- 577 Okunma
- 0 Yorum
- 2 Beğeni
Gün Kırıntıları
Gün Kırıntıları
Nurşen Kaygısız
Meşe ağaçlarının arasında açılmış patika yolda ilerliyordu. Ağaçların yosun tutmuş gövdelerine baharda tutunmuş sarmaşıklar çoktan kurumuştu. Dalların aralık yerlerinden gün ışığı süzülüyordu. “Bunca zaman neden gelmedim, neden görmedim onu?” Aklında daha bir sürü vardı. O henüz birini yanıtlayamadan bir diğeri onun peşine takılıp geliyordu.
Hemen yakınından gelen bir hışırtı aklındaki soruları dağıtıverdi. Kalp atışları hızlanmıştı. Adımları da bu hıza uydu. Biraz korkmuş, biraz da ürkmüştü. Arkasına dönüp bakmaya mecali bile kalmamıştı. Her an bir el onu omuzlarından yakalayıverecekmiş gibi hissediyordu.
Anlamsız bir iki sözcük diline dolandı. Hiç farkında olmadan yeninize yapışan sakız gibi. Bir işe yaraması mümkün değildi. Ancak söyledikleri de bir türlü sökülüp çıkmıyordu yapıştığı yerden.
“Dur ben sileyim.”
Sesler diline yapışmıştı. Başını kaldırıp sesin geldiği yöne baktı.
“Bak peçete yanında.”
“ssfg…”
“Bak orada işte.”
“Dur… Dur ben yapayım.”
“Hıh… Parladın işte. Kendine geldin.”
Zaman akıp gitmişti. Çerini çöpünü yığıp kapının önüne biriktirmişti. Kolay da değildi… Kolay da değil hiç bir şey. Bunu ancak yaşayan anlayabilirdi.
“Nereye varacak bunun sonu?” bu soruya yanıt vermek zordu. Ablasının defalarca sorduğu soru buydu işte.
Kara gün kararıp kalmazdı oysa. Dağılır giderdi duman. Her hastalık sağalırdı günü vakti erdiğinde. Biliyordu bilmesine de söylemek, öyle bilmek kadar kolay değildi.
Siyah kuyruklu baş kısmı beyaz bir tavşan hızla önünden geçiverdi. “Galiba buydu hışırtının sebebi” diye geçirdi aklından. Derin bir nefes aldı. Rahatlamıştı. Adımları da biraz kısalmıştı.
Belki on belki de on beş yıl önceydi. O zamanlar henüz kenar bir mahallede kira bir evde oturuyorlardı. Tek katlı evin girişi sokağa açılıyordu. Arkada küçük bir mutfak, onun arkasında da biraz büyükçe bir odası vardı. O odanın da ardında bir zamanlar ne olarak kullanıldığı pek de belli olmayan büyükçe bir yer vardı. Tavanlardaki sıvalar dökülmüş, duvarlarını örümcek bağlamıştı. Kenarda birkaç kırık iskemle, bir metal masa ve eski yıpranmış oturma yerleri soluk bir koltuk duruyordu. Pek uğramazdı kimse oraya. Paslanmış zincirlere geçirilmiş bir asma kilit asılıydı kapısında. İçeride değerli bir şey olmadığından olsa gerek pek de kilitlemezlerdi.
Küçücük bir bahçe vardı. Ablası duvarın dibine birkaç saksı çiçek koymuştu. Arada bunlara su verecek vaktim de yok, diye söylenir dururdu. Bir iki saksıya su vermek için insanın vakte mi ihtiyacı olurdu. Pek anlamazdı bu sitemli cümleyi. Ardında kim bilir ne kahırlar ne tasalar ne gamlar gizliyordu. Bazı insanlar başka türlü bir dil kullanıyordu. Ablası da o insanlardan biriydi işte. Öyle kolay kolay açmazdı içini. Sırrını kimseyle üleşmezdi. Neden böyle davranırdı? Küçücük iken annesini yitirmiş olmasından mıydı? Kardeşlerine annelik etmesinden mi? Bilmiyordu. Ama böyleydi işte. Belki de yaradılışı idi bu.
Kol kırılır yen içinde kalır derler ya. Kim bilir onun yeni kaç kırık gizliyordu. Bilmek olanaksızdı bunu. O gün çocuklarla vakit geçiriyordu. Bir taraftan çocukları eğlemek için bir şeyler anlatıyor, diğer yandan da plastik bir leğenin içinde duran patatesleri soyuyordu. Vakit öğleye yaklaşmak üzereydi. Kocası nerdeyse öğle yemeği için kapıyı çalardı. Geldiğinde yemek hazır değilse kıyameti koparırdı. Huysuzun tekiydi işte. Geçinmek, aile birliğini sürdürmek kolay değildi. Bunu kendi ailesinden biliyordu. Sustu. Çocuklar,
“Anne n’olur anlat” dediler.
