- 401 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Babam Seni Kesecek
LaTekmen’den Büyüklere Masallar
Kemal, yirmi yedi yaşında genç bir adam. Beş yıl ilk, altı yıl orta, iki yıl da yüksek; toplam on üç yıl okudu. Yani o, okumuş bir çocuk. Cahil değil desem olmaz ama okumakla da ne olunur ki, ne okuduğunu bilmediysen!
Hani eskiler derdi; okuryazarlığı yok, cahildir. Cahil birisi. Yani okumamış. Okumamış insan cahilmiş. Bir de okumuş cahil olmak var ki, o daha da kötü! Okumamış insan, okumamış olduğunu, tahsilsiz, dolayısıyla da bilgisiz ya da bilgisinin az olduğunu, yani eninin boyunun ölçüsünü, kilosunu bilir. Sonuçta kim olduğunu bilir. Ama Kemal okumuş, ona diyemezsin ki okuryazarlığın yok. Tahsilin yok, cahilsin…
Dedesi öleli üç gün olmuştu. Biz de bu sebepten üç gündür köydeydik. Ölünün üçünü yapıp öyle dönecektik.
Akşamüzeriydi, eve geldim. Bizim Kemal gelmiş, baktım terasta oturuyor. Görünce hemen kalktı. Gözleri fıldır fıldır, yüzü gülüyor. Beni gördüğüne sevinmiş.
“Oo…” dedi uzaktan, “eniştee…” Öyle bir laf etti ki devamında, söylediği şey beynimden uçup gitmiş, ya da bir yer edinmemiş; şimdi aklımda değil. Arapça mı, Farsça mıydı ne söylediği. Anlamını bilmesem de şikâyet ifade eden bir kelime ki bu; ses tonundan, yüz ifadesinden belli. Öyle saf saf baktım ona.
“Oğlum...” dedim, “anlayamadım be! O da ne?”
“Şey be enişte…” Falan, filan. “Yani içiyormuşsun da… Neyse, boş ver!” dedi. Terastan atlayıp yanıma geldi, elimi öptü, sarıldı.
Bizim bu Kemal aslında hem tahsilli, hem akıllı bir çocuktu benim bildiğim. Hep düşünür, kafa yorar, mantık yürütürdü. Yani lümpen değil, belden aşa kasım paşa değil. Okumuş, öğrenmiş, sorumluluk duygusu gelişmiş, cahil hiç değil. Karakteri oturmuş, kişiliğini bulmuş bir çocuk. Daha doğrusu öyle bilirdim. Yani öyleydi…
Evin terası dereye bakar. Dolayısıyla batıya. Vakit akşamüzeri ya; güneş yan yatmış, göz kamaştıran ışığı ve olanca ısısı bu tarafta. Hava bu yüzden sıcak mı sıcak; ceviz altına, gölge yere gittik.
Ne var, ne yok?
Şu, bu, hoş, beş…
Kemal, sürekli yüzüme gözüme bakıyor, küçük küçük gülümsüyor. Biraz sevgiyle, biraz mukallit, biraz kinayeli… Sanki bir şeyler söylemek istiyor da söyleyemiyor gibi. Zorlanıyordu, anladım. Öyle gibi. Yardım ettim, “Söyle” dedim.
Söyledi.
“Akşam içmişsin…” dedi.
“İçtim.” dedim “Akşam içtim, önceki akşam içtim. Köyde içiliyor be oğlum! Havası, doğası… Bir de geçmiş günleri anımsamak, hatırlayıp anılarda yaşamak… Nostaljik bir durum var ya, bizim gibi adamların ilacı bu galiba.”
“Hadi eniştee… Sen de! Nostaljiymiş, havasıymış, doğasıymış... Yapma! Çocuk gibi kendini kandırma! Bu söylediklerin bir kaçış. Açık açık gerçeklerden kaçış.”
“Kaçış mı? Sen ne anlarsın ulan! Gerçek ne, gerçek olmayan ne? Kaçış ne? Neden, niye kaçış? Biz elli yıl yaşadık, elli yılda nelerle karşılaştık! Üüf oğlum, daha önceleri beraber içki içtiğimiz gecelerde sana anlatmadım mı ben? Ne biçim bir çocukluk, ne biçim bir gençlik, ne biçim bir evlilik ve ne biçim bir evsizlik… On beş yaşındaydım ortaokulu bitirdiğimde. O zaman dedim ki kendime; üüf on beş oldum! Ortaokulu okudum, ne büyük oldum. Ne büyük! Bu kadar büyük birisi olunca sigara içmeyi kendime hak saydım ve sigaraya başladım. Bu neyin psikolojisi biliyor musun? Yani dedim ki kendime o zaman; artık sigara içebilirsin, çünkü büyük birisin. Ondan sonra otuz beş sene hep içtim.”
