- 594 Okunma
- 3 Yorum
- 2 Beğeni
BİR HİLAL DEĞİL, NATO UĞRUNA BATAN GÜNEŞLER--KORE SAVAŞI-- 2. BÖLÜM
İkindi ezanının neredeyse eli kulağındaydı. Camiyi de kahveyi de asla ihmal etmeyen benim kalkıp camiye giderek abdest almam, sonra da namaz kılmam gerekiyordu ama böyle bir canlı tarihe tanıklık etme dürtüsü daha ağır bastı. ’’ Namazın kazası var ama bu muhabbetin kazası yok. Hem namazı bir iki saat sonra evde de kılabilirim.’’ Diye düşünerek yerimden kalkmadım.
Nihayet ezan okunmaya başlamıştı Esat ’’ Kore’ye niçin gittiğinizi biliyor muydunuz?’’ Diye sorduğunda.
Boğacı Hüseyin ’’Aziz Allah’’ Dedikten sonra devam etti.
-Bilememize gerek yoktu ki.
Esat şaşırdı.
-Nasıl yani? Hiç tanımadığınız bir milletle, devletle savaşa gidiyorsunuz ama niçin gittiğinizi bilmiyorsunuz. Böyle bir şey olur mu?
Boğacı Hüseyin’in maviş gözleri çok eskilere daldı.
-Benim askere gittiğim sene bir gün ne oldu bilırmısın?
Bu sefer Fatih merakla sordu:
-Ne oldu Hüseyin Amca?
-Bir gün baktım camiden o güne kadar iiiç duymadığım bir ses geliyor. Dikkatle dinledim. Oca efendı ’’Allauekber ’’ diye okuyor ezanı. Oysa gözümü dünyaya açtığım günden beri ep ’’Tanrı uludur ’’ Diye okunurdu.
Evet, Boğacı Hüseyin doğru söylüyordu. 1932-1950 yılları arasında ezanlar ’’Allahuekber’’ Diye değil ’’Tanrı uludur’’Diye okunmuştu.
-Ezanın ’’Allahuekber’’ Diye okunduğunu duyan babam sevinçten göbek atmaya başladı adeta. İlkin camiye koştu millet. Erkez birbirini kutluyor, tebrik ediyordu. Sanki bir bayram günüydü. Ben ne olup bittigini anlamıyordum. Sonra namazı kıldık. Namazın ardından erkez iki rekat da şükür namazı kıldı.
Fatih dayanamadı.
-Sözü nereye getireceğini çok merak ettim Hüseyin Amca.
Boğacı Hüseyin devam etti:
-İşte o ezanı tekrar Arapçaya döndüren meğer bizim yeni başbakanımız Adnan Menderes imiş.
Kahvede çıt çıkmıyordu. Herkes Boğacı Hüseyin’in ağzından çıkacak kelimelere kilitlenmişti adeta.
-İşte o ezanın tekrar Arapça olarak okunması olayından sonra Adnan Menderes alkın(halkın) büyük bir bölümünün gözünde evliyadan da üstün bir şey oldu. O ’’ Öl’’ dese ölecek, ’’Kal’’ dese kalacak duruma geldi alk. O bakımdan nereye gidiyoruz, kimle savaşacağız, niçin savaşacağız bunun iiiç bir önemi yok idi.
’’ Anladım’’ Dedi Esat ve devam etti:
-Size hiç bir şey denmedi mi? Hiç bir açıklama yapılmadı mı peki?
-Yapılmaz olur mu kızanım? Er şeyden önce biz Kore’ye vatanımızın, milletimizin düşman eline geçmemesi için gidiyorduk. Ayrıca dinimizin düşmanlarına karşı savaşacaktık. Bu uğurda ölür isek şeit, kalır isek gazi olacaktık. Yani çoook büyük sevap kazanacaktık. Bize böyle anlatılmıştı daa gitmeden.
-Hay Allah. Kore nere, Türkiye nere... Bizim vatanımızla, bizim dinimizle alakası neymiş ki olayın?
