- 300 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
LADEN ÇİÇEKLERİ
LADEN ÇİÇEKLERİ
Yıllık izninden geriye kalan on beş günü de kullanıp tatilden yeni dönmüştü. Eylülün ilk haftası, günlerden pazartesi, yeniden işbaşı yapacaktı Aslıhan. Duyguları, umutları bilenmiş gibi sabahın ilk ışıklarıyla uyandı. Her zamanki gibi erkenden giyinip hazırlandı. Hafif makyajını yapıp göz alıcı güzelliğine, gülüşlerini de katınca aynadaki kıyafetine, yüzüne yeniden bakarak ‘ tamamdır’ dedi ve içinin hoşluğuyla yola koyuldu. Gün güzeldi istasyona kadar yürümeyi tercih etti. İstasyona gelince panoya baktı, tramvay üç dakikaya kadar gelecekti. Hafta başı, tatil dönüşü üstelik onu bekleyen iş yerindeki yoğunluğu, Avusturya Hava Yolları – Viyana Havalimanı’ndaki gündüz nöbetinde çıkabilecek sorunları usundan hızla geçirdi. Tramvay sesiyle, ilk kez işe gidecekmiş gibi içi hafif ürperdi, beş dakikalık tramvay yolculuğundan sonra otobüsle otuz dakika sonunda iş yerinde olacaktı. Çok sevdiği işine, iş arkadaşlarına yeniden kavuşacağı için mutluydu.
Aslıhan, tuttuğunu koparan, ailesinin ilk çocuğu olmanın yararını ve yarar yitimini yaşamış bir kişi olarak disiplinli, yılmayan işine dört elle sarılan başarılı bir işkolikti. Sınavları verip, mükemmel Almancasıyla, İngilizcesiyle ve keskin zekâsıyla kısa zamanda ilerlemişti iş bölümünde. Üniversite yıllarında. İstanbul, (Sankt Georg) Avusturya Lisesi muzunu olduğu için Viyana’da dil konusunda bir sıkıntı yaşamamıştı. İngilizcesi de Almancasına yakın ileri derecedeydi. İş yerindeki göçmen arkadaşlarına dil konusunda hep yardımcı oluyordu. Yüreği insan sevgisiyle dopdoluydu, ondan yardım isteyenlere kalbinde sıcacık iyilik kapıları hep açıktı. Kardeşlerinin en ufak sorunlarıyla, memleketteki annesinin durumuyla yakından ilgilenirdi. Babasını kaybedeli beş yıl dolmuş, onun yokluğuna henüz alışamamıştı. Sık sık rüyalarında hep ağlar buluyordu kendisini bir sorunu olsa. ‘ Ah, babacığım; erken göçüp gittin. Sen ki hep bizler için kendi sorunlarını unutup okumamıza adadın her şeyini’ diye de acınırdı arada. Yaşam ve başarı savaşımını babasına benzetiyordu, ne de olsa her genç kız gibi onun da yüreğinin baş tacıydı her şeyiyle babası.
Kontuvar bölümünü çok severdi, farklı yüzler, kişilikler ilgisini çekerdi her zaman. Pasaport, kimlik bilet kontrolü, bagajlar derken insan kalabalığı arasında çalışma saati dolar, gün akşama teslim ederdi ışıklarını. Kimi zaman da iş yerinde sorunlar yaşanırdı, hem de hiç akla gelmedik sorunlar. Öğle üzeri pek yoğunluğun olmadığı bir vakitti. Transit bir yolcunun biletinde sorun yaşandı. Hollanda’ya uçacak olan bu bayan yolcu üzülerek ondan yardımda bulunmasını istiyordu. Uçağının kısa bir zaman sonra kalkacağını vurgulayarak zamanında uçmak adına acelesinin olduğunu da eklemişti. Biletinin geçerli olması için otuz Euro daha gerektiğini ve hiç parasının olmadığını, kredi kartını da ne yazık ki yanına almayı unuttuğunu söyleyerek maddi yardımda bulunmasını rica ediyordu. Ülkesine gider gitmez otuz Euro’yu göndereceğini, bu iyiliği asla unutmayacağını da eklemişti bayan. Otuz beş yaş görünümlü, uzun boylu, vakur duruşlu, yeşil gözlü bu bayanın yüzünü hafif süzünce Aslıhan; masumane bakışları arasında ona karşı kanının ısındığını hissetti.