“Üüf!” dedi Kemal, “Otuz beş sene…”
“Evet ya! Otuz beş… Ben on beş yaşındayken, yani büyümüş, büyük biri olmuşken sen kaç yaşındaydın oğlum?”
Bunu söylerken biraz sırıttım. O da sırıttı. Böyle bazen, zaman zaman, özellikle de kendimden çok çok küçüklerle sohbet ederken, yani yaşça kendimden küçüklerle eşit şartlarda arkadaşlık ederken espriliyimdir. Ortam böyle oluşunca samimi davrandığımı sanırım. Onlarla güzel anlaştığımı, güzel diyaloglar kurduğumu sanırım. Bu, Kemal’le de böyledir. Ben onları severim, onlar da beni. Bunun böyle olduğunu hissederim. Ama bu bir his tabii…
Hissetmek…
His nedir? Mesela işitmek, görmek, dokunmak… Bunlar göreceli. Ya his? His ne? Görecesiz mi? His işte… Sadece his…
“Otuz beş sene çektim, üfledim.” dedim kendisine. “On beş yaşındayken büyük biriydim, ellisine gelince tersi oldu, küçüldüm. Küçük oldum. Yani ruhen.”
Beni hem dinliyor, hem dinlemiyor; söyleyecek bir şeyleri var buna kurulmuş belli; susayım da o konuşsun istiyor. Bunu da hissediyorum ama lafı uzatıp da uzatıyorum.
“Oğlum,” dedim sonra, “deden öldü, başın sağ olsun!”
Kendisine dedesinin ölmüş olduğu gerçeğini hatırlatınca yüzü daraldı, düzleşti. Bakışları ciddileşti.
“Hepimizin…” dedi.
“Üç gün oldu…” dedim, başını eğdi. Dedesi ölüp gitmiş; o, üç gün sonra gelmiş. Üçüne ancak gelebilmiş.
“İş, güç…” dedi.
İş, güç… Tabii ya! Hayat yalan, ölüm gerçekmiş. Aslında her şey fasa fiso, hikâye, gerçek olan ötesiymiş ama yalan dünyanın da işi hiç bitmezmiş. Çelişkiye bak!
Okan bana demişti; annesi, anneannesi, teyzesi, yengesi filan çok ağlamışlardı ya babaları öldü diye. “Baba” demişti, “babaannem öldüğü zaman kaç sene önce sen de ağladın mı?” Hayır desem olmaz. Ağladım desem yakışmaz. Kendi gözleriyle görsün, gerçeğin ne olduğunu kendisi bilsin istemiş, cenazeye onu da getirmiştim.
Ölü gömüldü iş bitti. Yani ölen öldü, geride kalanlar için hayat devam edecek şöyle veya böyle. Gerçek olan bu! Akşam olunca içki içtim. Kimileri der ki; ölümün arkasından içilir mi? Bu herkesin şahsi meselesi, kendi bilir. Sonra vakit geç oldu eve geldim. Öyle bir hüzün, öyle bir hüzün ki bende, tarif edilmez; bu sebepten saldım kendimi. Saldım gözlerimde biriken sellerimi. Ve karanlık gecede, kimsenin olmadığı bir yerde hem söyledim, hem ağladım. Müthiş ağladım. Çocuklar görmüş, geldiler. Beni böyle gördüler ve şaşırdılar. Vaay be babam da böyle mi ağlarmış! Vaay be, böyle katı görüntü veren babam da böyle nasıl ağlarmış! Baba adam küçük bir çocuk gibi iç çeke çeke salya sümük ağlar mı? Boynuma sarıldılar, onlar da benimle beraber ağladılar.
Kim için?
Hadi ölen onların dedesi de benim neyim?
“Oğlum” dedim Kemal’e, “içki ne ki?”
“İçki yasak eniştee!”
“Hadi ordan sende! Kim demiş?”
“Tövbe de enişte! Kuran yazıyor, Allah demiş”
“Oğlum Allah ne çok şey demiş. Ne demişse hep insanların iyiliği için demiş. Tevrat söylüyor, İncil söylüyor, Kuran söylüyor. Yani…”
“Yani kutsal kitap söylüyor enişte! Kuran...”
