beyefendi’ diyordu. Öğretmen bolluğu olan bir ülkede, KPSS’den istediği puanı alıp, öğretmen olabilmeyi yıllar önce başarabilmişti.
Yaşamak için delicesine tutkuları ela gözlerinden belli oluyordu. İstasyonda onu bekleyecektim. Havalimanından direkt istasyona gelecekti. Gelmiş ve bir süre gözlerine baktıktan sonra sarılmıştık. Sarılmamız bana Cavidan’ı hatırlatmıştı. Onun göz rengine sahipti. Cavidan’ın boylarındaydı. Sarılırken narindi ama varlığını hissettirmişti. İstasyondan iskeleye kadar yürürken aklıma Fatih’in kadınlar üzerine sözü gelmişti. Gülmüştüm. ‘Pardon’ dedim, ‘rahatsız oldun mu?’ ‘Neden’ dedi, ‘niye rahatsız olayım ki, rahatsızlık verecek bir şey mi yaptın?’ Gülümseyip ‘az önce sesli güldüm ya, sana bir gün demiştim hatırlarsan, biri gülüşümden rahatsız oluyordu, gülüşümü değiştirmem gerekliliğini söylüyordu. Sen de bana ‘seni seven biri, asla sana böyle şeyler söylemez. Hadi söyledi diyelim, çok güzel ifade eder ki, kalbin yumuşar. Sana kim öyle söylemişse, seni sevmemiş, sana gerçekten değer vermemiş bir insan’ demiştin. ‘Evet, hatırladım’ dedi. ‘Ben hiç rahatsız olmadım. Hatta çok tatlıydın!’
İnsan eğer birinden övgü aldığı zaman hoşuna gitmiyor, hatta o övgü onu rahatsız ediyorsa, bu yaklaşımı övgüye dair tevazu kanatlarını gerilircesine açtığından kaynaklanmıyordur. O sadece övgüyü yapanı sevmiyordur. Eğer insan birini seviyorsa, onun övgüsü değil, kimi zaman en basit cümlesi bile onun ruhunu yatıştırabilir. ‘Çok tatlıydın’ dediği an hiç rahatsız olmamıştım. Güzel hissediyordum. Hayatın hiçbir yerinde gereken bir yeri ortak paylaşamayacağımız insanlara karşı nasıl da sonrasını düşünmeden pek çok övgüde bulunabiliyoruz? Her övgü bir müddet sonra sövgüye dönüşürken, sevgimizin nefretle arasındaki ince çizgiyi yeniden fark edebiliyoruz.
Bin kilometre öteden, sıcak bir memleketten geliyordu. ‘Gelirken üzerine seni en sıcak tutacak montunu al’ demiştim. Hava durumu serin bir İstanbul günü olacağını gösterirken, her adımımızda biraz daha bedenlerimize hararet basıyordu. İskeleye yakındık. Büfeden su ve sigara alırken, o kot ceketini çıkarıyordu. Kolsuz elbisesi hoş gözüküyordu. Yanına geri döndüğümde omzundaki dövmeyi işaret ederek ‘bundan bahsediyordun değil mi’ diye sordum. ‘Evet’ dedi. Su şişesini ona uzatırken, parmağımın ucuyla dövmesini daha rahat görebilmek için dövmesini kapatan elbisenin kumaşını geriye doğru ittim. Hiçbir şey demedi. ‘Güzel’ dedim. ‘Öğretmenlere dövme yasak mı’ diye sordum. ‘Aslında görülen yerlerde olmaması söyleniyor. Suç değil ama takıntılı bir idareci olursa seninle uğraşır durur. Benim açımdan hiç sıkıntı olmadı. Tabi bu tür elbiseleri okulda giymiyorum.’ Tatmin olmuştum. Ancak ikimizin de dövmeyle alakalı aklımızdan geçen şey başkaydı. Montunu büyükçe sırt çantasına koyarken, çanta içindeki üç büyük şişeyi fark ettim. Ses etmedim. ‘Ver bana çantanı’ desem de, gülümseyerek ‘hayır olmaz, ne münasebet canım, ikimizin de can değil mi, ağır değil zaten’ dedi. İskelede bilet alırken küçük çapta bir tartışma yaşamıştık. Bilet paralarını o ödemek istiyordu. Neyse ki işi dövmeye getirip, ince noktasından ona dokunup olayı tatlıya bağlamıştım. On beş dakika sonra feribota binecektik!