-Öyle deme kızanım. Eger biz o kominiz gavurları durdurmasak sıra bize de gelecekmiş. Mesela Moskof köpeği daha önce Kars’ı, Boğazları bizden isteyip dururmuş da İsmet Paşa, rametli Atatürk gibi ’’ Sıkıyorsa gelin de alın.’’ Diyeceğine ’’ Ulen bakın kafamı kızdırmayın, yoksa salarım üzerinize Amerika’yı o zaman görürsünüz ebenizin örekesini’’ Demiş.
-Eee?
-E si, Rusya’nın gözü korkmuş. Bakmış ki Türkiye dişli, gitmiş minicik Kore’ye saldırmış. Onlar Kore’ya saldırınca Amerika demiş ki ’’ Haydi göreyim seni Türkiye. Gel de şu Moskofa birlikte addini bildirelim.’’
-Yani siz bu durumda Amerika’nın yanında Rusya’ya karşı savaşmak için mi gittiniz Kore’ye?
-Yok be kızanım. Az beklesene. Enüz İsmet Paşa döneminden baasediyorum. Adnan Menderes dönemine gelmedik.
-Hımm anladım 1945-1946 dan bahsediyorsun yani.
-Yılını bilemem... Neyse, İsmet Paşa başlamış kara kara düşünmeye. Amerika’ya yardım etse bir dert, yardım etmese ayrı... Yardım etse II. Dünya savaşı yıllarında oldugu gibi yine yokluklar başlayacak, ekmek bile karneye binecek. Millet âlâ o yıllar sebebiyle kendisini suçlayıp duruyor. Yardım etmese de Ruslar Amerika’nın işini bitirirse Türkiye’nin aali ne olacak? ’’ Geliyorum, yettim, az sabret vardım’’ Diye diye oyalamış Amerika’yı ama asker yardımı yapmamış.
İşin doğrusu, ya Boğacı Hüseyin’e böyle anlatılmıştı ya da o karıştırıyordu bazı şeyleri. Anlattıklarında doğruluk payı oldukça fazla olmakla birlikte yanlışlar da bir o kadar fazlaydı.
Olay aslında tam olarak şu şekildeydi:
II. Dünya savaşından sonra dünyanın güç dengesi tamamen değişmiş ve değişen bu dengeler iki süper güç çıkarmıştı ortaya. Ancak bu iki süper gücün her ikisi de dünyanın tek hakimi olmayı düşündüklerinden ve sistemleri birbirine tamamen zıt olduğundan biri diğerini kendisi için tehdit olarak görüyordu. Esas itibariyle Rusya’nın komünizmi ABD için, ABD nin kapitalizmi Rusya için tehditti. Fakat dillendirilen husus farklıydı. ABD Rusya’yı insan haklarını ihlal etmekle suçlarken Rusya da ABD yi emperyalist olmakla suçlamaktaydı. İşin aslı ise her ikisi de hem insan haklarının canına okuyorlar hem de emperyalist idiler.
İşte bu iki süper güç dünyanın pek çok noktasında karşı karşıya oldukları gibi doğusunda Çin Denizi, Batısında Japon Denizi ve Kuzeyinde Çin ve Sovyetler Birliği olan Kore’de de karşı karşıya idiler.
Kore’yi elde edecek bir devlet Japonya’yı, Çin’i, Formoza’yı ve bölgenin diğer bir çok ülkesini buradan kontrol edebilirdi. Yani bir bakıma Asya kıtasını elinde tutabilirdi ki tam olarak istenen de buydu.
ABD Japonların Pearl Harbour baskını korkusunu içinden atamamıştı henüz.O yüzden Japonya’dan çekindiği kadar Rusya’dan da korkuyordu. İşte bu sebeple Kore’ye sahip olması gerekiyordu.
ABD yi kendisi için en büyük rakip olarak gören Rusya da çok tabii olarak aynı şeyleri düşünüyordu. Yani Kore’ye sahip olmak.
Peki Kore’nin durumu ne alemdeydi?
Kore 1945 yılı itibariyle hâlen Japonya’nın hakimiyeti altındaydı. 1904-1905 Yıllarında Rusları yenmiş olan Japonlar, onların yerine Kore topraklarına gelip oturmuşlardı.