O göz ucuyla duvarda asılı duran saate baktı. Kocasının gelmesine daha bir buçuk saat vardı. Yetişirdi yemek.
“Siz oyununuza bakın,” dedi. “Çok istiyorsanız teyzeniz anlatsın. Yahut onunla oynayın biraz.”
Çocuklar istemeye istemeye teyzelerinin yanına geldiler. Teyze okuduğu kitaptan başını kaldırıp gülümsedi kızlara. “Uçak yapalım kâğıttan” dedi.
Gülistan,
“Nereye uçacağız peki?” Gülistanın sorusuna ablası karşılık verdi.
“ Kızım kâğıttan bir uçak o. O uçağa binilir mi sanıyorsun? Şapşal mısın sen?” sözü biter bitmez kardeşi ağlamaya başlamıştı.
Tam o sırada sokak kapısı çalınmaya başladı. Kapı gümledikçe kapının üst kısmından tozlar da yere dökülüyordu. Alacaklı gibi çalıyordu kapıdaki. Yahut bir düşmandan mı kaçıyordu. Küçük kız ağlamayı bırakıvermişti gümbürtüyü duyunca. Anneleri bir koşu kapıdaydı. Acele ettikçe kapıyı açması zorlaşıyordu. Bu kapının mandalı arada bir böyle tutaklık yapardı. İşte şimdi tam da sırasıydı bunun. O kapıyı açamayınca dışarıdaki daha da hırslanıyor,
“Açsana şu kapıyı, lanet kadın. Açsana” diye bağırıyordu.
Çocuklar birbirine sokulmuşlar korku ve merakla kapının açılmasını bekliyorlardı.
İçeriden cılız bir ses,
“Dur, sabret az. Elimi ayağıma dolaştırdın.”
Kapı nihayet açıldı. İlhami bir hışımla ayakkabılarını bile çıkarmadan içeri daldı. Aynı hızla çocukların arasından geçip mutfağa yöneldi.
Küçük kız,
“Aaa… Babam gelmiş.” Dedi.
“Baba…”
Diyerek seslendi ardından. İlhami’nin öfkesi kulaklarını sağır etmiş olmalıydı. Duymadı kızının seslenmesini. Az sonra elinde bir ekmek bıçağı geldiği gibi hışımla çıkıp gitti kapıdan…
O gün öğleden sonra neler olmuştu. İlhami’nin derdi neydi? Kiminle bir hesabı vardı? Ne zaman eve dönmüştü? İş yerinde mi birileriyle kavga etmişti? Hiç öğrenemedi.
Zaman dizlerindeki gücü kuvveti alıp gitmişti. Giderek adımların kısalması bundandı. Daha epeyce de yolu vardı. İkindiye anca varırdı. Tabi hiç dinlenmeden yürürse. Ki bu pek de mümkün değildi. Yıllar acı biriktirmişti yüreklerinde. Zamanla acılar pıhtılaşıp kalmıştı. Patikanın sonuna gelmişti işte. Asfalttaydı. Buradan arada bir otomobil geçerdi. Belki bir hayırsever durur onu aracına bindirir. Yakın bir yerde bırakıverirdi. Yeni yeşeren bu umut adımlarını canlandırdı. Etrafta kimseler yoktu. Sadece cırcır böceklerinin o bitip tükenmek bilmeyen cızırtıları duyuluyordu.
“ bu sıcakta bu yolu kim yürür benden başka” kimse yürümezdi. Bir yerden bir yere yaya olarak gidecek olanlar sabah ya da akşam serinliğini tercih ederlerdi. Hoş, o da böyle günün bu sıcak saatinde yola çıkmazdı.
“Hastaymış nicedir… Eli ayağı tutmuyor, gözleri görmüyormuş.” Dedi Sabiha.
İlhami güldü. Sustu. Sonra tekrar bir kahkaha attı.
“Gülüyor dedi, Sabiha. “Vara yoğa her şeye gülüyor.”
Allah ağlatmasın, dedi Ünzile dudağında yarım bir tebessümle.
İlhami her söylenen söze gülüyordu. Sabiha da Ünzile de birbirlerine bakıp sustular. Her ikisinin de sessizliğinde onmaz bir acının kırıntıları gizliydi.
