- 292 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
Aynalar manzarayı çoğaltır
Artık meşhur oldu ya gerçi. Yine de başlarken altını tekrardan bir çizelim: Newtoncu fizikten Kuantuma geçiş, belirli nedenler/sonuçlardan, gözlemcinin de gözleneni etkilediği (en azından bir iddia olarak) bir alana geçiştir. ‘Çift Yarık Deneyi’ni[1] duymuşsunuzdur. Dalga gibi davranan elektron taneciklerinin gözlemlenmeleriyle birlikte davranış şekillerini değiştirip tanecik gibi hareket ettiği o ilginç deney. Bu deneyin öğrettiği şeylerden birisi de; maddenin, en azından atomaltı düzeyde, o kadar da deterministçe/tekdüze hareket etmediğidir. Yani, fiziksel şartlar aynı olduğunda bile, gözlemcinin nazarıyla eylemin şekli değişebilmektedir.
Gözleyen sadece gözlemlemekle/ölçmekle maddeyi nasıl etkiler? (Nazara inanmayanları sarsan bir soru.) Esas müşkül burada yatmaktadır. Fizikçi değilim, fazla malumat veremeyeceğim, ama ‘olasılık hesapları’ dediğimiz şey Kuantumculuğun bu tarafına bakıyor biraz. Yani biz ihtimallere kafa yorarak taneciğin orada tam olarak ne yaptığını, neyi yapmadığını veya ‘neleri birlikte yaptığını’ anlamaya çalışıyoruz. Çünkü, deney izlenince görülecektir ki, tanecik aynı anda hem hepsini yapmakta hem de hiçbirisini yapmamaktadır. Yarıklara giderken tanecik olan tanecik yarıklardan geçerken adeta potansiyeller dalgasına dönüşmektedir.
Kuantum fiziğin sonu değil. Belki ileride çok daha fazlasıyla karşılaşacağız. Belki Kuantumun da bazı şeyleri eksik/yanlış söylüyor olduğunu farkedeceğiz o zaman. Ancak yine de bir açıdan onu beğeniyorum: Bana maddenin sanıldığı kadar kesif olmadığını gösteriyor. Demek: Neden-sonuç ilişkileri de sanıldığı kadar sarsılmaz değil. Yani: Bu teoriyle birlikte maddeye bakınca onun daha da latifleştiğini hissediyorum. Hem arızî olan vücudu anlamada da fehmime yardımcı oluyor. İsm-i Kayyum’un karşısında varlığımın ne denli ‘rüzgâr önünde yaprak’ bir varlık olduğunu kavrıyorum. Tabii yine de aklımızda tutalım: Bilim tedricen gelişen birşeydir. Hiçbir teorinin esiri olmamak gerek. Gün gelip daha güzeli, ‘tam’ı, hakikate daha yakın manaları anlamamıza yardımcı olabilir.
Aslında olasılık hesapları bilmediğimiz şeyler değil. Hatta, bırakınız matematiği, edebiyatta bile malumumuz birşeydir ihtimaller. Örneğin: Bazen tek cümle bir dalga hareketi yapabiliyor. Her duyanda farklı bir tesir uyandırabiliyor. Bazen aynı kelime, aynı cümle, muhatabın dünyasına göre farklı etkilerde bulunuyor. (Kompozisyon ödevlerindeki çeşitlilikten hatırlarız.) Farklı karşılıklar buluyor. Hatta söyleyenin zekavetine bağlı olarak belagatın da şiddeti artıyor. Aynı cümleyi duyan birçok insan, ihtisas alanlarına göre, cümlenin içinden hakikat devşirebiliyorlar.