4-11 Şubat 1945 de yapılan Yalta konferansında, Kore’den çıkmayı reddeden Japonları oradan çıkarma görevi Rusya ve ABD ye verilince önce ABD 6 Ağustos 1945 de Japonya’nın Hiroşima şehrine attığı Atom bombası ile hem Pearl Harbour’un intikamını aldı hem de ’’ Kore’den çık artık.’’ Mesajını verdi Japonya’ya. 8 Ağustos 1945 de Rusya, Japonya’ya savaş ilan etti. Ertesi gün yani 9 Ağustos 1945 de ABD, Japonya’nın Nagazaki kentine ikinci atom bombasını attı ama Japonya çok büyük bir darbe almış olmasına rağmen halen Koredeydi.
Sonrasında ABD nin teklifiyle 38. Paralelin kuzeyinin Rusya, Güneyinin ABD tarafından işgal edilmesine karar verilmişti. Güya her iki devlet de buradan Japonları çıkaracak ve Kore’yi Korelilere teslim edecekti.
Şimdi Kore’nin durumu cebimizde olsun, biz Türkiye’nin aynı yıllardaki durumuna da bir bakalım:
Aynı yıllarda yani 1945 yılında Rusya, bir taraftan Boğazların kendisi aleyhine kullandığını söylüyor öte taraftan Kars ve Ardahan üzerinde hak iddia ediyordu. Bu iddialara ılımlı cevaplar verilse de 1945 Martında daha önce 1925 de yapılmış olan Türk- Sovyet Saldırmazlık Paktını tek taraflı olarak fesh etti. 7 Haziran 1945 de ise bir nota ile Türkiye’den toprak ve üs talebinde bulundu.
Boğacı Hüseyin’in söylediklerinden çok farklı olarak zamanın Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Rusya’ya sert bir cevap verdi : “Açıkça söylüyoruz ki Türk topraklarından hiç kimseye verecek bir borcumuz yoktur! Şerefli insanlar olarak yaşayacağız ve şerefli insanlar olarak öleceğiz!”Dedi. Yani ’’ABD yi üzerinize salarım.’’ Diye bir durum yoktu.
Peki ABD nin Rusya’ya karşı Türkiye’den bir askeri yardım beklentisi ya da isteği var mıydı?
İsmet İnönü zamanında yoktu. Tam tersine önce Truman Doktrini, sonra Marshall yardımı adı verilen programlar çerçevesinde Türkiye’ye yardımlar (!) yapılıyordu.
1927 de açılan Taksim Zafer Anıtına iki Rus generalinin figürünü yerleştirecek kadar Rus yanlısı bir dış politika izleyen Türkiye Cumhuriyeti hükumeti şimdi ABD nin sempatisini kazanmak için onların Rus modeli olarak gördükleri Köy Enstitülerini bile kapatma yoluna gitmiş, 1937 de ilkini Eskişehir- Çifteler’de açtığı Köy enstitülerinden biri olan Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsünü 1947 yılında kapatmıştı. Rusya’ya şirin görünmek için açtığı okulları şimdi ABD ye şirin görünmek için kapatıyordu ama onlara soracak olursanız bu okulları kapatan gerici, çağ dışı kalmış ve adım adım iktidara koşan zihniyetti.
Her neyse. Kısaca söylemek gerekirse artık Amerikancıydık.
1950 yılında Demokrat Parti tek başına iktidara geldiğinde pek çok şey değişse de dış politikada Amerikancı oluşumuzda bir değişiklik yoktu. Hatta daha da fazla Amerikancıydık. Bir bakıma da adeta elimiz mahkumdu zira Stalin resmen ırzımıza namusumuza göz koymuştu. Onun en büyük düşmanı ABD olduğuna göre düşmanımızın düşmanı dostumuzdu.
Tekrar Kore Savaşına dönecek olursak.
ABD, Kore’nin Güneyinden, Rusya Kore’nin Kuzeyinden Japonları temizledi. Temizlemesine temizledi ama Rusya 38. Paralelin kuzeyinden, ABD ise güneyinden çekilmeye yanaşmıyordu. Görüntüde her iki devlet de Kore’de Bağımsız bir Kore Devletinin kurulmasını istiyorlardı ve Kore’de bulunmalarının sebebi buydu.