“Tamam…” dedim ama Kemal’in nerede olduğunu, hangi yolda yürüdüğünü anladım. “Her gece içmem ya dün gece içtim, önceki gece… Bu gece de içebilirim mesela. Mühim değil, bu bir istisna…”
“İstisnalar kaideyi bozmaz mı?” dedi.
“Klasik…” deyip gülümsedim.
“Klasik…” deyip o da gülümsedi. Kemal, cin gibi bir çocuk… Okumuş, tahsilli. Ona cahilsin demek ne ki? Cahilsin diyeni kıtır kıtır keser be! Hakikaten öyle ki, hayret bir şey! O şekil.
“Oğlum” dedim, “o önemli değil. Sonunda saldım gözyaşlarımı ağladım. Ağlayınca çocukları hayal kırıklığına uğrattım. Şaşırttım. Belki… O önemli değil. Bir de sigara yaktım mı karanlığın içinde! Ulan on beş yaşında başladım lanet şeye, otuz beş sene sonra bıraktım. Üç ay ağzıma almadım da akşam tuttum yaktım. Yaktım işte! Bir yaktım, kanmadım iyi mi? Sabah olup uyanınca, akşamı hayal meyal hatırlayınca, galiba sigara içtiğimi sanınca sordum İlkan’a. "İçtin baba" dedi. Hem de yüzsüzlük yapmışım. Bir tane içmişim yetmemiş, bir tane daha ver diye yalvar yakar yapmışım iyi mi?”
“İyi değil enişte! Bu yaptığın zayıflıktır. Dünya nimetlerine karşı… Zayıflık. Nefis denen şeye yenilmek. Yasaklara meyil vermek… Baki değil de fani bir dünyaya önem vermek…”
Ulan bu yeğen ne diyor? Şakayla karışık Sadri Alışık… Ben ne diyorum, o ne diyor? Bazı şeyleri şakaya vuruyorum, ortamı rahatlatmaya çalışıyorum. Bir ölüm olayı var ortada; gerçek olan. Bu olayın ardından ne söylesem, ne desem boş… Çünkü ölüm bu, yorum götürmez. Bazı şeyleri kabul etmez; hem mantıken, hem aklen. Büyük küçük herkesi teselli etmek için bir şeyler söylemek istiyorum ama bizimkide ne akıl, ne mantık, ne duygu, ne şu, ne bu. Tuhaf! Tutturmuş neler neler söylüyor. Tuhaf! Ulan sana ne oldu?
Anladım Allah, din, kitap, peygamber filan diyorsun ya bana göre sen hiçbir şey bilmiyorsun. Deden ölmüş, cenazesine gelmiyorsun bir kere! İş, güç diyorsun; bunu bahane ediyorsun. Ulan iş de, güç de bu dünya için! Bu dünya yalan, gerçek olan öbür dünya diyorsun ama yalan dünyaya uyup üç gün sonra geliyorsun! Üç gün! Biraz geç değil mi? Tuhaf. Ondan sonra bir şeyler biliyormuş havalarına giriyorsun ve bana ahkâm kesiyorsun!
Baktım ki söyleşi, yani enişte yeğen sohbeti başka yöne kayıyor; bu istediğim, arzu ettiğim bir şey değil. Benim yönlendirmemse hiç değil, sevmem. Allah, peygamber, din, kitap muhabbeti… Hele hele dar görüşlü, küçük beyinli kimselerle bu konuları konuşmam. En önemlisi tartışmam, âdetim değildir. Ama dedim ya Kemal, o bir yeğen, o bir küçüğüm, bir sevdiğim, kardeşim… Hem hissettiğime göre beni seven birsi. Bırakmak olmaz. Hadi git işine deyip onu dinlememek, küçük görmek olmaz. Bir kere bana yakışmaz. Ulan bu halime yuh olsun! Ama lakin maalesef… Devam etmeliyim dayanabildiğim kadar. O yirmili yaşlarda, ben ellili. Ee, değil mi ama? On beşinde büyümüş, ellisinde küçülmüştüm ya! Hadi bakalım, büyümüşte küçülmüş biri olarak küçükle eşit olma bakalım!