Elbette insanî olanın özgü sınırları var. Bir insan tek cümlede kaç mana murad edebilir? Bir, iki, üç… “Oku oğlum baban gibi eşek olma!” derken virgülün yerine göre yaşanan anlam kaymasını veya eşsesli kelimelerle yapılabilen sanatları biliyoruz. Fakat insanın ağzından çıkan yine de insanîdir. Sınırlıdır. Vahy-i ilahîye yetişemez. Esmasında sınır bulunmayan Allah bir kelamında kaç mana murad edebilir?
Cevabını aradığımızda 12. Lem’a bir yönünü gösterir bize. 33. Söz’ün 19. Penceresi ise diğer bir vechini. İkisi de aynı ifadenin tefsiridir. Fakat birisi afakî/dışsal bir ‘yedi sema’ anlatımında bulunur, diğeri bir varlığın katlarını açar gibi daha enfüsî/içsel bir daireye yönelir. Ancak her ikisinde de Bediüzzaman “Yedi sema ancak bu manalardan ibarettir!” inhisarında bulunmaz: “Ve hâkezâ, bu âyetin külliyetinde, mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat mânâları gibi daha çok cüz’î mânâları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o mâide-i semâviyeden herkes rızkını bulur.”
Demek, isimlerine sınır koyulamayan Allah’ın murad ettiği mana sayısı, rızkını arayan mahlukatın sayısıncadır, hatta sonsuzdur. Zâhiri manası genel-geçer, ilk murad olunan, çerçeveyi belirleyen olmakla birlikte; rızkını arayanın nazarı, ihtiyacı ve ihtisası sayısınca da Kur’an bizimle konuşmaya devam eder. Daha özel bir dairede konuşmadır bu. Daha hususidir. Evet. Doğru. Lafzen nüzul bitmiştir. Fakat manaca keşfimiz sürmektedir. Gözlemcilerin değişimi gözlenenin sonsuzluğunu ortaya çıkarır. Aynalar mekanı çoğaltır. Bakış açıları fotoğraflamalarla anları zenginleştirir. Ve biraz da bu yüzden zaman eskirken Kur’an gençleşir. Çünkü Kur’an, zaman ötesi bir makamdan, ezelden gelmiş bir kelamdır.
İlginçtir. Bediüzzaman, kendisine ebced/cifir veya Sikke-i Tasdik-i Gaybî eserinde ifade ettiği işarat-ı Kur’aniye meselelerinde itiraz edenlere de Kur’an’ın bu küllî nazarını vurgulayarak cevap verir:
“Bunun, bu yanlışında beş vecihle hata var. Hem kitapları, ulemayı, tefsirleri görmediğine ve mânâ-yı sarîhî ile, mânâ-yı işârî ve mânâ-yı küllî ile hususî ferdlerin farkını anlamayan bir cehalettir. Necmeddin-i Kübrâ ile Muhyiddin-i Arabî gibi binler ulemaların, küllî hadiselere, hatta nefsin cüz’î ahvâline dair âyâtın mânâ-yı sarîhi değil, işârî mânâlarını beyan sadedinde çok yazıları var olduğu mâlumdur. Hem âyâtın mânâ-yı işârî-i küllîsinde her asırda efradı bulunduğu gibi, bir ferdi bu zamanda ve bu asırda Risale-i Nur ve bazı şakirtleri de bulunduğuna eskiden beri ulema mâbeyninde makbul bir riyazî düsturu olan ebced ve cifir hesabıyla bir tevafuk göstermek, elbette hiçbir cihetle ayatı şahsî fikirlere alet ediyor denilmez. Ve böyle diyen büyük bir hata eder. Ve dekaik-i ilmiyeye ihanet eder.”