Evet, Kore’de bağımsız(!) bir Kore Devleti olmasını istemesine istiyorlardı ama Rusya, Kore’nin komünist bir idare altında toplanmasından başka çözüm görmezken ABD, Kore halkı serbestçe kendi oylarını kullanıp rejimlerini de başkanlarını da belirlesinler diyordu. Tabii ki belirlenecek başkan da rejim de ABD yanlısı olacaktı. Ondan hiç şüphesi yoktu.
Sonuçta 10 Mayıs 1948 de Kore’nin Güneyinde seçimler yapıldı. 12 Temuz’da anayasa yapıldı. 17 Temuz’da Kore Cumhuriyeti ilan edildi. 24 Temmuzda Cumhurbaşkanlığına Syngman Rhee seçildi ve 5 Ağustos günü hükumet kuruldu. ABD, 15 Ağustos 1948’de ülke yönetimini bu hükümete devrederek yönetimden çekildi.
Bu durum karşısında Rusya da karşı atağa geçti. Rusya’nın iteklemesi ve teşvikleriyle 9 Eylül 1948 de Kore Halk Cumhuriyeti adı altında bir devlet kuruldu 38. Paralelin kuzeyinde ve ilk devlet başkanı olarak da Kim İl Sung seçildi. Rusya da askerinini filan Kuzey Kore’den çekti.
Böylece Koreyi bağımsız bir devlet(!) yapacak olan Rusya ve ABD, minicik Koreyi ikiye bölmüş oldular Kuzey Kore ve Güney Kore olarak... Sadece ikiye bölmekle de kalmadılar. Daha düne kadar kardeş olan Kore Halkı artık birbirine düşmandı.
Ben böyle dalmış giderken Esat yeni bir soru sordu Boğacı Hüseyin’e
-Hüseyin Amca! Ben şimdi anlamadım. Siz Korelilerle mi savaştınız yoksa Ruslarla mı?
Boğacı Hüseyin yine gülümsedi.
- Ne Ruslarla ne de Korelilerle...Biz Çinlilerle savaştık.
Tüm kahve halkı aynı anda:
’’ Haydaaaa. Çinliler de nerden çıktı yahu? ’’ Dedi. Öyle ya Çinlilerin adı şimdiye kadar hiç geçmemişti bile.
Çinliler nereden mi çıktı? Gelecek bölümde inşallah.
YORUMLAR
Gelecek bölüme kadar yapılması gereken bu değerli seriyi sindire sindire okumak.
Evet, en başından itibaren ele alıp ki tarihi bize sevdiren hocalarımız olmadı asla bu anlamda müteşekkirim değerli hocam size ve de tüm hocalarıma ki her geçen gün ne çok şey öğrenme imkanı buluyorum sizlerden.
Ne çok eksiğim var/mış demek de öğrenme gayretime ivme kazandıran.
Rahatsızlık vermezsem değerli hocam ben bu seriyi salim kafayla yeniden okuyacağım.
Çok teşekkür ediyorum bir kez daha.
Selam ve saygılarımı iletiyorum.
Edebiyatı tarihle harmanlamak aslında ne çok pencere birbiri ardına açılan tıpkı aynanın içindeki sayısız g/örüntü bilginin de ihtişamı sevgiyle yazarken ne de güzel paylaşmak.
sami biberoğulları
Selam ve sevgilerimle.
