- 474 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Bana armudun lezzetini çizebilir misin Abidin?
City of Angels/Melekler Şehri’ni lisedeyken izlemiştim. İyi anımsıyorum. Çünkü sinemada izlediğim ilk filmlerden birisidir. Dile kolay. 20 yıl geçmiş. Bazı sahneleri hâlâ hatırımdadır. Mesela: Nicolas Cage’in Meg Ryan’dan heyecanla ’yediği armutun (herhalde armuttu) lezzetini tarif etmesini’ isteği bölüm aklımdan çıkmıyor. Neden böyle basit birşeyin tarifini istiyordu meleğimiz? Çünkü melekler, onlarda insan gibi yemek-içmek olmadığından, böylesi ’bilmeleri’ bilmiyorlardı. Kur’an okuyanlar da anımsayacaklar: Lut kavmine azap etmek üzere gelen melekler evvela İbrahim aleyhisselama misafir olduklarında onları insan sanıp yemek hazırlar. Yemediklerini gördüğünde şüphelenir. Bunun üzerine melekler asl-ı hallerini ifade ederler.
İslam’da insanın meleklere, en azından potansiyel olarak, üstünlüğü de bu ’zengin biliş/tanıyış’ yönüyle anlatılır. Hatta Âdem aleyhisselamın meleklerle girdiği talim-i esma sınavı, yani meleklerin insana secde ettikleri o meşhur kıssa, bir yanıyla sırr-ı tefevvukumuzu da fısıldar: İnsan daha çok isim bilir. Yani Allah’ı, meleklere kıyasla, çok daha farklı yönlerinden tanıyabilir.
Bu derin bahse girmeden tekrar Melekler Şehri’ndeki o sahneye dönmek istiyorum. Meg Ryan’ın mezkûr lezzeti tarif ederken kullandığı ifadeleri alıntılamaya üşendiğimden, çünkü tembelim, şöyle birşey yapalım arzu ediyorum: Armudun lezzetini tarif etmek için kullanacağınız cümleleri siz hayal edin. İster birkaç satır olsun. İster birkaç paragraf. İsterseniz bir kitap kadar. Hayal bu ya. Kurun gitsin. Benim alıntı yapmaya üşendiğim gibi üşenmeyin. Uzun uzun tarifler düşleyin. Hatta, farzedelim, tarifleriniz bir kütüphane/kütüphaneler dolusu olsun.
Sonra bütün bu tariflerin karşısına yemek nedir bilmeyen bir melek olarak oturun. Hadi, o kadar geriye de gitmeyelim, ömründe hiç meyve yememiş birisine tarif ettiğinizi düşünün. Hadi, o kadar da geri gitmeyelim, hiç tatlı yememiş birisine anlattığınızı düşünün. Bu tarifler ne kadar armut eder? Yani bir armudu yemekle tarifler arasında ne kadar mesafe vardır? ‘Çok’ değil mi?
Bir ‘balı parmaklamak’la ‘içindekiler bölümünü okumak’ ne kadar farklı şeylerse bir ‘lezzetini tarif etmek’le ‘armut yemek’ de o kadar birbirinden farklı şeylerdir. Tarif hiçbir zaman o şeyin kendisi etmez. Bir pastayı anlatmak o pastayı yemek gibi olamaz. Bilgiyi asıl nakleden kelimeler değil tecrübelerdir. Yani ancak benzeri tecrübeler varsa hayatlarınızda o tecrübeler üzerinden bilgiyi bir parça aktarabilirsiniz. Kakaolu pasta yemiş birisine çikolatalı pasta bir parça anlatılabilir olur. Çünkü yakınlığı vardır. O yakınlık üzerine birşeyler tahattur edilebilir.
Hani, tasavvuf büyüklerinin, kendilerine aşk-ı ilahî yolunun öğretilmesi talebiyle gelenlere, “Daha önce hiç âşık oldun mu?” diye sordukları anlatılır. Eğer cevap olumsuzsa “Sev de gel!” diye gönderdikleri nakledilir. Bunun, yukarıdaki izahlarla birlikte düşünülünce, görülmesi gereken bir hikmeti vardır. Evet. Mürşidin sana meramını anlatmak için sende benzeri bir tecrübenin bulunmasına ihtiyaç duyar. Eğer bir Leyla sevdinse bu sevgi Mevla’ya çevrilebilir. Yok, eğer böyle bir tecrüben olmadıysa, sevgi kelimelerle öğretilemez. Çünkü kelimelere sığmaz.