Yani, ebced/cifir meselesinde veya işarat-ı Kur’aniye mevzuunda yapılan itirazlarla aslında söylenmek istenen, Kur’an’da belirli birilerinin işareten kastedilmediği değil, Cenab-ı Hakkın bütün zamanlara uzanır kasıtlarının, hâşâ, olamayacağıdır. Bu yönlü itirazların arkaplanındaki temel arıza buradadır. Bu tasavvur daralmasındadır. Halbuki “Gayb’ın anahtarları Allah’ın katındadır. Onu yalnız O bilir. Mutlaka Onun bilgisi altında dalından düşen her yaprak, yerin karanlık derinliklerindeki her tane, yaş-kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır…” buyuran En’am sûresi, aslında Cenab-ı Hakkın nasıl bir ‘manzar-ı âlâ’dan ve nasıl bütün mahlukatın geçmiş/gelecek bilgisini kuşatarak kelam ettiğinin de delilidir. Yeter ki bu manalara dair tefekkürler, bir usûlle, elbette ehl-ü sünnet ve’l-cemaatin usûlüyle geliştiriliyor olsun. Onlara bağlı kalsın. Sınırlarını aşmasın.
Ben şimdi, tam da bu noktada, derslerinde Kuantumu pek seven, Batı kaynaklarında duyduğu her bilginin âşığı, ama İmam Buharî rahmetullahi aleyhe dahi güvenmez Mustafa İslamoğlu ve benzerlerine birşey sormak istiyorum: Allah bir ayetiyle kaç manayı birden murad edebilir?
Buna nasıl bir sınır çizebildiğinizi cidden merak ediyorum. Çünkü öyle bir rahatlığınız var ki bu konuda, değil mana-i sarihî yönüyle, mana-i işarî yönüyle yapılmış her arayışı sapkınlıkla suçlayabiliyorsunuz. Kur’an’ın hakikati gösterir parmaklarının sayısını kendi parmağınız kadar daraltabiliyorsunuz. Ya ‘mana-i sarihî’ ile ‘mana-i işarî’yi ayıramıyorsunuz yahut da Allah’ı, tek cümlede ancak bir manayı murad edebilir (o da mutlaka sizin anladığınız olmak zorunda), hâşâ, bütün zamanlara/fertlere kuşatıcı kelam edemez gibi bir sınırlılıkta tasavvur ediyorsunuz.
Ortası yok gibi geliyor bana. Zira kelam-ı İlahî’de, hem de gayet de makul manalarla, kendi zamanına işaretler bulunabileceğini; bunun Kur’an’ın hem ihbarat-ı gaybiyesine, hem ezel külliyetinin şanına yakışır olduğunu söyleyen bir âlimi, “Kur’an’da öyle birşey yoktur!” der gibi bir üslupla, hatta “Ayet benim için indi!” demiş gibi yalanlayabiliyorsunuz? Yalanlamak yetmiyor bir de sapkınlıkla suçluyorsunuz. Ayıp değil mi?
Allah azze ve celle, bir kelamda kaç mana, kaç kişi, kaç zaman işaret ettiğini/edebileceğini size mi danışıyor kuzum? Size mi danışıyor ki, bu kadar rahat “Yoktur!” diyebiliyorsunuz? Hem nedir öyle Kuantumdan dem vurup vurup Kur’an okurken Newton’a dahi rahmet söyletmek? Varlıktaki hikmetine ne ara tahdit koyabildiniz ki, kelamındaki kastına aklınızca tahditler koyabiliyorsunuz? Gittiğiniz yolun tehlikesinin farkında bile değilsiniz. Bu yol, öyle tekfire koşan bir yol ki, yakında değil işarî manayı, sarih manayı sizin gibi yorumlamayanları bile reddedeceksiniz. Belki ediyorsunuz da! Siz ne konuşursanız konuşun. Bizim yolumuz ehl-i sünnet ve’l-cemaatin yoludur. Kur’an’ı anlayışımız da şöyledir: “Lâfzı tazammun eder pek vâsi ihtimâlât, hem vücuh-u kesire ki, herbiri nazar-ı belâğatte müstahsen, arabiyece sahih, sırr-ı teşrii lâyık görüyor anı.”
[1] Faydalı bir kısa bilgi için: www.youtube.com/watch?v=q3H7wR_IR3w
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.