- 343 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Bu kalabalık da bir intihardır
“Boşluğu derinlik sandı.” Honore de Balzac, Mutlak Peşinde’den…
Yahu varlığın Allah’tan başka derinliği mi vardı? Fakat öyle sanıyorduk. Derinlikmişçesine yayıldık. Amaçsızlık anlamsızlıktan daha katlanılır geldi. Kaybolmakla derinleşmek arasındaki nüansı ıskaladık. İnsan kaybolduğu yerlerde düştüğü tekrarlarla ayılırdı. Duvarlarına çarparak uyanırdı. Bir mütemadi aynılıktı aslında kayboluş. İçinden çıkamayıştı. Lakin, kesrette öyle boğulmuştuk ki, tekrar ettiğimizi de farkedemiyorduk. Arkadaşım, anlattıklarımı küçük görme, sakın.Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.
Her yazışımızda aklımızdan belki yüz sûret geçiyordu. Ama nihayetinde bir şiir yazıyorduk. Bu bir tekrardı. Yüzleri çoğaltmak hisleri çoğaltmıyordu. Bu çokluk görünen bir aynılıktı. Sıkıyordu. Duyduğunuz şeyin ismi aşk olduktan sonra kaç kişiye âşık olduğunuzun ne önemi vardı? Yemeklerin çeşitliliği değildi aslolan. Açlığı farketmekti. Yani ki arkadaşım, dünyadaki nimetler ne yemelikti, ne de yanında yatmalık. Hepsi de tadımlıktı. Hepsi de ‘farkedimlik.’
Açlığını farkediyordun onlarla sadece. Tekrar tekrar farkediyordun. Uyarılıyordun. Yetmiyordu ki türlü türlü yollarla yeniden yeniden muhtaçlığın hatırlatılıyordu sana. Fakat görmüyordun. Anlamıyordun. O kadar çok kapıdan akçe veriliyordu ki dilenciye, kendini zengin, âlemi muhtaç görmeye başlamıştı.
Vah bize. Ne kadar acıklıdır hikâyemiz. Zatının acınasılığını unuttu çoktan dilencimiz. Kapıları vermeye mecbur sanıyor. Hatta sıkılmaya görsün. Kapıların sayılarını arttırmakla dünyasını güya genişletiyor. Atıyor aynılık yükünü üstünden. Halbuki mürşidi tekrar be tekrar tokatlıyor yanağından:
“İsraf ise, o hikmete zıt hareket ettiği için çabuk tokat yer, mideyi karıştırır, iştihâ-yı hakikîyi kaybeder. Tenevvü-ü et’imeden gelen sun’î bir iştihâ-yı kâzibe ile yedirir, hazımsızlığa sebebiyet verir, hasta eder.”
Aynı açlığın duvarlarında hapis her zaman. Yemek-içmekle aşılacak bir engel değildir fakirlik insan için. Taş ağaçtan, ağaç hayvandan, hayvan insandan daha zengindir. Çünkü daha az şeye muhtaçtır. İsraf etmekle zengin olmak aynı şey değil. Belki de ayarlarımız ilk onu karıştırdığımız gün bozuldu. Biz sandık ki farkedimlikler doyumluk olursa zengin oluruz. Ancak hiçbirşey değişmedi. Baklava ya da kuru ekmek farkı yoktu. Birkaç saat sonra yine acıktık. Birkaç saat sonra yine susadık. Ehl-i cehennem irin içer de susuzluğu dinmez derler. Biz de bu dünyada böyle birşey olduk en nihayet. Benzedik. Sonra monotonluk hücum etmeye başladı dünyamıza.
Duvarlar üzerimize üzerimize geldi. Mekanlar fazlasıyla tanıdıktı. Aynı sesleri ve şarkıları dinlemekten sıkıldık. Uzaktan uzağa bir vicdan sızısı gibi derinleşme ihtiyacı duyuyorduk. “Bu kadarcık kalmamalıyız!” diyorduk. Fakat neyde derinleşecektik: “Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı.” İlk kazmayı nereye vuracaktık? Dedim ya arkadaşım: Tevhidi bilmeyene kesret beladır. Eli tek olana iki kulp ezadır.
Derinleşme nedir? Derinleşme ardında bırakma değildir önce. Yanına almadır. Sonranın önce olmasıdır. Öncenin de sonra. Ama kalmasıdır. Gitmemesidir. Gitse fenadır. Kalsa bekadır. Tutan kalptir. Yitiren nefistir. Biz bunu da böyle anlamadık. Sonrayı önce etmedik de sonranın üzerinde oyalandık. Sonra sonrayı unutmayı denedik ama yine aynı sonra için. Çünkü unutursak sonra yine sonra olabiliyordu.
Böylece yüzlerce göz gezdik gözlerimizle. Kaç yâr sûreti eskittik aynı sözlerimizle. Hak Teala buyurmuştu oysa: “Yeyiniz, içiniz, ama israf etmeyiniz!” Biz hem yedik, hem içtik, hem de faturayı ödemedik. Haklarını vermedik. Onları değil kendimizi öğreniyorduk. Konu mankeni bizdik. Farkedemedik. İsraf ederek yemekte ve içmekte oyalandık. Öğrenirken lezzet almamız gerekiyordu. Biz lezzet almayı öğrenmek sandık. Menzilsiz bir kervan devesi olduk. Manzarayı amaçladık.
Bir derinlik ararken oldu hepsi. Bin elbise biçtik. Bin lezzet tattık. Bin manzara dolaştık. Sanıyorduk ki, bunların değişmesi de bir derinleşmedir. Bazen kaşığı alıp kendimizi kazıyor, bazen başkasında oyalanıyor, bazen de sırf tasvir etmekte bir derinlik buluyorduk. Bazen de başkalarının oyalandıkları çukurları görüp bir kazma da biz çalıyorduk. Böylece akımlar, modalar, trendler, eğilimler, ideolojiler, idoller, ikonlar, fenomenler ortaya çıktı. Bunların tamamı ‘Define varmış!’ söylentisiyle girilen kazılar gibiydi. Ancak çok insanın kazma vurmasıyla sanki bir doğruluk oluşuyordu. Kesret dağılıyordu. Yollar azalıyordu. Bu kadar insan birden kazma sallıyorsa neden boş olsun toprağın altı?
“Sonra, nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.”
Yahu varlığın Allah’tan başka derinliği mi vardı? Nihayetinde herbirimiz bir diğerimizin yolundan yürüdük. Başkalarının seslerini işittik ve onlara başka sesler kattık. Kendi gürültümüzden, tozumuzdan, sisimizden bir kalabalık oluştu. Kesrete kandık. Sahi, arkadaşım, etrafın yükseldiğinde de kendini bir çukurda, yani sahte bir derinlikte/kuyuda hissedebilirsin. İlla alçalman gerekmez. Bize de sanki biraz öyle oldu. Etrafımızdaki kalabalığı çoğaltarak intihar ettik. Yusuf aleyhisselamı kardeşleri kuyuya atmıştı. Bu defa uyurken etrafımıza kuyu ördüler. Cık, cık, cık… Soran olursa da söylesinler: “Ben de herkes gibiyim!” zindanında kapalı kaldık.