Aslıhan’ın bu duygusal yoğunlaşma sonrasında yıldırım çakmış gibi içi ürperdi, duygudaşlık kıvılcımları doldu hücrelerine. Hiç tereddüt etmeden para cüzdanına baktı, bayana verecek parası vardı yanında. Uçak biletini yenileyip bayanı memleketine yolcu etti. Bayanın yüzündeki memnuniyet kıvılcımları, gözlerindeki sevinç ışıltıları, mutluluktan pembeleşen yanakları görülmeye değer bir fotoğraf karesi gibiydi. Uzun bir müddet usunda asılı bir tablo gibi kaldı. Eve dönerken yüreği yaprak yaprak coşku doluydu. Birine iyilik yapmanın huzuru ve övüncü vardı içinde. İyilik yaparak mutlu etmenin ve dolayısıyla mutlu olmanın hoşnutluk duygusunu iyi bilen birisi olarak yüreği bir kuş tüyü hafifliğindeydi kısacası. Çalan telefonla kardeşi Kerim’e konuyu anlattı. Aldığı yanıt ise: ‘Sen bu otuz Euro üzerine bir bardak soğuk su iç’ oldu. Bir kahkaha koyuverdi, sonra bir an; tut ki paramı iç etti bu bayan, sözünde durmayıp göndermedi. Ne kaybederim ki diye düşündü. Öyle ya, insanlık görevini yapmış biri olarak huzurla kaplıydı yüreği. Gerisi bayana kalmıştı, içindeki ses; kültürlü bir kişiliği, güven duygusu veren bir duruşu varken bu bayanın parasını göndereceğini fısıldıyordu. İnsanlık ölmemişti ya! Yoksa ölmüş müydü insanlık? Hayır, hayır, insanlık ölmemişti…
Günün yorgunluğunu atmak için, iş dönüşü evinde ya kitap okurdu ya da o güne düşen dizileri seyrederdi Aslıhan. Kahvesini yudumlarken ev arkadaşı da işten erken gelmişti. Hollandalı yolcunun durumunu ona da anlattı. Yugoslav kökenli, çoğu kez olaylara iyimserlikle bakan bir kızdı Aida. Yaptığının çok iyi bir özveri ve insanlık hizmeti olduğunu vurguluyordu Aslıhan’a…
Üstelik de :” İyilik et, denize at” dememişler miydi atalarımız vaktiyle!
Hafta sonu günlerden cumartesi, hava hafif sisli ve soğuktu. Tatil olmanın verdiği rahatlıkla yatağında şekerleme yaparken telefonu çaldı. Esneyerek ve mırıldanarak açarken telefonunu’ telefondaki keşke annem olsa’ diye içinden geçirdi. Telefonda annesinin sesini duyunca yüreğinde güller açtı; ‘ oh be annem geliyor, yaşasın annem geliyor yarın’ diyerek sevinç çığlıkları attı. Tatil gevşekliğini, hemen üzerinden silkeleyip fırlattı. Alışveriş için semt marketine gidip mutfağa ne gerekiyorsa eksikleri tamamladı. Biliyordu; annesinin paketlerinden, valizlerinden bir memleket çıkacaktı. Ama yine de annesine gerekebilecek gereksinimleri düşünerek hiç bir eksiğin olmamasına özen gösterdi.
Evi baştan sona temizleyip birikintilerden arındırdı. Gece ilerlemiş, sabırsızlıkla yarını; annesinin öğleyin geleceği saati iple çekiyordu. Yüreğinde açan sevinç tomurcuklarının rengâren gökkuşağı gibi ışıltılı, sıcacık anılara daldı gitti uykuya geçerken.
Uçak zamanında indi Viyana Havaalanı’na, annesiyle sarılıp kucaklaştılar, koklaştılar uzun uzun. Annesi İstanbul kokuyordu, Bakırköy kokuyordu, dahası babası kokuyordu, aile ocağının, evinin kokusu sinmişti sanki saçlarına, giysilerine annesinin. O kokuyu içine çekince yüreği hançer yemiş gibi sızım sızım sızladı ama sevgi gülüşleriyle uzaklaştırdı hücrelerinden bu derin sızıyı. Annesini karşılamanın mutluluğu içinde koridorda ilerlerken iş arkadaşı seslendi koşarak ona. ‘Aslıhan, cuma günü öğleden sonra gelen bir paketin var, bekle hemen getiriyorum!’ Deyip on dakika sonra elinde büyükçe bir zarf paketiyle döndü. Zamanla yarıştığı için Aslıhan, ‘evde bakarız anneciğim, hemen havaalanı otobüsüne yetişmemiz gerekiyor’ deyip aceleyle zarfı annesinin eline tutuşturdu. Annesi Gülizar Hanım, zarfa şöyle bir baktı, anlamadığı bir dilde yazılar görünce fazla üstüne durmadan el çantasına atıverdi zarf paketini. Otobüse tam zamanında yetiştiler. Otobüs ilerlerken Aslıhan babasının mezarını ziyaret edip etmediğini sordu annesine. Aldığı yanıt olumluydu, bunun üzerine yüreğinin ateşi bir nebze de olsa serinlemişti. Bir bakıma onun gurbette olup da babasına yapamadığı mezar ziyaretini ve dualarını annesinin yapması onu mutlu etmişti. Kendi kendine içinden söz verdi, İstanbul’a tekrar gidişinde ilk iş olarak zaman ayırıp babasının mezar ziyaretine gidecekti.