Ablası Sabiha kızları, İlhami, ünzile ve diğerleri gözlerinin önüne geldikçe adımlarını sıklaştırıyordu. Bir an önce varmalıydı. Çok darda olmasa Sabiha hiç haber salar mıydı? Gelsin der miydi? Belli ki bir hal vardı başında içinden çıkamadığı. Bir an önce varsaydı. Bir an önce.
Meşeliklerin arasındaki patika çoktan geride kalmıştı. Asfalt yol cırcır böcekleri de gerilerdeydi şimdi.
Alnında biriken terleri sildi. Elindeki bez torbadan suyunu çıkarıp başına dikti. Etrafına bakındı. Kimseler yoktu. Geriye döndü. Bir teker sesi bir motor gürültüsü bu kadar mı duyulmak istenirdi.
İki elini birbirine birleştirmişti. Arada bir başını çevirip kapıya bakıyordu. Zerrece merak yoktu bakışlarında. Öylece yeni mumyalanmış bir vücut gibi. Hareket ediyordu etmesine dilinden bir anlamlı sözcük çıkmıyordu nicedir.
“iyi misin?” diye sordu.
İlhami,
“iyi misin” dedi.
“beni özledin mi, söyle bakalım. Bak ben seni görmeye geldim. Hiç sormuyorsun bu kız nerelerdedir, ne yapar, nasıl yaşar?”
İlhami eline aldığı bir bisküvi paketini uzattı. Belli ki açmak istiyordu. Ancak o sözcük bir türlü gelmiyordu diline.
Büyük bir iştahla bisküvileri yerken gözü artık etrafında değildi. Doymuş olmanın dinginliği vardı üzerinde.
Sabiha,
“eskiden de çok severdi, dedi. Cebinden hiç eksik olmazdı bunlar.”
Şehre iyice yaklaşmıştı. Bir sokağın başında üç beş çocuk köpek yavrularıyla oynuyordu. Biri kucağındaki yavruyu yere bırakıp
“hadi başka bir oyun kuralım” dedi.
Siyah örgülü olanı,
“olmaz biraz sonra annem beni eve çağırır, oyun yarım kalır. Başka bir zaman oynasak…” henüz sözünü bitirmemişti ki sarı bir oğlan çocuğu,
“boş ver onu dedi. O hep böyle yapar bilmez misin? Durur bir mızıkçılık yapar. Bak görürsün annesi de çağırmayacak.”
“sana ne oluyor ki.”
“hiç…”
“Hiçse böyle konuşma. Hem sen benim arkadaşım da değilsin. Bizim sokakta bile değil eviniz. Sen git kendi ı zeytin fidanının dibindeki toprakta eşeleniyor, bir sarman kedi de çöp tenekesinin kenarında patilerini yalıyordu. Tek katlı müstakil bir evden yeni alınmış süslü bir bisikletle bir kız göründü. Etrafına bakıp sokağın sonuna doğru seslendi.
“Gülnaz…”
Sokaklar bir iki, üç beş geride kalıyordu. Yaklaşmıştı. Çok yaklaşmıştı. Artık yorgunluktan adım atacak hali kalmamıştı. Biraz durup soluklanmalıydı. Yoksa yürümenin imkânı yoktu. Kaldırımdaki bir ıhlamur ağacının gölgesine sığındı. Bahçe duvarına sırtını yasladı. Şişenin dibinde hala bir miktar su vardı. Bir iki yudum suyla nefsini körledi. Derin derin nefes aldı. Ne kadar yorulduğunu şimdi daha iyi anlıyordu.
Güç bela tamamlamalıydı yolu. Ablasına, Sabiha’ya ulaşmalıydı. Vakit ikindiye yaklaşmıştı.
Kapının önüne birikmiş kalabalığı görünce bir anlam veremedi. Bu zamanda düğün dernek kuracak hali yoktu ki ablasının. Hem öyle olsa kapıda bir bayrak olmalı değil miydi? Neydi ki bir mevlit falan mı okutuyordu yoksa. Öyle olsa insanların elinde önünde yiyecek içecek bir şeyler olur diye geçirdi aklından.
Korkudan irelmiş gözleriyle kardeşine baktı Sabiha. Yorgun, yılgın bir çift ela göz… “bitti dedi. Bitti.
Öyle zordu ki… Öyle zor.”.
Kalabalığın orta yerinde akan bir nehir vardı şimdi. Sular nereye akıyordu. Zaman nereye gidiyor. Aklındaki bütün sorular kaybolmuştu.
Kollarını açıp ablası Sabiha’ya sarıldı.
.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.