Yürüyorduk. Adımlarımız yavaş ama düzenliydi. Deniz çok ileride bir yerde Güneş’in maun rengi batışıyla sevinçliydi. Saçlarına baktım. Yıkaması, uğraşması zor dediği siyah renkteki kıvırcık saçları hafif rüzgârda salınıyor ve tekrar sırtına yanaşıyordu. Saçlarının uçları sarıydı. Ruhunun tüm inceliklerini, kayıplarını ve sevinçlerini bildiğim genç kadının yanımda duran bedenine dair merakım canlıydı. Ona yaşadığım bir olayı anlatıyordum. Arada onaylamak adına kısa yanıtlar veriyordu. İkimizin de aslında konuşma isteği pek yok gibiydi. Bir süredir yan yana olma hayalini kurduğumuz mesajlar birbirimize atmaya başlamıştık. Yakınımızda duran bankı işaret edip ‘oturalım az, dinlensin ayaklarımız’ dedim. İçimden ‘çantasını ortamıza koyacak’ düşüncesi geçse de, o çantasını sağına bırakmıştı. Aramızda hiçbir şey yoktu! Huysuzlanmaya başladığım için bir sigara içsem iyi olacaktı. ‘Çok rahatsız oluyorsan içmeyeyim istersen’ dedim. ‘Önce ben bir nefes çekeyim, sonra sana bırakırsak olur’ dedi. Heyecanla ‘içmiyordun’ dedim. ‘Evet’ dedi ‘ama seni anlıyorum. Kendimizi kasacaksak ben buraya neden geldim ki? Rahat ol lütfen!’ Sigarayı ona uzattım. Acemice sigaranın ucunu yakıp, dediği gibi bir nefes aldıktan sonra sigarayı bana uzattı. Öksürmesini bekledim. Yüzüne, gözlerine bakıyordum. ‘Ama’ dedi, ‘lütfen, ne söyledim az önce?’ Öğretmen esprisi yapmak istemiyordum. Saçma olurdu. Burcundan kaynaklanan dengeli bir yapısı vardı.
Sigara sol elimde, parmaklarımın arasındaydı. Bir anda sağ elimin havalandığını hissettim. Elimi elleri arasına almış inceliyordu. ‘Demek yazar beyefendi bu ellerle yazıyor. İlginç bir elin var. Ağır, derisi kırışmaya yakın ve şu serçe parmağın, a, çok ilginç! Kırmış mıydın bu parmağını?’ Sigaradan bir nefes daha çekip bıraktıktan sonra ‘evet’ dedim, ‘ilginç birisin!’ ‘Bunu bana sen mi söylüyorsun’ dedi. Keyifleniyordum. Deniz hiç olmadığı kadar mavi ve güzel geliyordu. Bir eli elimin altında, diğer eliyle elimi okşuyordu. Sonra elimi bacağına koyup, tek parmağıyla orada okşamaya devam etti. ‘Evine daha çok var mı’ diye sordu. Başımı sağa çevirip ‘bir on beş dakika filan en fazla’ dedim. ‘Biraz acıktım ben de, olmadı evin yakınlarında bir şey yiyelim olmaz mı’ dedi. ‘Ama ben yemek yapmıştım…’ diye söyleyince, ‘tamam tamam asma suratını, biliyordum yaptığını, neydi sahi; börek, patlıcan dolması, siyez bulgurlu çorba. Doğru değil mi?’ ‘Evet’ dedim, ‘sabah yapıp öyle çıktım.’ Öksürdüm üst üste dört kere. ‘Uyumadın da değil mi?’ ‘Evet’ dedim, ‘ama iyiyim gayet. Sen buradasın ya, uykusuzluk nedir ki?’
