- 456 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Bakara sûresi hayvanseverlere diyor ki:
"(Musa) dedi ki: Allah şöyle buyuruyor: O, henüz boyunduruk altına alınmayan, yer sürmeyen, ekin sulamayan, serbest dolaşan (salma), renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir. ’İşte şimdi gerçeği anlattın’ dediler ve bunun üzerine (onu bulup) kestiler, ama az kalsın kesmeyeceklerdi." Bakara sûresi, 71.
Küçüklüğümüzde “Çocuklarınızı kurban kesiminden uzak tutun!” tarzında uyarılar olmadığından izlerdik. (Bir yanetkisini gördüğümü de söyleyemem.) Bir keresinde evsahibimiz Ali amcanın birkaç gündür oynamakta olduğumuz koçu kesişine dayanamamış ağlamıştık. O zaman Ali amca bize şöyle demişti: “Üzülmeyin evladım. Şükredin. Onlar kendini feda ediyor. Eğer onlar kesilmeseydi siz kesilecektiniz.”
Bu cümleler aklımda büyüdüm. Camiye gittiğimiz vakitler, hocaefendiler, Ali amcanın söylemek istediğini daha etraflıca ifade ettiler. İbrahim aleyhisselam ile oğlu İsmail aleyhisselamın kıssasını, Hz. İsmail tam kesilecekken bıçağın tersyüz olmasını ve Cebrail aleyhisselamın bir koçu onun yerine kurban olarak getirişini naklettiler. Ve eklediler: “İşte kestiğimiz kurbanlar da o gün yaşananların bir nevi tekrarıdır. Evlatlarımızın yerine Allah bu kurbanları istiyor bizden. Eğer o kurbanlar olmasa belki bugün bile çocuklarımızı kurban ediyor olacaktık.”
Şu kulaklar, yaşadığı yıllar boyunca, yalnız bu izahı duydu kurban konusunda. Evet. Kurbanın pekçok hikmeti vardı. İnsanlar yardımlaşıyor, fakirler hatırlanıyor, toplum kaynaşıyordu. Ama başka türlü de sağlanamaz mıydı bu? Hayvansever sekülerlerin bugünlerde sormayı çok sevdiği şekliyle ifade edersek: “Parası burs verilse olmaz mıydı?”
Bir boşluk hissediyordum. Kurban hadisesini mezkûr kıssa ekseninde anlatanlar, Allah hepsine ecrini versin, gönlümdeki o boşluğu dolduramıyorlardı. Hatta Tarık Akan’ın başrolünü oynadığı Adak filmini izledikçe daha bir kötü oluyordum. Daralıyor, daralıyor, daralıyordum: “Allahım ne olur bir cevap!” diye inliyordum. Bu böyle sürüp gitti. Ta ki Yirminci Söz’ü Kenan Demirtaş abiden ders alana kadar.
Yirminci Söz’ü okuyanlar bilirler. Kur’an’daki kıssaların hikmetini anlatır o güzel söz. Onların alelade hikayeler/masallar olmadığını, herbirinin bütün zamanlara, mekanlara ve insanlara hitap eden kanunların uçları mesabesinde olduğunu söyler. Hatta Kenan abi o kısmı anlatırken Newton’un başına düşen elma hikayesini kullanır ve eklerdi: “Bizim için bir insanın kafasına elma düşmesi hadisesi sıradan birşeydir. Ama Newton’un başına elma düşmesi hadisesini her kime anlatsanız, azıcık fiziğe dair malumatı varsa, aklına hemen yerçekimi kanunu gelir. Yani o kıssa yerçekimi kanunun ucu olmuştur. İşte Kur’an kıssalarında böyle çok kanunlar var.”
Ve ondan sonra İkinci Nükte! Yani: Hz. Musa’nın kavmine ’bir sığır kesmelerini emretmesi’ hadisesinin arkaplanı. Bakara sûresinin sırrı. Ucu gösterilmiş o muhteşem kanun. Ve o kanunda inkişaf eden kurbanın hikmeti! Evet. İtiraf edebilirim ki: İçimde “Neden kurban kesiyoruz?” sorusunun cevabı ancak o nükteyi okumakla berraklaştı. Nicedir havada duran taşlar yerine oturdu. Elhamdülillah. Hatta ne yalan söyleyeyim. Bana kurbanın hikmetini Hz. İbrahim efendimin kıssası değil, Hz. Musa efendimin kıssası anlattı.
Demek ki: İnsanda rağbet ettiği şeye tapma hissi de vardı. Durdurulmazsa o noktaya kadar gidiyordu. Mısırlılar da o devirde ziraat için sığırlara çok muhtaç olduklarından, duydukları muhabbet, en nihayet tapma seviyesine varmıştı. Aynı topraklarda köle olarak yaşayan İsrailoğullarına da bu hastalık bulaşmıştı. Ve Musa aleyhisselam, hikmetle yaşatılan bir fail-i meçhul vakıasının neticesinde, kavmine sığır kestirerek kalplerindeki bu kem temayülü kesip atmıştı. Atmıştı ki, Samiri’nin yaptığı o buzağı heykelinden sonra, bir daha İsrailoğulları hayvanlara tapmadılar.
Demek kurban bunun için de vardı. İnsanın ziyade sevgisiyle tapmak derecesine gelebileceği bir mahluku öldürmesi, aslında o hayvanı değil, kalbindeki putunu deviriyordu. Seciyesinde ortayı çıkmayı bekleyen bir hastalık ilaç buluyordu. Hem bu perspektiften düşününce diğer bütün amel-i salihlerin de göğsü genişliyordu. Yani belki zekat da ‘mal hırsının boynuna yılda bir vurulan’ bir bıçaktı. Namaz da bir günde hayatperestliğe/zamanperestliğe vurulmuş beş bıçaktı. Oruç nefisperestliğimize yılda bir ay satır çalıyordu. Hac da mekanperestliğimize kılıç vuruyordu, vesaire.
Herbirisi, aslında bir hikmete binaen aşırılıklarımızı törpüleyen, sınırlarından taşmaya meyyal olan fıtratımıza haddini bildiren şeylerdi. Duvarlardı. Sınırlardı. Kontrol noktalarıydı. İşte, arkadaşım, ancak mezkûr eseri okuduktan sonra kalbim böylesi bir tatmine erdi. Hem Bediüzzaman’ın ibadetlere dair şu sözünü de anlamamı sağladı bu nükte: “Cenab-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın, manen hastasın.”
Evet. Hakikaten de ben muhtacım o ibadetlere. Allah, hâşâ, muhtaç değil. Herbirinin bana öğrettiği, bende sınırladığı, beni kıvamına getirdiği ham yanlarım var. Gariptir, ben, mürşidimden başka kurban hadisesini böyle ele alan duymadım. Vardır belki de ama okumadım. Denk gelmedim. O yüzden bu nükteyi ‘kurbanın hikmetini anlama ve anlatma noktasında’ da kıymetli buluyorum. Bugün Hindistan gibi yerlerde hâlâ hayvanlara tapan, kutsal sayan insanlar varsa (ki var) sanıyorum biraz da bu sırdan nasiptar olamayışlarından. Kimbilir? O bölgelerde kurban bayramlarında yaşanan tartışmalar, inek kesen müslümanlara karşı uygulanan şiddetler, sanıyorum biraz da bunun altını çiziyor: Hayvanseverliğin de bir sınırı olmalı. Sınırsız olan sevgi zulme dönüşmeye meyyaldir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.