- 366 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
'desires lines'
‘kiss of death’
Bir yığın gazete masanın üzerinde. Çakmak az ötede ve etrafında saçılmış sigara dalları duruyor. Burnu dünden beri kapalı adam, yaşlı adamın organından gözünü ayırmıyor. Her hareket olağan yavaşlığında ve en titiz haliyle yapılmaya devam ediliyor. Bir an konuşacakmış gibi oluyor. Mırıldanıyor; dudaklarının hareket ettiği görülüyor:’ Ömrünün sonuna kadar sadık ol!’ ‘Neye ve kime karşı’ diye usulünce bir soruyla karşılık alıyor. ‘Kim bu kadar uzun bir süre sadık kalınmaya layıktır ki?’ Yaşlı adamın penisi oğlunun elindeki ıslak bez yardımıyla temizleniyor. Uzun süredir sertleşmeyen bu organın hazin bir hikâyesi olmalı. ‘Hey, nereye bakıyorsun? Yardım et az bana.’ Yardım ediyor. Bok dolu bezler aynı poşet içerisinde birikirken, kesif bir koku odaya yayılıyor. ‘Bazıları bu tür şeylerden bahsetmek istemezler. Oysa hayat denilen döngünün son noktasından önce bu tür kelimeler taşınmaya başlanır. Önceleri çok farklı olacağını sandığın ömrünün sonunda nasıl da başarısız ve güçten düştüğünü fark edince, ister istemez kederleniyorsun. Fakat birileri yardım etmeli.’ Yaşlı adamın gözlerinden bir damla yaş mitralyöz paletinin koca kum kütlesini aşması kadar ağır ilerliyor. Önce kuru yanağına çarpıyor. Boynundan iman tahtasına kadar damlanın serüveni devam ediyor. Artık koku namına hiçbir şey alınmıyor!
Bilim bu tür penislere ‘et penisi’ demeye karar verdiği günden beri, hareketsiz haldeki organın belirgin ve iri haline ‘et penisi’ deniyor. Takvim yapraklarının arkasında bu tür bilgiler olmadığı sürece bu ülkenin gelişeceği filan yok! Hindistan cevizli çikolatayı yavaşça ağzına alıyor. Gözünün önündeki iri penisi unutmaya çalışıyor ama bir süreliğine zor olacak. Yaşlı adama dönüp ‘gençliğinde keşke saksafon çalsaydın ya da ehliyet alıp, araba kullanmayı öğrenseydin’ diyor. Gereksiz bir ilgi yumağının etrafında insanlar için son bulunması muteber bir ömrün nasıl da hareketli geçtiğini birbirine anlatma derdindeler ama kimsenin bu türden sohbete meraklı olduğunu sanmıyorum. Yaşlı adam eline aldığı çorabını bir akşam rüzgârı gibi sallıyor ve ‘bana giydirsene bunları’ diyor. Altı üstü iki adet çorap ve ayaktan ayağa değişebilecek kadar mühim bir şey değil! Adam sevdiği ayakları anımsıyor. Öpmeye kıyamadığı, kokladığı, yavaşça okşayıp, sonra her bir santimini öptüğü ayakları gözlerine önüne getiriyor. ‘İlla bir neden bulmak zorundalar sanki! Ayağın dudaktan ya da yanaklardan ne farkı var? Onu her yere götürmekle görevli ayaklarını sevmek, öpüp okşamak neden kötü bir şey oldu ki? Yeni pek çok terimle bu tür sevişleri kötülemeye çalışıyorlar. Oysa ayak insan evladının iki emektar işçisi, angarya prensi veya prensesi değiller mi? Ben öpülmek değil, öpmek istiyorum.’ Yalan söylüyor. Onunda gururunu okşayan, öpülmeyi umduğu uzuvları var. Hiçbirisi parmak uçları kadar değerli olmamıştı! ‘Çocuk’ diyor, ‘ayağı kalk. Bizi çok meşgul ediyorsun.’ Anne affetmeli ki, ölüyor. İnsan öleceği an onu bir canavarmış gibi vücudundan atan annesine karşı hayatını sorumlu tutuyor. ‘Bak anne, işte ölüyorum. Bunun acısını sana yaşatmak istemezdim, ah ne derin kaygılarımız var şimdi! Fakat ölmeliyim. Ölüm bir sır değildir. Form değiştiriyorum. Yılan gibi eski kabuğumdan sıyrılıyorum. Artık beni okşadığın uzuvlarımla hatırlamana lüzum kalmadı.’