Sokrates’in Savunması’nda da bunu çağrıştıran bir bölüm vardır. “Bilmek ‘öğrenmek’ midir yoksa ‘hatırlamak’ mıdır?” sorusu eşliğinde yaşanan tartışmada Sokrates muhatabını bilmenin aslında hatırlamak olduğuna ikna eder. Çünkü hiçbirşeyin tarifi bizzat kendisi değildir. Eğer şeylerin temel karşılıkları sende bulunmuyorsa sana hiçbirşey öğretilemez. Onları kendinde koyacak yer bulamazsın. Bunun gibi pekçok filozof/âlim insanın daha doğarken sahip olduğu ‘bilme’lerden bahsederler. Ruha nakşedilmiş bu ‘bilme’lere ‘istidat’ denir. Açılırlarsa kabiliyete dönüşürler. Misalleri çoktur ya. Yazıyı uzatacağından bu bahsi de kısa geçmeyi seçiyorum.
Saba Kırer ‘Ayna Kırılmış Baksana’sında diyor ki: “Gördüğümüz şeyleri istediğimiz kadar anlatalım. Görünen şey hiçbir zaman söylenen şeyin içine sığmaz. Söylenmekte olan şey; imgeler, eğretilemeler, kıyaslamalar aracılığıyla istendiği kadar gösterilmeye çalışılsın, bunların ışıklarını saçtıkları yer, gözlerin gördüğü değil de, sentaksın ardışıklığının tanımlandığı yerdir.”
Ben şimdi, bu ‘görülen-söylenen arasındaki ilişki’den hareketle, Kur’an-ı Hakîm’in bir ayetini bir başka açıdan tefekkür etmeyi tekif ediyorum. O ayet de şudur: “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa yine de Allah’ın sözleri bitmezdi.” Elhamdülillah. Kısa bir meali bu şekilde olan Lokman sûresinin 27. ayeti, kanaatimce, ‘yaratış’ın ‘yazış’tan ne denli üstün olduğunu da ortaya koyuyor.
Hatta belki şunu da gösteriyor: Allah’ın kainat kitabında yarattığı cismanî kelimeler, onları anlatmakta, tarif etmekte, birbirinize aktarmakta kullandığınız lisanî kelimelerden/sanatlardan öylesine üstündür ki; bütün ağaçları kalem, denizleri mürekkep, yedi mislini de yedek olarak kullansanız, yine de aslın kendisine erişemezsiniz. Yani: Tarif asla aslın yerini tutamaz. Şeyler tasvirlerinin içine sığamaz. Tıpkı heykellerin bedenin yerini tutmadığı gibi. Tıpkı resimlerin asl-ı insanı karşılamaması gibi. Yine bu türden sair taklitlerimiz gibi. Allahu’l-a’lem.
Ayet-i kerimenin ilk ve asıl manası bize kelam-ı ilahînin sonsuzluğunu anlatsa da, bir işarî okuma olarak, hatta belki o sonsuzluğun bir küçük nümunesini hayatlarımızda bizzat görmek adına, ‘yediğimiz armudun lezzetini tarif etmeyi’ deneyelim kardeşlerim. Göreceğiz ki: Ağaçlar kadar kalem, denizler kadar mürekkep, hatta yedi katı kadar yedeğimiz de bulunsa, bunlardan hiçbiri armutu bizzat yemenin/tadımlamanın yerini tutmayacak. Dünyevî yazışlarımız, tasvirlerimiz, aktarışlarımız, birtek cismanî kelimeyle, hatta onun yalnızca bir haliyle, hatta o halin bir yönüyle dahi başedemeyecek. Bir kütüphane dolusu kitap da çıkarsanız tariflerinizle armutu ‘bizzat yemek kadar’ onu tarif edemeyeceksiniz. İnsanın gücü ancak buna yetiyor işte.