- 285 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Meteliğe Kurşun
METELİĞE KURŞUN
Öykü
Üsküdar’dan çıkan yol boğazı takip ederek eğrile büküle kuzeye doğru gider. Beykoz’da sahil takibini bırakır ve çayırın başına gelince ikiye ayrılır. Biri sola saparak hedef Anadolu Kavağı der. Diğeri dağ, tepe, dere diyerek kestane ormanları içinden geçip hedef boğazın Karadeniz’le birleştiği yerdeki Riva’dır der.
İşte biz Riva’ya giden bu yolun çayır bitişindeki bir yerindeyiz. Burada çok yıllık çınar ağaçları var; ta ki padişah Abdülaziz zamanından kalma. Bütün bunları kendisini padişaha af ettirmek için boğazın o burnuna saray yaptırmış olan asi vali köprülü Mehmet paşa diktirmiş olmalı.
Onlardan başka cami, okul, dükkânlar ve evler var. Ve tabii ki çok renkli insanlar. Trakya’dan, Anadolu’nun çeşitli yerlerinden ve çokça da Karadeniz bölgesinden gelme…
Görelelilerle birlikteyiz. Bunların kimisini önceden tanıyorum, kimisi de şimdiye dek hiç görmediğim yabancı şahıslar.
Herkes iyi giyimli… Üzerlerinde takım elbise, kolalı gömlek, boyunlarında kravat, ayaklarında iskarpin. Çünkü ortak bir yakınımızın düğün töreni varmış ve orada buluşmuşuz. Ama düğün akşama. Vakit akşamüzeri bile değil, ikindi gibi. Yani henüz erken...
Kahvede oturmuşuz bir süre. Çay filan içmişiz. Sonra birisi; daha akşama çok var. Böyle vakit geçmez, ufak tefek bir şeyler yapalım demiş. Ve sekiz on kişi biz kalkıp kahveden çıkmışız. Kavağa gidip surların dibinde birkaç bira içecekmişiz. Kadınlar, kızlar ve çocuklar düğün evinde. Onlar yapadursun hazırlıkları. Bize ne…
Biz orada kalanlar otomobili olan otomobillerini almaya, markete bira ve çerez almaya gidenleri beklerken sigara geliyor aklıma. Hay aksi, sigaram kalmamış. Lanet olsun ki, ekmeksiz susuz olur ama onsuz asla.
Sarma sigara satan bir yer var mıdır acaba burada? Bilemiyorum. Buranın yabancısıyım da… Kimseye de soramam ki! Paket değil de sarma sigara... Yani iki elini başı üstünde birleştiren o alçak adam sayesinde yıllarca malbora, parlament içtikten sonra!
Pahalıysa pahalı ulan paket alayım. Bir gün değil mi? İstanbul şehrine düğüne gelmişiz şunun şurasında. Ne olacak ki, bu sefer de böyle olsun anasını satayım. Kıyamet mi kopar?
Birisi eliyle göstererek: “Bak orada bakkal var” diyor. Görüyorum. Az ötede cadde ile ara sokağın birleştiği köşe yerde. Ellerim ceplerimde yürüyüp gidiyorum. En ucuzu on liradır sigaranın. Param var mı o kadar. Vardır var. Giderken de içimden sövüyorum. Anasına avradına, soyuna sopuna, huyuna suyuna. Tütünü, kâğıdı, paketi, işçiliği de ki iki lira. Sekiz lirası itin oğluna. Kıza oğlana, geline damada, ısım akrabaya, eşe dosta. Seni gidi dinsiz seni! Tütün içersin ha! Hem de içki! Al sana, al sana! Aldım kabul ettim. Bu dünya size kalır inşalla!
Kapı açık, içeriye giriyorum. Bodoslama. İki er kişi var içeride. İkisi de ayakta. Konuşuyorlar, birbirlerine bir şeyler anlatıyorlar. Ama bende hayal kırıklığı! Seyrek sepelek kalmış birkaç pirinç, bulgur, fasulye, nohut paketi gibi şeyler dışında raflar bomboş. Dükkân sahibi sandığım adama ve arka duvardaki sigara reyonuna bakıyorum. Bomboş. İn cin top oynuyor. Adam konuşmuyor ama yüzüme buyur efendi, söyle der gibi bakıyor.