Sofrada bir sürü yemek var ve çok geçmeden hızla süpürülmeye başlanıyor. Gözlerdeki çapaklar evlerin beyaz lavabo taşlarını aranıyor. Sonra bir beyazın siyahlar arasında kendisini araması kadar boş bir eylem yola geliyor da, duruyor ve susuyor. İnsan susunca nasıl da güzel gözüküyor! Balkon kapısı az önce kapatıldı. Kış geceleri terleyen çarşafları kimse buraya sermiyor. Üçlü sehpanın en küçüğü kanepenin hemen sağ tarafında duruyor. İnce dudaklar bir çay yaprağı kanıyor demlikten beri ve aşk acısını anlatmaktan canı sıkılmış insanların kelime fazlalığı yapmadan susmayı tercih ettikleri ömürlerindeki saatlerden biri daha son bir gayretle eksiliyor. Açık tımarhane kapısından sokak adları ve cadde araları, mazgalların üzerinde ölüvermiş kedilerin kurumuş ve ağırlaşmış bedenleriyle ilerliyor. Asfaltın acayip refüze olduğu yerin yakınında bir çift kadın çizmesi duruyor. Kadını dün buradan polisler alıp karakola götürmüşlerdi. ‘Adı, soyadı, nüfus yeri ve baba adı…’ Baba burada yatıyor. Üzerinde hiç kimseye ait bir manto parçasıyla kadın yaklaşıyor. ‘Ölüyor’ diye bağırıyor, ‘babam ölüyor.’ Polis usulünü biliyor, raconu uyguluyor, son bir kere aynı soruyu soruyor: ‘Öldüğünü nasıl anladınız? Yoksa siz mi öldürdünüz?’ ‘Hayır’ diyor kadın, hafif bir şekilde burnunu çekerek. ‘Ben onun son bir defa görmek için geldim. Aslında ondan özür dilemem gerekiyordu. Ne de olsa babalar en çok kızlarını sever yalanını bir yerde duymuştum. Tam eline uzanacaktım ki, bir şeyin kıpırdadığını fark ettim. Hemen onu yanımıza çağırdık. ‘Neler oluyor’ diye merakla sormaya başladık. En son köylülerden biri ‘ölmeden önce son kez yerçekimine ve dünyaya direnmek istemişti’ diye hafif mizahi bir dille ekliyor. Et penisinin nasıl olur da bu yaşta canlanıp, eski halini aldığını kimse anlamıyor. Kızı ‘sanırım ben anladım’ diyor ve yutkunarak ‘kalbinden çıkan kan, son bir kez tüm uzuvlarına gidiyor. Geri dönecek gücü bulamayan kan, yükseldikçe yükseliyor. İşte o kanın eseri olarak son bir kez cinsel organı görevini yerine getiriyor.’ Yaşlı adam çorabını giydirdiği dakikanın ardından çok geçmeden titremeye başlıyor ve dünyanın sonunu getirecek yükselme hareketi yerini ölüme bırakıyor.
Pembe ve ince bir bluzun üzerindeki ıslak kanı çeşmenin altına yatırıp, bir süre banyonun fayanslarına bakıyor. Bileğinin ağrısıyla irkilip, bluzu banyo zeminine düşürüyor. Birkaç damla çıplak bacaklarına çarpıyor. Yaşlı adamın artık uyuması gerektiğini bilen adam yavaşça kendini yan odaya atıyor. Ah şu yan odalar; mutlaka orada bir yerde yan odalar olmalı! Kadın için bunun önemi yokken, adamın tüm uzuvları yorgun ve bir klipte sonsuz bir düşüşün animasyonu kendi bedeni oluyor. Yan odada iki kanepe var. Eski, kendine has bir kokusu olan bu kanepelerde şimdiye kadar kaç farklı insanın oturduğunu düşünmek istatistik bilimine hakaret olur diye ayaklarını kalçasının yanına kaldırıyor. Üşüyor. Dokunulmaya muhtaç bir yaşlıdan farksız bedenini sakladığı yer, kanepenin kuytu bir kenarı olurken, birden megafondan bağıran adamı engellemeye çalıştığı an aklına geliyor:’ Dur, ne oluyor söyleme! Her yalanın kendine göre haklılık derecesi vardır ve Paris’teki öpücüğün İstanbul’daki öpücükten farkı yoktur!’