Kemal, akıllı mantıklı bir çocuktu. Öyle biliyordum. Bir kere fakir bir ailenin çocuğuydu her şeyden önce. Öyle doğmuş. Kader demiyorum buna ama dünyanın gerçeği oydu. Onlarla büyümüş. Fakir ailesiyle. Buna his diyemeyiz. Görsem de, görmesem de, nasıl büyüdüğünü bilsem de, bilmesem de… Etkiler nelerdi? Bir kere anası ve babası, onlar en yakınındakiler. Okul, öğretmen ve arkadaşları… Kim tarafından yazılan, kim tarafından yazdırılan ve neye hizmet ettiği birçok kimse tarafından bilinmeyen ders kitapları… Ve müfredat. Tabii ki, on üç sene okul okuduysa o da kitaplarla büyüdü. Beynini bir nebze büyütebildiyse kitaplarda yazılanlarla büyüttü. Bütün bunlar onun gerçekleri. Aslında onunla övünürdüm, okumuş çocuk diye. Güzel çocuk… Akıl mantık yürüten çocuk… Hurafelerle değil bilimle uğraşan çocuk… Gözüyle gördüğüne, eliyle dokunduğuna inanan çocuk… Çünkü okumuş çocuk. Tarih, Coğrafya, Yurttaşlık… Matematik, Fizik, Kimya… Biyoloji… Mantık, Felsefe… Edebiyat… Ne güzel. Lakin değilmiş! Lakin her şey bu saydıklarım, yazdıklarım değilmiş. Ailesi mi? Her şey ne aile, ne de okul; ikisi de değilmiş...
En son geçen kış gitmiştim yanına. Şehirde cafesi vardı. Teknolojik cafe. Bilgisayarlar, falan filan... “Bak,” demiştim o zaman kendisine. “Bir sürü bilgisayarın var. Birisi de masanda, önünde. Sanal âlemlerdesin. Aç gogulu da adımı yaz, sor bakalım. Yazıyorum orada bir yerlerde. Oku da yorum yap kendince. Hep bir lira, bir lira; liralar cumburlop cebe! Her şey para mı?” diye de takılmıştım. Açıp bakmıştı o zaman. “Oo!” deyip gülümsemişti. Ama yanına sürekli birileri gelip gidiyor, sürekli birilerini dinliyor; başı rahat değil. “Boş bir zamanımda yazdıklarını okurum.” demişti. Fakat o bir yana, yani okur veya okumaz ayrı konu; dükkâna gelip gidenler dikkatim çekmişti. Giyim kuşamları, hal ve tavırları, tıraşları, bıyıkları, konuşmaları… Kim bunlar dercesine göz kırpmış, sormuştum.
Dinci kesimden kimselermiş. Sokağın karşı tarafına büro açıp komşu olmuşlar, bizim oğlanı da kafa kola almışlar. Vay anasını! Yani particiymiş bu kimseler. Bu parti de hocanın partisiymiş. İlde örgütlenmişler. Örgütü bu bürodan yönetecekler, dediklerine göre bizim Kemo’yu da yönetici yapacaklarmış. Yani, onu pençeleyip kapmışlar. Vay anasını! Şaşılası bir şey… Şaşırmıştım gerçekten. Çünkü Kemal, bilime inanan bir çocuktu ki ondan dinci filan olmaz. Dinci neymiş ki, dindar bile olmaz. Adı belli bir bilim adamının söylediğine göre din çocukça bir şey, bir hurafeymiş, onu sordum kendisine. Son görüştüğümüzden bugüne epeyi olmuştu çünkü.
“Sahi” dedim, “hangi partiydi o? Senin parti…”
“Lazımet…” dedi.
“Haa… Tamam. Kimdi onun başkanı?”
“Hoca.” dedi.
“Hoca mı? Yani…”
“Yerebakan hoca.”
“Ecmettin Yerebakan mı? Oğlum, o siyasi yasaklı değil miydi?”
“Yani, şimdiki başkan Susatan… Sezai Susatan da perde arkasındaki esas başkan o. Yani başkan, hocadır.”
Biraz gülümsedim o zaman. Biraz acımtırak, biraz alaysı… Mecazen yani. Hoş görü ya hani! Lütfen Hoş Görü diye bir yazım vardı, onu da okusun istemiştim ya geçen görüşmemizde. O yüzden kırılsın, üzülsün istemiyorum. Her fikre, her düşünceye hoş görü deyip yazmışız ya, kendimle tezat düşmek istemiyorum ama bir şeyler de söylemem şart. Hani aydınlanması, bilgilenmesi için mi; hayır. O, kendine bir yol çizmiş zaten. Akıl vermek, yolundan döndürmek, ya da yeni bir yol göstermek ne haddimize!
“Yaa!” dedim, “Bak şimdi hoca diyorsun bana. Adını söylerken bile şöyle bir kabarıyorsun. Ona saygı besliyorsun. Belli, onunla övünüyorsun. Sen bilirsin. Ama o bir şeylerle suçlandı, yargılandı ve suçu sabit ki ceza aldı. Mahkûm oldu. Yani o suç işlemiş birisi. Öyle değil mi?”