İçinin hüznünü dağıtmak için konuyu değiştirdi Aslıhan. Annesine; ‘çok şeyler yüklenmişsin yine, yazık yordun kendini. Kim bilir neler neler doldurmuşsundur yine valizlere. Ya elde taşıdığın ağırlıklar!’! Diyerek havaalanı elemanı olarak yutkundu. Kurallara önce çalışanlar uymalıdır ki işler rayında düzgün gidebilsin düşüncesindeydi. Annesi gülümseyerek baktı kızına. Onun yüreğindeki özlem yelpazesi, aynen kızında da vardı mutlaka, onunki kadar geniş olmasa dahi. Otobüsten sonra tramvaya bindiler, inince de yol çok kısa olduğu için yürüyerek eve geldiler. Viyana’da taksi ücretleri epey yüksekti zaten. Toplu taşımacılık sisteminin, toplu taşımacılık kültürünün iyi geliştiği şehirlerinden birisiydi Viyana. Ulaşım ağı mükemmeldi, ülkenin her yeri örümcek ağı gibi örülmüş ve her zaman dakik çalışıyordu ulaşım araçları. Yorgunluklarına aldırmadan valizler, paketler açıldı sırayla tek tek.
Aslıhan, önce hediyeleri ayırdı oturma odasındaki kanepe üzerine bırakarak; kazak, havlu, şile bezinden elbise, çorap, neler yoktu ki! Sonra yiyecekleri masanın üzerine dizdi. (Kıbrıs’a özgü) Hellim, beyaz peynir, közlenmiş kırmızı biber, mersin yemişi, alıç macunu (marmelat), tatlı lor böreği için tuzsuz lor, yufka, tepsi böreği için kırık peynir, makarna için kurutulmuş tuzlu lor. Türk kahvesi, Kıbrıs’tan Con Kahve. Dolma için (derin dondurucudan) asma yaprağı, fıstık üzüm baharatlar. Ev yapımı; harnup pekmezi, Kayseri pastırması dahi vardı. Taze nane mis mis kokusunu bırakmıştı mutfağa. ‘Ooooo anneciğim ne çok şey taşımışsın, bunların hepsi var burada!’. “Olsun kızım olsun; memleketten gelen başkadır. Almancam yok zaten, markette bulamazsam semt pazarına gidene kadar sokaklarda kaybolmak hiçten değil. Elimin altında hemen hazır bulayım diye ne gerekirse aldım”. Derken gerçekten de çok şeyler getirdi memleketten. Sıkıca bandajlanmış dikdörtgen bir paketi açınca son olarak Aslıhan neşeli bir çığlık attı. ‘Kavurma’. Aslıhan bayılırdı kavurmaya, yanında ya bulgur pilavı, ya da pirinç pilavı yoğurt nefis olurdu…
Kahvelerini yudumlarlarken annesinin aklına çantaya koyduğu zarf paketi geldi ansızın. ‘Kızım paketi unuttuk ya, aç aç çabuk aç bakalım neymiş içindeki merak ettim’. ‘Sahi anne ben de unuttum sana kavuşma heyecanı arasında’. Aslıhan zarf paketine dikkatlice bakınca; yazılardan ve üzerindeki adresten paketin Hollandalı bayandan geldiğini hemen anladı. Heyecanla açıp baktı ki; İki tane kocaman çiçek resimli kartlarla, ortalarına koyu bir kâğıt içerisinde yerleştirdiği parasını da göndermişti. Yapılan iyiliği hiç unutmayacağını ve de sonsuz teşekkürlerini de yazmayı ihmal etmemişti küçük notta. Kartlara şöyle bir baktı, gözlerindeki ışıltıyı açığa vurmadan annesine uzattı. Annesi bakar bakmaz; ‘ Ay, bayıldım bayıldım bunlara. Laden çiçekleri bunlar. Kıbrıs’taki köyümün, dağlarımın çiçekleri bunlar. Laden Gülü, ipek kadar nazlı, taç yaprakları beş tane, kırışık buruşuk kalp şeklinde ama çok güzel, hassastırlar’ diye de ekledi. Kartların arkasına baktı: Dört tane pembe laden gülü olanında (Büyük harflerle: Graubehaarte Zistrose* cistus creticus*) ve tek beyaz laden gülü olanında ise: (Lack-zistrose *cistus ladanifer*) bilgileri vardı, İngilizce olarak kendi el yazısıyla bayanın. Annesinin çok hoşuna gitmişti bu kartlar. ‘Bayan iki rengini de almış ayrı ayrı iki kart göndermiş sana ne güzel düşünmüş. Harika, mucize bir şey Aslıhan, yüreğimizdeki özleyiş duygularımızı bilmiş de göndermiş sanki’. Bazen tesadüfler de olabiliyor diye düşündü Aslıhan annesine tebessüm ederek; ‘ Anneciğim, bayan sordu bana: ‘ İtalyanlara benziyorsun, İtalyan mısın? Diye. Yok dedim İstanbulluyum. İçine doğmuş demek ki damarlarımda senin kanın var ya. Kim bilir telepati yoluyla hissetmiş senin köyüne hasretli olduğunu, yaşadığın o köyün çiçeklerinden armağan gönderdi bize’. Kartlar gerçekten güzeldi ve Gülizar Hanım için bir büyülü gizil taşıyorlardı geçmişinden adeta.