‘death of kiss’
Rüyamda bazen komik şeyler gördüğüm oluyor. Örneğin dün siyah bir sutyenle balkonda dolaştığımı hatırlıyorum. Islak sutyenden kurumuş karga bokları üzerine su damlarken, kimse görmeden bu sutyeni nasıl asıp, kurutacağımı düşünüyordum. Uyandığımda kısa süreliğine kış uykusuna ara vermiş bir ayı kadar bitkin hissediyordum. Ellerim ıslaktı. ‘Acaba gördüğüm rüya değil mi’ diye gözümü iyice açmaya gayret ettiğimde, yatağın sağ köşesinde tamamen boşalmış bir pet şişeyi görünce rahatladım. En azından salak bir pet şişe tamamen boşalabiliyordu. Bu bile iyiye işaretti. Balkona yürüdüm. Balkonu biliyordum. O da balkonu biliyordu. Aslında herkes bir balkonun olduğunu bilir. Güneyli bir şairin ağzındaki erik rakısının lakırdısıydı; kuşlar, böcekler, ağaçlar, analar. Ana formu bozguna uğratılmış bir zekâ dizaynına sahip tek varlık olmadığımı bilmek bile kederimi yumuşatmıyordu. Balkona çıktım. Hayatı anlamaya çalıştığımdan beri bir çocuk olmayı sevmeyen onlarca insan tanıdım. Ne kadar da üzücü bir durumdu onlar adına! Benim asıl takıldığım nokta, İskoçlara karşı İngiliz takıntısıyla holigan kavgaları izlemekti. Bunu bile breksitleştirmişlerdi!
İstanbul’da dün birkaç martı daha öldü. Ses vermekten bıktı kahve makinesi ve günde birkaç milyon defa aynı tıkırtı sonrası; hazır köpüklü, pardon umutlu kadın kahvesi koktu sokaklar. Çöp tenekesine bakıyorum. Bir gün ‘iyilik üzerine’ düşünürken, kendime on şans vermiştim. Hava soğuktu ve insanların balkonda benim kadar önemli işleri asla olmayacağından tüm sokak bana kalmıştı. Aslında on değil, yirmi ya da otuz kerede kendime şans verebilirdim. Tükürük bezime güvenim yoktu. Beşinci tükürükten sonra zaten takatim kalmadı. Bir önceki gün aşağıya indirdiğim koltuk çöp tenekesinin yanında duruyordu. Kirli ve seküler koltuğun görünmeyen cerihalarında pek çok sevişmeden kalma salgı duruyordu. Usta porno sanatçılarına taş çıkaracak bir oturuşu seven, savaşı ve kaşınmayı, hatta tırmalamayı yaratmak için yıllarca beklemiş bu koltuğun merak etmeyen insanlara karşı hıncı vardı. Bir ara ‘orospu çocuğu, o orospu çocuğunun önde gideni, onun bunun evladı’ diye defalarca söylenip durduğunu duymuştum. Kimi zaman Barselona’da modern bir hafta geçirmek için işinden izin almış genç bir kadın kadar masum olabiliyordu. Kesif kokusuna inat kırmızı altında ezilen çekirdekleri bir kenara itip, modern binlerce orospuyu sahiplenen ayaküstü aşkın, şehri kirletmeye lüzumu yoktu. Birbirimize kötülük yapıyorduk. İyiymiş gibi sanılan, o tüm vefa kokan hareketlerin bir çöp tenekesinin kenarında son bulması trajikti. O yalandı, ben yalandım ve dünya artık bir talandan mı ibaretti? Bu kadar basit miydi?