“Hepsi yalan! Külliyen…”
“Yalan olur mu? Eğer ki hukuka inanıyorsak, yargıya güveniyorsak… Yalan mı?”
“Yalan enişte! Hukuk da yalan dolan, yargı da yalan dolan. Hepsi güdümlü. Yanlı, taraflı. Siyasette, birçok dinozor siyaside olduğu gibi onlar da hizmetli. Siyonizm işte! Yargımıza kadar içimize işlemişler…”
“Ya kayıp trilyonlar… Yani o para davası?”
“Yalan. Yalan enişte! Onların hepsi bir oyundu. Oyun içinde oyun. Hepsi Siyonistlerin oyunu…”
“Yani Yahudi oyunu…”
“Eveet. Sen dünyayı kimin yönettiğini sanıyorsun?”
“Amerika, zengin Avrupa ve öteki bir-iki müstesna…”
“Hayır. Dünyayı Siyonistler yönetiyor. Amerika’yı, Avrupa’yı, diğer kapitalistleri, emperyalistleri de yöneten onlar.”
“Onlar dediğin kim oğlum? Onlar insan değil mi? Yani Yahudiler. Yani İsrail oğulları? Onlar kim? Onlar da sen ben gibi insanlardan oluşmuş bir topluluk değil mi? Bir dinin taraftarları, bir kitabın sahipleri. Tevrat’ın… Yani, böyle böyle diyorsun ve adamları kötülüyorsun. Onlar kitapsız mı? Değil. Onların da bir kitabı var. Yani dinsiz değiller. Tevrat kutsal bir kitap, Musevilik de bir din değil mi? Senin dinin de, senin kitabın da böyledir deyip hak din olarak kabul etmiyor mu? Ediyor. Hak dini diyor. Onların kitabı da onlara; insanların en üstünü sizsiniz, dünyayı siz yöneteceksiniz diyor. Yalan mı?”
“Yalan. Öyle bir şey yok! Uyduruk. O bahsettiğin şey kitabın değil, Siyonizm’in dediği bir şey.”
“Oğlum Siyonizm ne? Musa’nın dini kaç yıllık, Siyonistlik daha dünkü bir olgu. Yıllarca yurtsuz kalmışlar, kaç zaman sonra yeniden yurt sahibi olabilmek için bir oluşum kurmuşlar. Tutturdun gidiyorsun yani…”
“Gördün mü bak! Bu yüzden! İşte bu yüzden! Kitabı değiştirmişler, sonunda da bu hale gelmişler.”
“Yerleri yok, yurtları yok ama gene de dünyayı onlar yönetiyor. Kitapları uyduruk, inançları da öyle dediğine göre. Aslında farklı ama içimize girmişler. Bedenimize, beynimize, kesemize… Yasama, yürütme, yargı denen üçlemeye. Öyle diyorsun yani. Bunu demek istiyorsun. Yani, hoca dediğin kimse de öyle. Yani çalmamış, çırpmamış hiç? Yani, trilyonlarca lira buharlaşıp uçmamış, Bu yüzden yargılanmış, suçu sabit görülüp mahkûmiyet almış ama aslında o, büyük bir haksızlığa uğramış. Öyle mi?”
“Evet.”
“Onun parası, pulu yok(!)”
“Yok.”
“Altını, gayrimenkulü yok(!)”
“Yok.”
“Din, kitap, iman… O bir Allah adamı. Bunda yalan dolan yok. Hile yok. Fitne fesat yok. Para yok, pul yok, üst, baş, ev, bark, banka falan filan... Onun dünya malında gözü yok. O bir mücahit. İnsanların hası, Müslümanların alası(!)”
“Eveet...”
“Hadi canım sende! Oğlum sana ne oldu böyle? Bugün memleketin içinde olduğu durum belli! Nereden nerelere geldiği, nereye doğru gittiği apaçık belli! Kimlerin götürdüğü de belli.”
“Belli.”
“Ee? O zaman? Oğlum sen neyin peşindesin? Bana ne söylemek istemektesin? İşte, al sana! İşte yürütmenin başındakiler. Yani başımızdakiler. Onlar senin hocanın ürettikleri, onun besleyip büyüttükleri, sonra da ülkenin başına bela ettikleri değil mi?”
“Aa… Orada dur bakalım! Sen birçok şeyin farkında değilsin anlaşılan. Onları hoca yetiştirmedi.”