“Sigara baktımdı ama neyse…”
Girdiğim gibi çıkıyorum. Bir hışım. Kapıdan dönünce kaldırımda az dikilip bakınıyorum. Sonra görüyorum, daha ötede başka bir yer var. Oraya doğru yürüyorum. Dükkânın önüne varınca görüyorum ki tabelasında bereket market yazıyor. İşte o zaman iç sesim “hayır” diyor. Alkollü içki ve sigara gibi kullara haram kılınmış şeyler satmaz bu. Ne camında ne kapısında o tür şeylerin reklâm afişi yok. Dolaplarına bir göz atıyorum çaktırmadan. Gazoz var, meyve suyu var, süt var, Amerikan kolası var ama öyle bir şey yok. Haram olmalı. Arabistan mı ulan burası?
“Atilla’da hepsi var” diyor birisi. “gel sen…”
Koluma giriyor. Gayet içten, samimi ve sıcak… Onu tanıyorum. Çünkü sağ gözünde az kusuru var. Önceden bildiğim. Göreleli. Köyünün adını bile biliyorum. Tekeli.
Yıllar önce Riva yolu üzerindeki bir kır lokantasında yemiş içmiştik birlikte. Kemençe çalınıp türküler söylenmiş, horonlar tepilmişti. Bir yeğen askere gidecekti de…
Sonrasında Harem otogarına gelmiştik. Birini otobüse bindirip Giresun’a gönderecektik. Gönderdik. Sonrasında da Beykoz’a dönmemiz lazım. Arabayı ben kullanıyordum ama yolların yabancısıyım. Kendisi doğma büyüme İstanbullu ya rehberliği o edecekti. Etmişti. Etmişti ama sayesinde bir güzel kaybolmuş Beykoz’a derken otoyola çıkıp mecburen de İzmit’e doğru gitmiştik…
Atilla, cadde kenarındaki kaldırıma tezgâh kurmuş. Prefabrik bir barakası da var, küçük. İncik boncuk satıyor. İncik boncuk dediysek yani her şey… Bir nevi işportacı ama tezgâhında cep telefonu dâhil yok yok. Şaşırıyorum gördüklerime. Koca İstanbul’da bu işi izinsiz belgesiz nasıl yapabiliyor acaba?
“Mavi Lark var mı? Kısa.”
“Var.” diyor Atilla.
Yürüyüp işporta tezgâhının yan tarafındaki küçük barakasına giriyor. Girmesiyle çıkması bir oluyor. Eli boş. Sonra dolanıp duvarın arka tarafına geçiyor. Çayır tarafına. Oradaki koca çınarın altında da bir baraka var. Uydur kaydır yapılmış; kereste, sunta ve oluklu saçtan. Girip hemen çıkıyor. Uzatıp veriyor. Buyur. Sigarayı alıyorum. Alıyorum ama bir kez daha şaşırıyorum. Sigara dediği bu şey ne paket, ne poşet! İçindekilere bakıyorum; karman çorman. Kimisi beyaz kimisi sarı filtreli, kiminin tütün yeri üstte, kiminin filtresi. Neyse boş ver. Sigara sigaradır. Hiç yoktan da iyidir. Bir gün değil mi, idare et.
“Kaç para?”
“Dört lira.”
Sonra sohbet ediyoruz Atilla’yla. Konuşuyoruz ayaküstü. Koluma girip beni ona götüren tekeli köylüsü tanıdık kişi, bu Atilla hemşerindir demiş bana. Trakyalıymış. Hem de Kırklareli’nden. Hem de Sapaklı köyünden. Oğlum o benim annemin köyü. Ben de yarı oralı sayılırım. Hem bizim köye çok yakındır. İki adım, yürüyerek bile gidebilirsin.
Gözlerini dikmiş bana bakıyor. Ben de ona bakıyorum. Yüzüne, gözüne, kaşına, saçına, rengine ama tanıdığım birilerine benzetemiyorum.