Aslıhan’ın annesi Gülizar Hanım; iki karta da ayrı ayrı baktı; boyutları tahminen yirmi santim – otuz santim idi. Birinde, kartı kaplayan dört pembe lâden çiçeği vardı doğadan çekilmiş bir resimdi bu. Öteki kartta ise, kartı ortalayan tek beyaz laden çiçeği bu da doğadan çekilmişti. Baktı baktı, uzun uzun sessizliğe gömülerek buğulanan gözlerle baktı. Annesinin göz pınarlarında biriken yaşları gözlemledi Aslıhan. Kor gibi yanan özleyiş kokusunu o da hissetti yüreğinde. İstanbul’u çok özlemişti gerçekten. Doğup büyüdüğü Bakırköy burnunda tütüyordu. Özlemişti çocukluk anılarını taşıyan şehrinin ruhunu. Özlemişti o ilk gençlik yıllarına tanıklık eden arkadaşlarını. Büyümeyi öğrendiği Bakırköy Sokakları, yaşamanın zıtlıklarını öğrendiği Viyana Caddeleri…
Gülizar Hanım bir iç çekişiyle; otuz yıl doğduğu toprakların özlemle yoğrulmuş yüreğinde yanan korları çoğaltmak, çoğaltmak istercesine öpüp kokladı kartları birkaç kez. Köyünde laden çiçekleri gibi ne çok aşka açan, sevgiye çoğalan rengârenk yaban kokuşlu kır çiçekleri vardı. Kokularının büyüsü tüm bedenini sarmış, çocukluğuna gençliğine taşımıştı onu adeta bu laden gülleri. Köy yaşamından, şehir yaşamına alışması zor olmamıştı. Fakat memleket hasreti de bir başkaydı; gerek kızı ve gerekse kendisi için yaban eller sadece medeniyet değildi. Yurdundan ayrı edinimlerle yaşananların ille ki bir bedeli vardı… Bir Avrupa ülkesinde yüksek tahsil yapmak, hem de çalışarak öyle o kadar da kolay değildi. Üniversiteye giderken, maddi manevi engelleri aşmak için kızının iki işte çalışmak zorunda kaldığı yılları anımsadı. Kardeşlerini de Viyana’ya yerleştirirken çektiği o zor günlerin çıkmazlarında nasıl bir savaşım verdiğini anımsadı. Kendi yaşam coğrafyasında önceleri savaş sonraları ise göç durumlarını anımsadı. Göç ateşlerinin, insan ruhuna etkisini, iş-ekonomi sorunlarını, kültür etkileşimini ve sayamadığı uyum sorunlarını usundan geçirirken kulaklarına çalınan o enfes kuş ötüşleriyle kızıyla göz göze geldi, yüzlerine mutlu bir ifade dolarken gülüşerek dinlemeye koyuldular. Balkona kumrular gelmiş, cıvıldaşıp kur yaparak sevgi nağmeleri döküyorlardı. Çapkın kumru kuşları özgürlüğün tadını çıkarıyorlardı adeta.
“ Anneciğim, senin köyünün kumru ötüşlerine benziyor Viyana’daki kumruların ötüşleri. Viyana’ya ilk gelişinde söylemiştin bana, hatırlıyor musun?’. Gülizar Hanım, içini yakan göç olgusunun katransı hüznünü derin bir iç çekişle geçiştirdi usundan, Gülümserken, kulağında kumru sevişmeleri, elindeki kartlarda laden çiçeklerinin şiirsel büyüsüyle yaşam penceresine geri dönerek: ‘ Evet kızım, gerçekten köyümüzde kumrular aynen şu an öten kumrular gibi ötüyorlardı. Laden çiçekleri de; hem pembe, hem de beyaz renklerde ilkbahardan sonbahar sonuna kadar açarak, gül gül ipeksi sevdalar dokurdu dağ eteklerine’…
GÜLŞEN ŞENDERİN.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.