“Yaa… Bak sen! Ya kim yetiştirdi, babam mı? Onlar partinin gençlik kollarından gelmedi mi? İl başkanlığı, ilçe başkanlığı, yöneticilik, belediye başkanlığı, milletvekilliği… Sıra sıra, kademe kademe... Usul usul. Acele etmeden. Alıştıra alıştıra. Sindirerek. İşte adım adım geldik mi dünden bugüne. Ama devrim kanlı mı olacak, kansız mı olacak diyen onlar değildi öyle mi? Peki kimdi?”
“Onları partiye ajanlar soktu. Hepsi Siyonist’çe oyunlar…”
“Hadi canım sende! Varsayalım ki öyle. Senin hocan bunu neden bilemedi? Neden bu oyunlara geldi? Bak oğlum, sana ne oldu, neden değiştin bilmem ama… Ulan sen eskiden böyle değildin be, bilime inanırdın. Hep aşır neşir olduğun oydu. Bak, din denilen şey… Yaa… Bu konuda birçok şey söylemek istiyorum ama dilimin önüne firen koyuyorum. Hem seni kırmak istemiyorum, hem de korkuyorum açıkçası. Sonunda konuştuğumuz şey din. Yani inanç. İnsanların inançlarıyla uğraşılmaz aslında. Yani inanç, kişiyle tanrısı arasında olmalı. Sen dini siyasetin içine katarsan, koca dünyayı dini kurallarla yönetmeye kalkarsan… Dünya yüzünde kaç millet var oğlum? Kaç milletin kaç dini var? Bunların birçoğu birbirine benzer, hiçbiri de birbirine benzemez. Hangisiyle? Hangi dinle? Hangi dinin kuralıyla yöneteceksin? Gene yüzlerce yıl geriye gidip din savaşları mı edelim? Dünya aştı bunları yaa! Bunları gerilerde bıraktı. Gömdü yaa! Bunlar tarihin derinliklerine gömüldü. Gene gene ısıtıp ısıtıp sofraya getirmenin anlamı ne? Din işi ayrı, devlet işi ayrı. Ayırdık onları, tamam! Ayırmadık mı? Laiklik dediğimiz şey... Cumhuriyet... Demokrasi... Tekrar o karanlık günlere dönmenin anlamı ne?
“Bak enişte, öyle değil! Yanlışın var! Bugün Siyonizm’in egemenliği altındaki bir dünyada yaşamak zorundayız ve inançlı insanlar inançlarına göre yaşayamıyorlar!”
“Hadi canım sende!”
“Yalan mı? Başları örtülü kızlar üniversitelere gidip okuyabiliyorlar mı?”
“Üff, sen ne oldun böyle? Hep aynı terane! Yirmi birinci yüzyıldayız be! Dünya nüfusu kaç oldu? İnsanla dolup taştı. Taş devrinde miyiz? Orta çağda mıyız? Tek İstanbul’da kaç kişi yaşıyor bilmiyor musun? İnsanlar toplu yaşama geçmiş ve kargaşa derinleşmiş. Sosyoekonomik şartlar, psikolojik durumlar, içgüdüler, hak, hukuk, adalet, asayiş… Ve kurallar… Bunlar yüzlerce, binlerce yılda oluşmuş. Yani koçum, insanlar artık toplu yaşıyor ve toplum kuralları var, hadi bakalım! Kuralsız olur mu be? Bazı sosyal kurallar oluşmuş ve biz de bunlara uymak zorundayız. Ha, türbanlı bir kız okula giremiyorsa anadan üryan bir kız da giremiyordur. Girebiliyor mu? Toplum kuralları, ne haber!”
“Yapma be enişte, aynı şey mi ikisi? Sen de Siyonist fikirler peşinden gitme! Birisi başını bağlıyor, öbürü kıçını açıyor. Başını bağlayan Allah’ın emrini uyguluyor, diğeri ise şeytanın dediğini yapıyor. Kural, tamam da… Herhalde o kadar aptal değiliz enişte! Tabii ki kural olacak, kurallar olacak. Tabii ki kurallara uyulacak. Ama eften püften kurallardan bize ne! Uymamız gerekenler belli. Onlar da kitabın yazdığı Allah’ın kuralları. Yeni kurallar türetip onun kurallarını kendi çıkarımıza göre değiştiremeyiz.”
“Aovv! Vay anasını! Anlaşıldı, tamam. Sana başka sözüm yok.”
“Yok deyip kaçma!”