Koltuğun üzerindeydim. Yine sıcak nefesiyle fısıldıyordu:’ Dünya ufak yalanlar üzerine dönüyor. Eğer herkes doğruyu söylese, insanlar kanlı bıçaklı yaşar. Çünkü senin doğrun bana göre yanlış, benim doğrum sana göre yanlış.’ Hakikatin, gerçeğin aramızda önemi yoktu. Sıcaktı. Soğuk sırtı yıllanmış bir şarap gibi kokuyordu. Lanetlenmesi hak doğrularımızı yaşamayı gerçek sandığımız platform bir odaydı ve balkon çok yakınımızda duruyordu. Ona döndüm. Yüzümü tenine yaklaştırdım. Altı üstü koltuk, bu kadar hassas davranmam gerekmese de, ben onu incitmek istemiyordum. Kısa, çok kısa tüylere benzeyen saçları vardı. ‘Anlamadığım ne biliyor musun’ diye sordum.’ Daha doğrusu anlamakta güçlük çektiğim şu: Benim iyi kanaatlerim, iyi bakmak istediklerimi insanlar saflık olarak nitelendiriyorlar. Benim en büyük kötülüğüm yine kendime olmadı mı? Değil mi o koca kıskaç kümeyi tek lokmada yutmaya çalışmam, asla yanımda durmayacak, benimle uzun geceleri paylaşmayacak insanları yanımdaymış ve kalacakmış gibi sanıp, haddinden fazla o insanlarla hemhal olmam!’
Sırnaşmayı seviyordu. Bir koltuktan beklenmedik ölçüde şehvetli kollarına tutundum. Öpmeye kıyamadığım bir ten altımda yorgun bir bahar melodisinin ıslığını çalıyordu:’ Re fa mi sol, re re fa mi fa mi sol, la mi sol re fa mi sol…’ Solgun yüzüne dokunuyordum. Tüm tenini tırnaklarımla üzerinden kazımak istiyordum. Benden önce kaç yılgın insanın salyasını üzerinde taşıdığını bilmeyen bir koltuğun sahipsiz bakışlarından kaçınmıyor, donuk bakışlarından geriye kalan ne varsa, ister bahar ister basit bir yarın dileği adına her birini kabul ediyordum. Bir ara onu özlediğimi fark edip, çöp tenekesinin yanına koşup tekrar beraber olacağımız günlere taşımayı düşünmüştüm ancak çok geçti. Şimdi kim bilir nerede? Bir ‘neredesin’ sonrası hangi vefasızın ismiyle konuşmaya devam ediyordur? Acaba bir başkası onu evine götürmüş müdür? Bir başkasının onun teni üzerinde gözyaşı dökmesini umursadığımı söyleyemiyorum. Hatta yeni salgıların yorgun bedeni üzerinde yer etmesine ses bile çıkaramam. Çünkü onu ben bıraktım. Kendi ellerimle, kollarımın gücüyle onu taşıdım ve çöp tenekesinin kenarına bıraktım. Şimdi birdenbire onu özlediğimi söylüyorum, ne garip bir adam oldum! Hiçbir şey olmamış gibi hayatını yaşayıp, üzerine memnuniyetle yeni misafirler kabul edeceğini biliyorum. Benden başkasına konuşacağını pek sanmıyorum ama biri sana sorsa ‘neden böyle yapıyorsun’ diye, ‘rahatsız olup üzüleceğini nereden bilebilirdim ki’ diyecektir. Yalnız bunu der.
Bir koltuğa önceleri saygı dolu şu iştiyakımı biri bilse ve dese ‘ne aciz, ne pısırık ve saf birisin’, bunu diyene sonuna kadar hak veririm. Ancak hak veriş, kabul ediş neye yarar? Tıpkı bu ‘sen çok iyi birisin, inan sana çok güveniyorum. Sen bana kendimi iyi hissettiriyorsun, varlığının değerini tam olarak kelimelere dökemem ama gerçekten iyi hissettiriyorsun ama lütfen olduğun yer de kal’ diyenin olgusuyla bir değil midir? ‘Nasıl da yanlış anlamışım mı’ demeliyim. Bunu benim gibi birinin demesinin manası olamaz. Yanlış yerde, yanlış insanlarla, yanlış anlamalar ve küçük tatlı yalanlarla geçen bir ömrün hangi değere faydası dokunabilir? Bokun bile faydası varken, bu türden bir yanlışlığın yıkımdan, ziyandan başka nasıl tasavvuru olabilir? Avangart bir salya toplayıcısına olan hislerim aşk mıdır? İşte onun, bir koltuğun bile benden korktuğu karanlık budur! Sır gibi gelen ancak fısıltıdan başka bir şey olmayan şey. Onun yaşamaya çalıştığı, korktuğu ve sır olarak sandığı şey bu.