Eve vardığımızda ona hiç kullanılmamış beyaz, yumuşacık havluyu verdim. Banyoya gittiğinde odalarda gezindim. O gelecek diye temizlik yapmıştım ama gözümden kaçan bir yer var mı diye tekrar bakıyordum. Bana göre gayet iyiydi. Tabi, onun gözünde başka türlü olma ihtimalini yadsıyamazdım! Salona geldiğinde sandalyede oturmuş, onun gelmesini bekliyordum. Çantasının fermuarını açıp, içinden malzemelerini çıkarmadan önce ‘şu masaya eşyalarımı koysam olur değil mi’ diye sordu. Birkaç dakika sonra yıllardır tenha olan, arada sırada kalem, kâğıt, kitap misafir eden masanın nasıl bir değişime uğradığını görünce şaşırdım. En son üç tane büyük şişeleri çıkarırken ‘Paros adasını biliyor musun, Berre diyor bizimkiler, oranın şarabı, tadı enfes oluyor yazar beyefendi’ dedikten sonra kalktı ve birkaç kıyafeti harici içi boşalan çantayı masanın kenarına yasladı. Pencere yaklaşıp dışarı baktı. ‘Güzel bir yer’ dedi. ‘Evet’ dedim, ‘güzeldir. Mübeccel Belik Kıray’ı biliyor musun’ diye sordum. Arkasını dönmeden ‘o kim ki, ilk defa duydum’ dedi. ‘Rahmetli’ dedim, ‘Türkiye’nin en araştırmacı, zeki hocalarından biriydi. Sosyolog idi. ‘ Bu kez yüzüme bakıyordu. ‘Onun Üniversite’den öğrencisi, yaşlı bir kadın oturuyor az ileride. Adı Cavidan teyzenin! Çok değişik bir kadın, kaç yaşına gelmiş hala kitap okur, arada şu aşağıdaki bakkalın önünde karşılaştığımız zaman bana sorular sorar.’ Konu pek ilgisini çekmemişti ama beni kırmamak için ‘ne güzel’ diye yanıt vermişti. Adımları yavaştı. Kanepeye doğru yürüyordu. ‘Hazırlayayım mı, yiyecek misin bir şeyler’ diye sordum. ‘Aslında çokta aç hissetmiyorum. Böreğinden bir dilim yerim ama bak!’ Birbirimizden başka bakacak hiçbir şey yok gibiydi! ‘O zaman çay demleyelim, hava da güzel, balkonda oturur çay içer, börekte yeriz’ dedim. ‘Süper’ dedikten sonra ben çay suyunu kaynatmak için mutfağa geçtim. Bir süre sonra ‘öğretmen hanım, hadi geliniz balkona, hava sizin oradalar gibi sıcak olmasa da, yine de güzel bugün. ‘ Balkonu yıkadığım için kendimle gurur duyuyordum. Karga boklarıyla dolu bir balkonda oturmak hiçte iyi bir fikir olmayabilirdi!
Balkonda çay içerken hava serinlemişti. Üzerine giymesi için içeriden hırkamı alıp geldim. Komik ama tatlı bir görüntüsü vardı. İnsanın içine sarıp, sarmalayası geliyordu. Sandalyelerimiz birbiriyle yüz seksen derece açı oluşturuyordu. Boş bardağını işaret edip ‘doldurayım mı’ diye sordum. ‘Yok’ dedi, ‘ama…’ Sustu. Sonra lafını yutmadan ‘yanıma yaklaşsana biraz’ diye ekledi. Ayağı kalkıp, sandalyeyi, oturduğu sandalyeyle dip dibe getirdikten sonra yanına oturdum. Yine sağ elim, elleri arasındaydı. Okşayışlarının bana yaşattığı hissi anlatacak kelimeleri hafızamdan çıkarmış gibi hissediyordum. Parmak uçlarını elimde her hissedişim, harabeye dönmüş, izbe sinir uçlarımın dünyanın en iyi mimarları tarafından yeniden restore edilmesini sağlıyordu. Bir süre sonra başını omzuma bırakırken, ‘hatırlıyor musun bu anı ne çok konuşmuştuk’ dedi, ‘şimdi o anın içerisindeyiz ve çok huzurlu, mutlu hissediyorum.’ Elimi elleri arasından çekip, bu sefer ben onu okşamaya başladım. Yaş pamuklar güneşin altında yere serilmiş ve kurumayı bekliyorlardı. Parmak uçlarım saçına her değişinde dediği huzura yaklaşıyordum. Bir süre böyle yan yana saçlarını okşadıktan sonra ‘üşüdüm ben’ dedi. Küçük bir kız çocuğu gibiydi! ‘Üşüdüm anne, eve gidelim!’ Ancak yaşı, yaşadıkları, tüm ilişkileri o küçük kız çocuğunun büyümesini sağlamıştı. İçinde bir yerde sarıp, sarmalanmayı, hep sevilmeyi uman kız çocuğu duracaktı ama bazı şeyler için artık çok geçti! ‘İçeri geçelim canım’ dedim.