“Oğlum ne kaçması? Aslında doğrusun, ikimizden biri kaçmalı. Çünkü birimiz din diyor, diğerimiz bilebildiğimiz kadarı ile bilim; ortak bir yanımız yok. Fikir olarak bir noktada buluşamayız ki! Biraz daha tartışırsak kavga çıkacak.”
“Çıkmaz. Ben seni severim, sen de beni...”
“O ayrı, din iman apayrı. Din ne diyor; inan ve iman et. Yani, önce koşulsuz inanacaksın. Niye? Çünkü kitap öyle diyor. Kitapta yazanlar da Allah kelamıdır. Böyle olunca yanlış mı doğru mu diye tartışamazsın ki! Bırak başka birisiyle, bunları kendi aklında bile tartışamazsın! Böyle olunca… Yani boş ver. Kapat. Bu meseleyi kapat. Senin inancın sana, benim ki de bana…”
“Bak şimdi aklıma takıldı, bunca konuşmadan sonra. Sen dine inanıyor musun?”
“Sana ne! Oğlum sen nesin? İki saattir ne söyledik, ne anlattık? Sen Einstein’ı biliyor musun?”
“Biliyorum, Yahudi. O da Siyonist pezevengin biri...”
Şimdi çok kızdım. Zaten kızmaya başlamıştım ya nerden bulaştım, nerden sordum, dini de, inancı da, partisi de… Hocası da, kocası da, Susatanı da, Yere bakanı da kendisinin olsun. Öf, lanet olsun be! Bana diyor ikide bir, havalara giriyor. İnancımı sorguluyor. Senin beynin yıkanmış diyor. Ulan Kemal’e bak bir! Ulan manyak! Ulan sen kaç yaşında, ben kaç yaşında? Ulan, ben senin hocam dediğin adamla büyüdüm. Ben elli yılda neler gördüm, neler geçirdim. Beynimi yıkamışlarmış, bak sen çapsıza! Seviyesize, saygısıza! Ulan yıkanmışsa seninki yıkanmış. Benim yıkanmış olsaydı elli yıl yaşayamazdım ki! Ya birilerini vururdum, ya da vurulurdum. Belki milat olurdum, belki de yok olurdum.
Diyecektim ki Einstein için “o bir bilim adamı” ama lafı ağzıma tıktı. Diyecektim ki; “dün bir gazete haberi okudum. Orada ne demiş?” Diyecektim ki; “din çocukça bir şey. Bir hurafe. Akıldan, mantıktan uzak” demiş. Saçma sapan… Ama nerdee… Adam biliyor. Kim ne demiş, kim kimmiş, neymiş? Einstein bir Siyonist’miş ve Yahudi Siyonizm’ine hizmet etmişmiş. Ne bilim adamı, bir bok bile değilmiş! Tabii ya, din için hurafe diyen bir adama ne demesini beklersin? Al sana!
Siyonizm’le kafayı yemiş Kemal’le çok konuştuk. Laf lafı açtı, sohbet hep dine kaçtı. Dinden, inançtan çıkamadık ama ortak bir noktada da buluşamadık. Mümkün değildi. Çünkü birbirimize yerle gök kadar, siyahla ak kadar uzaktık. Ben yaşını başını almış, birçok şeyden nasibini almış, yani yarım yüzyıl pratik yapmış birisi; o ise daha hayatın başında gencecik birisi. Ben uslanmış, duygularını kontrol edebilen birisi, o ise deli kanlı birisi. Bir de konu din olunca...
Bizim yeğen birçok şeyi biliyor inancına göre. O zaman inat ediyor; doğru olan budur diyor. Bitti! Bilmediklerine, içinden çıkamayıp cevap veremediklerine de Allah bilir diyor. İşin kolayını bulmuş. Yani bir yol tutturmuş gidiyor. Kendini yorma, beynini zorlama, her şeyi yora yora kafayı bozma, aklını uçurma. Kitaba göre yaşa, yazılmayanlara kafa yorma. Ne diyorsa o! Mesela o zengin, sen fakir mi; bil ki Allah’tan. O uzun, sen kısa mı; o da Allah’tan. Onda var, sende yok mu; tabi ki Allah’tan. O tok, sen aç mı; Allah’tan. Hayır da, şer de, her şey Allah’tan. Yani her şey kader. Alnında ne yazıyorsa o. Kadere karşı koymak mı; o da ne? Alın yazısını silmeye çalışmak... İyi, tamam. İtirazımız yok. Herkesin bir aklı var. Herkesin hür iradesi var. Herkesin bedeni, bir de canı var. Herkesin kendi felsefesi var. Önemli olan, yani asıl olan bu dünyadaki huzuru, mutluluğu yakalamaksa yaşadığı sürece; kimisi inanarak olur. Ama aç, ama tok. Ama zar, ama zor… Ama acı çekip üzülerek, ama gülüp eğlenerek. Bir sürü. Kimisi de inanmayarak mutlu olur, huzur bulur. Kızarak, isyan ederek… Ya da bilimin peşinden koşup durur da geçmişi ya bulur, ya bulamaz. Aklındaki sorulara cevap ya bulur, ya da bulamaz. Kime ne? Aklının almadığı şeye inan diyemezsin ki kimseye!