Kimlerdensin ki? Cevap vermiyor. Buralarda yaşayan birkaç kişi var o köyden onlardan mısın? Tuhaf tuhaf gülümsüyor, alaysı. Gömlekçi Mustafa’nın oğlu mu acaba bu Atilla? Hayır. Çünkü Mustafa ağabeyi çok iyi tanırım. Ona hiç benzemiyor. Belki anasına benzemiştir. Ana tarafına yani. Mesela dayısına. Olamaz mı? Ama hayır. Bu Atilla denen kişi benim soyunu sopunu bilmediğim birisi. Orta Çeşme denilen yerde işportacı… İstediğini alıyor, istediğini satıyor. Yasa dışı. Zabıta kör ve sağır! Polis kör ve sağır, maliye de öyle... Görmüyorlar, duymuyorlar, bilmiyorlar. Üçü de üç maymun. Buranın belediye başkanı hangi partiden acaba? Akpak mı? Öyleymiş. Hükümet eden, yani hükmeden kim memlekete? Tabii ki onlar. Öyleyse bok yesin polis. Hem de zabıta, hem de maliyeci…
“Neyse” diyor Atilla. “abi adın neydi senin?”
“Oğuz. Devrimi de var devamında. Soyadım da Atasever…”
“Kakayım adına!” demez mi durup dururken. “En çok da soyadına!”
Onca sohbet, o kadar samimi muhabbetten sonra birden agrasifleşiyor. Bu küfürden sonra donuyorum adeta. Öylece bakakalıyorum.
Kim bu Atilla? Soru çok, cevap yok. Hani olsa da iki yanlış bir doğruyu götürse... Ama yok.
"Sen Hilmi’nin arkadaşısın." diyor. Yüzü asılmış, kaşları çatılmış. Çok sinirli gibi… "Ulan Hilmi gibi adamla arkadaş mı olunur?"
Bu da nereden çıktı şimdi? Hilmi de ne alaka!
Harem otogarından sonra bana yolumu şaşırtan Görele köylüsü yanıma sokulup kulağıma fısıldıyor. Dediğine göre bu Atilla Hilmi’nin kız kardeşiyle sevgiliymiş. Birbirlerini seviyorlarmış ve evleneceklermiş. Ama Hilmi karaçalı olmuş aşklarına. Ben kız mız vermem demiş işi gücü olmayan karanlık işlerin adamına.
Hilmi’yle konuşayım Atilla. Konuşayım, aranızı bulayım. Kendi zengin mi ki zengin istiyor kardeşine. Köylü oğlu işçi işte! Şimdi kör topal bir emekli… Evlenirken karısının tarafı böyle mi yapmış kendisine? İt oğlu Hilmi’si! Sana vermeyip de kime verecekmiş kız kardeşini! Hem ona ne oluyor! Hangi devirde yaşıyoruz?
Yüzü gülümsüyor Atilla’nın.
Tamam, Hilmi’yle konuşacağım ama nasıl? O Keşan’da. Keşan nere Beykoz nere? Hem de akşama düğünümüz var Anadoluhisarı’ndaki düğün sarayında. Hem de kavağa gidecektik biz surlar dibinde bira içmeye.
"Hilmi Keşan’dan taşındı" diyor Görele’nin Tekeli köylüsü tanıdık. "Şimdi Paşabahçe’de. Orada oturuyor."
Telefon ediyorum. Edeymiş, hemen geliyor. Bir hışım. Karşısında Atilla’yı görünce çileden çıkıyor. Hemen elini beline atıp tabancasını çıkarıyor, Atilla’ya doğrultuyor. Ulan senin ananı avradını... Atilla fırlayıp atılıyor üzerine. Birlikte yere yıkılıp yuvarlanmaya başlıyorlar. Alt alta üst üste…
Onlar öyle tekmesiz tokatsız boğuşurlarken bir ara tabancayı görüyorum kaldırım tozları içinde. Hilmi’nin elinden kaçıp kurtulmuş. Koşup alıyorum. Tabanca tabanca! Buz gibi! Ulan tabancanın şakası mı olur? Şeytan doldurur alimallah!