Salona geri dönünce ‘şarabın birini buzdolabına koyabilir misin canım’ dedi. Kötü oluyordum. Yalpalamış, bir an hiç içmeden sarhoşluğun formülünü bulan birisi gibi kendimi hissediyordum. Salona geri döndüğümde ‘ben biraz uzanabilir miyim yatağında’ dedi. Hırkamı üzerinden çıkarmıştı. Gülümseyerek ‘yol yorgunu olduğunu eve gelince daha iyi anlıyor insan değil mi’ dedim. ‘Evet’ dedi, ‘ama senin de gelmeni istiyorum.’ Parmağımla işaret edip ‘sen geç, ben geleceğim birazdan’ dedim. Bu anın geleceğini ikimizde biliyorduk ve bekliyorduk ama hazırlıksız yakalandığıma dair düşünce beni sarmaya başlamıştı. Banyoda yüzümü yıkarken aynaya bakıyordum. Defalarca okşadığı elimi saçlarımın arasına daldırdım. Cılız ve yorgunlardı. Yağmur her yeri ıslatıyordu. Şehrimin karşı tarafındaki dağlar sisten gözükmüyorlardı. Senaryo gereği filmin final bölümünden değişiklikleri yapanın, son bir hamlesi daha olmalıydı.
Yatak odamın kapısının arkasındaki askılığa bir şeyin asılmış gördüm. O askılığı tamamen boşaltmıştım. Kapıyı hafif araladım. Elbisesi yüzyıllık yalnızlığın darağacında asılı kalmıştı. Yalnızca yüzünü görebiliyordum. Yorganın altındaydı. ‘Oh, çok rahat bir yatağın var, mis gibi de kokuyor her şey!’ Duraksadı bir an. ‘Gelmeyecek misin yanıma’ diye sordu. Her kare bir fotoğraf, hareket eden her fotoğraf kamera filminde bir öyküye dönüşüyor, kamaradakilerin acıları belirginleşiyordu. Pozlama süreci yavaşlıyor, ışık daha yoğun hissediliyordu. Başım dönüyordu. Darağacına yeni suçlular gerekecekti! Yorgan tersane zincirleriyle yatağa bağlanmış olmalıydı. Kollarım yorganın altındayken bitkin düşmüştü. Başlarımız yorgan dışındaydı. Gözlerinin rengi her saniye değişiyordu: Yeşil, kahverengi, sarı, kırmızı… O çok sevdiği elim sıcacık sırtına salyangoz gibi yapışmıştı. Dili bir sülük gibi dilimi ağzının içine çekiyor, yapışan tek bir et parçası haline dönüşüyordu. Bir eliyle nefesini yatağın dışında bırakmış göğsümün etrafında kalbimi arıyordu. İkimizin de bu halde bir eli yokmuş gibiydi. Tam ben hareket edecekken, o önce davranıp beni sırtı üstü yatağa uzandırırken, bacaklarıyla böbreklerimi sarmalayıp, yüzünü tekrardan yüzüme yaklaştırmıştı. Anglosakson, hiç bitmeyecek gibi gelen bir şiiri beraber okuyorduk! Poe gibi ‘ben bir yazarım, haliyle aklım başımda değil’ diyordum. Elleri kollarımın kanalında ağır ağır yüzüyordu. Evet, Poe haklıydı; ‘apaçık ve yanımda olanı reddedip, belirsiz bir uzaklıktakini yeğlemeye çabalarım sapkınlığımdandı.’ Bunu çoğu insan yapıyordu. Ah, sapkın insanlık; düzeltilemez ruhlar! Köprüyü geçtikten sonra soğuk bir pınarın köşesinde durmuş, çeşmeye ağzını dayamıştı. Çeşme yüzyıllık yalnızlığın en kindar ve zayıf noktasıydı. İçi yumurta dolu kale taşları vardı. Bu kalenin uzun bir zamandır böylesine sevecen misafiri olmamıştı. Elleri sura ait taştan merdivenlerin etrafında gezinirken, ruhunu çeşmenin ağzına yaslamıştı. Belirgin pembeliğiyle bedeninin en diri serencamını ortaya çıkarırken, iki uç birbirinden habersiz bir bekleyiş içerisinde az uzağımda duruyorlardı. Dağın zirvesindeki buz kütlesi kırılmış, dört derecelik sıcaklığında yavaş yavaş çözülmeye başlıyor ve su akmaya başlıyordu. Her şey 37,2 dereceye kadar beklenilesi bir mesafedeydi. Uzunca bir vakit dokunulmamış, ağız dayanılmamış çeşme hararetlenmeye başlarken, kollarından tuttum.
Şimdi benim yerime o uzanıyordu. Yüzünün kareköklerini alan dudaklarım omzundaki dövmesine doğru iniyordu. Kamera oldukça yakındı. Her şey daha belirgindi. Aynada görünen yüzün gölgesi uzuyordu. Burnum tüm çiçek kokularını içine çekmeye meraklıydı. Saatlerce, günlerce bu küçük bedenin keşfini bir arkeolog hassasiyetle yapmaya meyilliydim. İtiraz, ıstırap, gurur, bir başkası veya bir başkasına ait izler silinmişti. James Joyce kadar tehlikeli yollardan gitmek istemiyordum. Arzu ikimizin de kapağını oynatmaya başlamıştı. Kan birazdan kaynayacaktı. Yanaklarım pembe diyarların, kahverengi meyvelerine sürtünüyor, ağzım yüzyıllık yalnızlığın aç ve susuz insanlarının nefesini dudaklarımın arasına koymuş, teslim olduğum bu şehrin içerisinde bedenim ve ruhum kanlar içerisindeydi. O kadar uzun olmadığını kavradığımız anda başlayan keder, yaşamın esprisiydi. Ölmeden çürümek üzereyken, ikinci u harfi solmuş umut son bir ayıbı örtmeye gayretliydi. Bacakları arasında beyaz bir bulut durmuş, ikimizi izliyordu. Bulut tenyüzünü ortaya çıkardığında, dilime erişen limonlu bir kekin tadı dişlerimi kamaştırıyordu. Ah! Bu sesin doğası hangi ayine ait ağaca kırmızı bir bezi bağlamıştı? Ah hangi mevsimlerin ardından ‘ohların’ zayıf ama derin tutkusuna devinim göstermiş ve kadın nasıl yaratılmıştı? Parmak uçlarıyla eğri bir kaburgamın varlığına tutunurken, boynundan arıların doğadaki en taze çiçeklerden var ettiği bal damlıyordu. Dilim bir fil gibi ağır ve çok sesli adımlıyordu. Sırtımdaki sızı, batan bir tankerden yayılan petrol kadar yavaş ve tutkulu şekilde okyanusa doğru genişliyordu. Tüm vücudumda aynı sızıyı, kasılmaları tadıyordum. Çeşme artık çevresine hayat verecekti.