İyiliğin tanımını yapamam. Umursamaz ve kötü duyumsamaları olan biri olarak bu türden bir iddia içerisinde bulunamam. Fakat aynı sorunun koltuğa da sorulmasına gönlüm razı değildi. İyiliğin feragat olabileceğine dair düşünceleri vardı. Kötü hissedeceğini bilsen bile bir başkasına yardımcı olmak iyilik olmadığı gibi, kötü hissediyorum dediğin süreçte bir başkasının iyi olacağını bilip, iyi hissetmekte iyiliğe dairdir diyemem. Onun çok basit bir bağlılık anlayışı vardı. Üzerine kim oturmak istemiyorsa, ona karşı aşkın bir arzu besliyor, onu üzerinde oturtabilmek adına yapmadığı çılgınlık kalmıyordu. Bazen at nalına benzer ayaklıklarını gevşetip, en ufak rüzgârda sallanmaya, ses çıkarmaya başlıyordu. Evet, belki hâlâ kötü biri değilim ama umursamazlaşmaktayım. Haddi zarfında ve zatında mecburiyetmişçesine tüm gereklilikleri bir kenara bırakıp bufalo dansı yapıyorum. Çünkü dostların dediklerin nasıl kancıklaşıyorsa, sen her birinden daha kancıklaştırılması evvelce namümkün benliğinin geldiği hali görüp şaşırıyorsun. Bunu neden yapıyorum? Değer meselesi mi yoksa hangi konuda ne için neleri yarıştırıyorum? Çıkardığı sesleri özlediğimi inkâr etmiyorum. Tutkusunun mahvı bir süreliğine bile olsa, ona razı gösterdiğim anlarda ve onunda varlığına işlemiş salgıları yok sayıp, sadece varlığımı kuşattığı dakikalarda hayat bir süreliğine muazzam güzelliğine erişiyordu.
Bir koltuğun üzerine ne yakışırdı? Eski kadınların elişi örgüleri yakışsa da, o günümüzü yakalamakla meşgul bir modern farkın kıyısında takılmaktan hoşlanıyordu. Renginin bile kimi zaman hardal rengi olmasını arzuluyor, kimi zaman siyah, boğucu bir detay olarak kalmakla günümü zehir edebiliyordu. Koltuk renk değiştirir mi; hiç olur mu öyle şey! Bu türden bir koltuğun varlığına inanmadığını söyleyen çıkmadı fakat öyle biri çıksaydı, ona kanıtlar sunabilirdim. Hem ametist taşlı bir kolyenin onun göğsünde Helenist vakıa gibi durduğunu iddia ediyorum. Her dokunuşumda uçları belirgin bir kahverengiliğe öykünen memesinin kıyısında, yüreğinde ısıttığı bir akşam güneşinin şarkılarını dinleseydiniz, nasıl kederli bir zevkin ortağı olduğumu anlayabilirdiniz!
Balkondan çıkamadım. Sıradan ölümler taşıyan bir kuvvetti onu aşağıya, bir başkasının kollarına bırakmam. Onun süslediği odamı doğudan gelen ışık heyecanlandırmaya devam etse de, hep aynı yönde ilerleyen bir tekerlek gibi beklemenin atmosferinde salındım. Mavi deliklerinden boşanan yeni bir günün ölmeden önce bana dudaklarımın kenarına bıraktığı öpücük kadar yaralayıcı nefeslerime sarıldım. Ciğerlerimdeki hırıltılar gözlerimi kapatıyordu. ‘Kollarımda taşıdım, indirdim, koydum; şimdi bari özlediğini rahatlıkla söyleyebilirsin’ diye kendime çıkıştım.