Onlar ikisi çok kavga ediyorlar. Çok dövüşüyorlar. Yüzleri, gözleri, elleri hep kan içinde. Nedense herkes seyrediyor, birisi araya girip de onlara ayrılın bile demiyor.
Nefesleri tükenip bitap düştüklerinde de dövüş bitiyor. Atilla genç, Hilmi yaşlıca; bu yüzden sallanıyor, ayakta zor durabiliyor. Tabancasını veriyorum kendisine. Haydi, git şimdi diyorum. Tabanca yanından sarkan elinde, cebine bile sokmadan öyle kısıp kuyruğu gidiyor. Yürüyerek Paşabahçe’ye...
Sonra bakıyorum akşam olmuş. Ne zaman olduysa! Sokak lambaları yanmış, renkli vitrin camları ışılıyor. "Oğuz abi" diyor Atilla. Tezgâhını kapamış. "gel benimle." Tokat Köyün oralarda oturuyormuş. "Bırak kavağı. Surları, taşları. Kasrı, sarayı. Gâvur icadı birayı… Lütfen!"
He, hadi öyleyse…
Birlikte yürüyoruz kuzeye doğru. Yan yana bir süre. Büyük bir dere var orada, sığ ama geniş akıyor. Dar asfalt yol bu derenin bir beri bir öte yanına varıyor. Belediye otobüsleri var aralıklarla geçip giden. Seyrek sepelek köhne duraklar ve duraklarda bekleşen insanlar. Kimisi işe gidecektir, kimisi çarşı yerine, kimisi de evine…
Ahşap bir binanın eskimiş ahşap kapısını açıp giriyoruz. Atilla’nın yaşadığı yer ikinci kattaymış. Adım attıkça gıcırdayan ahşap merdivenleri çıkınca onun mekânına varıyoruz. Mekân çırçıplak. Bir nevi harabe… Üflesen yıkılacak.
Eski mi eski, kirli mi kirli döşeğinin yanındaki çuvalı kaptığı gibi odanın orta yerine boşaltıyor. Aman tanrım o da ne! Bir sürü silah, şarjör, mermi… Uzun namlu, kısa namlu, tabanca… Rus yapımı, amerikan malı, Hollanda… Envai çeşit. Küçük dilimi yutuyorum.
Bunlar da ne Atilla?
O pür neşe. Yüzü güleç, gözleri parlıyor.
“Seç beğen” diyor bana. “bunlardan birisi senin…”
İstemem Atilla. Ben kalem adamıyım silahla ne işim olur?
Bir gürültü o sırada. Sanki yer sallanıyor. Eski bina şimdi yıkılıp yerle bir olacak. Zelzele mi oluyor Atilla? O kulak kesiliyor ve çok kızıyor. Sinirleri tepesinde. Yerdeki silahlardan birisini alıp bir hışım cama koşuyor.
“Amına koyum ulan senin!”
Ve eğri büğrü rayları öttüre ötüre geçen kara trene kurşunlar yağdırıyor…
Aman Allah’ım, aman Allah’ım!
Askerdeyken keskin nişancıymış. Güneydoğu dağlarında, Irak kırlarında aylarca savaşmış. Ne ölmüş ne de yaralanmış. Bu yüzden maaş bağlanmamış. Terhis olup kendi hayatına dönünce bir iş bulamamış. Parası olmadığı için evlenip bir yuva kuramamış. Şimdi böyle bir yıkıntılıkta yaşıyor; ekmek parası için yasak tezgâhında silah dâhil ne olsa satıyor. Herkese kızgın, boyuna sövüp sayıyor. Geceleri karanlık bastığında da beynini kemire gürültücü trenin vagonlarına rasgele kurşun yağdırıyor.
Allah yardımcısı olsun desek ama ondan önce seçimde oy verip başkan seçtiği ve başına taç ettiği soysuz yezitten korusun demeliyiz galiba…
Latekmen Şubat/2018/ Lozengrat
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.