Galiba ondan hoşlanmıştım. İyi veya kötü; nasıl olduğunu ayırt edemiyordum. Herkes gibi onunda zayıf noktalarına dokunmamam gerekiyordu. Yalnızca her şeye hevesli hali, tutkunun bağlarını yeşertiyor, salkımlar dolgun gövdelerini sergilemekten hiçte çekinmiyorlardı. Ona dokunmaya, eksik bir yer bırakmayacak şekilde öpmeye devam ediyordum. İki saat sonra pijamalarını giyinmiş halde, film izlemeden önce kucağımda oturup öpüşeceğimiz ana kadar tek düşündüğüm ‘ne kadar az uyusak, o kadar iyi’ demesiydi. Dört günün hızla geçeceğinin farkındaydım. Aynı şeyleri, tekrar tekrar yapıp sıkılabilir miydik? Belki uzun bir zaman zarfında bu doğru olabilirdi ancak şu an için bu geçersiz bir önermeydi. Filmi izlerken defalarca esniyordu. Şarapta hafiften dokunmuştu. Tekrar yatağa girmeden önce banyodan su sesini duyuyordum. Bu gece kale, eski şanlı zamanlarından bir gece yaşayacaktı. Saçlarının kokusunu içime derin derin çekiyordum.
Sabah kahvaltısını dışarıda yapalım demiştim. Memnuniyetle kabul etmişti. Hem biraz sahilde yürümüş olacaktık. Dün giydiği elbisesi üzerindeydi. Hava biraz serin olduğundan ceketini giyme konusunda itiraz etmemişti. Hava değişikliğinden dolayı hasta olmasını istemiyordum. Kahvaltı sonrası şehri turladıktan sonra tekrar eve dönmüştük. Bedenlerimiz yorgun olsa da, ruhlarımızın capcanlı olduğu bakışlarımızdan belli oluyordu. Aynaya bakmaya korkarak banyoya girmiştim. Yanına geri döndüğümde kitaplığın önünde durmuş, bir kitaba dikkatlice bakıyordu. Elinde tuttuğu bardaktan ara ara şarabını yudumluyordu. Arkasına geçip, saçlarını öptükten sonra sarılmıştım. ‘Yazar beyefendi, isminizi kitaplardan öğrenecektik demek ki!’ Gülümsemiştim. Bu oyunu sonlandırmak istiyordu. Açtığı sayfada tırnağıyla bir kelime altında iz bırakmıştı. İsmini yudumluyordum. Sayfayı kapattıktan sonra kitabın arkasında tuttuğu zarfı gördüm. ‘Bahsetmeyecektin hiç değil mi’ diye sordu. ‘Nasıl bahsedebilirdim ki’ diyerek yanağından öptüm. Aklıma gelenden korksam da, söyleyecektim. Kamera dibimize kadar girmiş, ışık en iyi poz açısındaydı. Sırası gelen gitmeliydi. Jenerik en koyu hatlarıyla solarken ‘yarın benimle o nikâha gelir misin’ diye soruyordum. Siyah zarf parmakları arasından yere düşerken, bardağı kitaplığa bırakıp bana doğru döndü ve ‘neyin olarak’ diye sordu. Kamera tüm ışığını yitirirken, vücudum elektrikleniyor, ellerimin arasında yüzü eriyordu: ‘Geri kalan hayatım olarak!’
Fin.
YORUMLAR
((Bir şey aramıyordum. İnsan umutsuz kalınca bir şey aramak için de sebep aramaz. Şimdi ben ölüysem, sen bir ölüyle konuşuyorsun. Hepsi bir değil mi? Hem benim sen olup, senin gibi benim ölümüm konusunda konuşmak istemezdim. Ölmüşüm veya yaşıyorum, hepsi bir değil mi? Aynı pisliği ikimizde barındırmıyor muyuz? Tutkulardan, gereksinimlerden, keyfi hareketlerden, başkaları için kendini var etme çabasından sıkılmıştım. Bir budala olmakla, ölü olmak arasındaki fark nedir ki? Daha fazla rezil olmaya dayanamıyordum.’))
Umutsuz artık ne verirse onunla yetinme hali