Evet hocam
Amerikan emperyalizminin çıkarları uğrunda savaşırız Kore'de
Ancak Sovyet emperyalizmi de tehditkârdı dediğiniz gibi
Üstelik bizim Osmanlı'dan bu yana tarihi hasmımızdır Rusya
Bolşevik devriminin başlarında İstiklal Harbimizi desteklediler elbette
Atatürk döneminde Sovyet Rusya ile olumlu idi ilişkilerimiz
Ancak sonrasında Stalin'in tehditkâr politikası bizi batı dünyası ile müttefik konuma getirir söz ettiğiniz üzere
Kimi zaman öne sürüldüğü gibi Demokrat Parti ile değil 1945 sonrası Milli Şef politikaları ile işlemeye başlar süreç
Şüphesiz Demokrat Parti evresinde Amerikanizm hız alır ve bataklığa dönüşür
Bu bağlamda alırsak bizdeki anti komünizm tarihsel Türk-Rus münasebetleriyle psikolojik tabanı şekillenen 2'inci dünya savaşı sonlarında ise Stalinizmle politik rotası örülen bir yapılanmadır ağırlıklı olarak
Din anti komünizminden ziyade milliyetçilik ve moskofluk anti komünizmidir hani
Mesela diğer islam ülkelerinde daha ziyade din anti komünizmi görülecektir
İran, Mısır, Pakistan gibi ülkelerde Marxizm'e din felsefesi üzerinden zıddiyet duyan ancak anti kapitalist bir ekonomi politik çerçevede olumlu bağ kuran bir münevveran görülebilir
Bu anlamda Peyami Safa ya da Nihal Atsız anti komünizmi ile Ali Şeriati ya da Mazharuddin Sıddıki'de ki yaklaşım biçimini ayırmakta fayda vardır
Bu açıdan aldığımızda anti Sovyet bir devlet politikasının o devirde şekillenmesi elbette haklılık arz eder, batı dünyası ile yakınlaşma aramamızda büsbütün mânâsız değildir kanımca
Ancak sapla samanı birbirine karıştırdığımız, elifi görse mertek sandığımız ister İsmet paşa isterse Menderes döneminde maalesef gerçek
Efendim! Amerika ile müttefik olmakla kucağa oturmak arasında hiç mi fark yok?
Neden demiryolu taşımacılığını terk edip kamyoncu ve karayolcu olduk?
Ve neden anti Sovyet olmakla anti sosyalist olmayı ayırmadık, neden her solcuyu komünist belledik?
Burada sosyalistlerimize de bir sual
Niçin sosyalist hatta Marxist olmayı Bolşeviklik ve Sovyetçilikten ayırmadık?
Neden tam bağımsızlıkçı olmayı yalnızca Amerikan karşıtlığı zannedip Sovyet karşıtı da olmadık?
Üstelik önümüzde gelişen bir modelde vardı
Tito ve Yugoslavya
Komünist bloğun yalnızı olmayı göğüsleyen Yugoslavya
Evet, özellikle 1945 sonrası ilk komünist sisteme geçtiği yıllarda Türkler ve Müslümanların sıkıntı çektiği bir ülkedir Yugoslavya
Ancak perde arkasında Stalin Rusyasının olduğu bu ilk yılları müteakip Tito'nun da devlet başkanı olduğu ellilerden itibaren doğu bloğuna sırt çeviren bir Yugoslavya
1970'lerde bakıyor Sırbistan diğer cumhuriyetlerden güçlü, Kosova ve Voyvodina'ya özerklik veriyor Tito
Boşnakların dini hürriyetlerinde belirli bir gelişme görülür yine
Hem batıya hem doğuya mesafe koyan bir Yugoslavya
Biz niçin Sovyetlere karşı olmayı tam gaz bir Amerikancılık olarak aldık?
Ve neden çok sosyalist aydınlarımız Sovyetlerin halkların kardeşliği maskesini sıyırıp düşünsel sınırları aşmayan bir sosyalist çizgide duramaz?
Tabi istisnalar, ferdi duruşlar vardır
Bu arada hocam şahsi kanaatim odur ki, Kore'nin parçalanması hazindir elbet, Kore savaşına atılmamız hata
Ne var ki, Kore'de şehitliğimiz olması, Türk askerinin kahramanlık öyküleri, 2002 dünya kupasında ev sahibi Güney Kore halkı ile sıcaklığımız ve son yılların AYLA filmi de unutulmaz bir manevi atmosfer teşkil eder zannımca
Nihayet hocam yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Saygı ve selamlarımla...
sami biberoğulları
Sonsuz selam ve saygılar.
Güzel ve yerinde bir anlatım.
Gerçekleri yazmaya devam.
Haydi kolay gelsin.