Lakin hoş görü… Hani? Bizim ki öyle mi? Kemal’in… Hoş görü, o da bir şey mi? Kimi heyecanlanıp ayağa kalkıyor. Dudakları filan titriyor. Belli, bana kızıyor ama saygıda da kusur etmek istemiyor.
Vakit akşamüzeri. Güneş yatmış, gölgeler de alabildiğine uzamış ya! Ölünün üçünde de ruhuna fatiha okunmuş ya bir telaş söz konusu. Çünkü her ne kadar yalan olsa da gerçek olan bir dünya var ve burada yaşanacak. Herkesin evi var, barkı var. İşi var, gücü var. Herkesin kendince bir yaşam mücadelesi var. Gün kavuşup akşam olmadan yola çıkıp bir yöne doğru gitme meselesi var. Yani ev önünde bir telaş var. Yeğenle biz bir davanın peşine düşmüş, bunları unutmuşuz.
Annesi yanımıza gelmiş, bir süredir bizi dinlemiş, farkında değiliz. Fark ettiğimizde görüyoruz ki, gözlerini oğluna dikmiş, kaşlarını çatmış, yüzünde öyle bir kızgınlık ifadesi var.
“Kemaal! Ne oluyor?”
“Yok, bir şey be! Yok, bir şey! Konuşuyoruz işte. Yani felsefe yapıyoruz yeğen enişte...”
“Bu var ya enişte, bu! Öyle deme, bu kafayı yedi! Bu Kemal onların içine girdi. Farkında değil ama kör karanlık bir kuyuya düştü. Her gece sabahlara kadar… Kazanç da gitti enişte! Üç kuruş kazanç! Âleminkiler tarikata girip malı götürür; yokluktan, yoksulluktan kurtulur, bunun ki tersine. Koymuşlar iki kutu masaya; biri diyorlar sana, biri bana. Sanki tekke! Sanki yardım derneği. Kimin parasını bölüşüyorsunuz? Babası da kafayı yedi bunun yüzünden.”
“Annee… Kes be! Enişteyle iki muhabbet ettik, sanki kim bilir ne? Dar kafalısınız işte! Cahilsiniz, anlamazsınız. Bırak kafama göre birini bulmuşken iki konuşayım, biraz tartışayım. Ne var bunda?”
“Cahilmiş… Anasını babasını beğenmeyen çokbilmiş!”
“Annee… Sus be! Okuma bitti mi, sen onu söyle?”
“Bitti.”
“Bir kere sen Kuran okunurken böyle kısa kolla mı dinledin?”
“Kes, şişirme eniştenin kafasını! Bana da akıl verme! Kısa kolla mı dinlemişim! Sana ne! Tövbe tövbe! Başıma namus bekçisi kesilme. Baban daha ölmedi…”
“Babam daha ölmedi… Kolun açık, saçın açık, başın açık. Babam seni kesecek bence! İsteyene kapı sonuna kadar açık tamam da cehenneme gitmek istemeni anlayamıyorum.”
“Kes, kes! Din, iman, Allah, kitap, peygamber… Kol, bacak, saç, baş… Yüz, göz, kaş... Cennet, cehennem, sıktın artık kes! Hep bizi sıkma biraz da kendini sık. Yeter! Kaç yaşındasın sen be? Hep zırva, hep laga luga, boş şeyler, boş işler; aklını başına al! Bu kadar çok bilme de kendine bir karı al. Evin barkın olsun. Kendine bir yuva kur da çocukların olsun. Arkadaş dediğin o sülükleri de başından kov. Senin kazancını bir sana bir bana! Nalıncı keseri onlar, yongalar hep onlardan yana. Aptal! Hadi kalk da gidelim. Akşam oldu, adamın canını sıkma! Baban kesecek ikimizi de. Hadi enişte, sen de kal sağlıcakla…”
,
Tevfik Tekmen. Haziran/2008/Lüleburgaz
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.